Kültürden kültüre değişen çocuk edebiyatları, çeviride yaşanılan sıkıntılar, alanın zorlukları, kısıtlamaları ve daha fazlasını merak ettik; sorduk, soruşturduk...
28 Eylül 2017 13:59
Konu, dil, sözcük seçimi, tür, anlatım yöntemi, söz dizimi derken pek çok bakımdan çeviri çocuk kitaplarının yayınlanması meşakkatli bir süreç. aşanılan zorlukları, dikkat edilen hususları, gözden kaçırılanları uzun zamandır merak ediyorduk. Can Çocuk Yayınları’ndan çevirmen, editör ve Çeviribilim yüksek lisans öğrencisi Mehmet Erkurt, yine Can Çocuk Yayınları’ndan çevirmen ve editör Tuğçe Özdeniz, İstanbul Üniversitesi Almanca Mütercim Tercümanlık Ana Bilim Dalı’ndan öğretim üyesi, çevirmen ve yazar Necdet Neydim, Yapı Kredi Çocuk Yayınları’ndan editör, çevirmen ve yazar Filiz Özdem, Doğan Egmont’tan çevirmen ve editör Bahar Ulukan ve Tudem Yayın Grubu’ndan çevirmen ve editör Canan Topaloğlu’na çocuk edebiyatının çevrilmesinde yaşanılan sıkıntıları, bu alanın zorluklarını, kısıtlamalarını, kültürden kültüre değişen çocuk edebiyatlarını ve daha pek çok şeyi konuştuk. “Nasılsa çocuk kitabı, ondan başlayayım, o kolay” düşüncesiyle çeviri yapmaya çocuk kitaplarından başlamayı planlayan çevirmen adayları için de öneriler aldık.
Öncelikle okurlarımızın sizleri tanıması açısından çocuk kitaplarının yayına hazırlanma sürecinde hangi aşamalarda görev (çevirmen, editör, yayına hazırlama vs.) aldığınızı özetleyebilir misiniz...
Mehmet Erkurt: Galiba saydığınız tüm aşamalarda, zaman zaman değişen önceliklere ve o önceliklerin belirlediği yoğunluklara bağlı olarak görev alıyorum. Can Çocuk Yayınları’ndaki esas görevim telif eser editörlüğü. En büyük mesaim, yazarlarla taslak üzerinde çalışmak. Kurgu, olay örgüsü, karakterler, duygular, anlatım gibi unsurlar üzerine konuşuyor, yazışıyor, tartışıyor, bir uzlaşıma varıyoruz. Dilsel çalışma bu esnada ve sonrasında sürüyor; sözcük tercihleri, cümle yapıları, noktalama kullanımı ve dilimizin bir türlü uzlaşamamış yazım kuralları ışığında metni tekrar okuyoruz. Can Çocuk’taki başlıca işim bu. Bunun dışında, Fransızcadan ve İngilizceden çeviriler yapıyorum. Can Çocuk öncesinde, Günışığı Kitaplığı ve ON8’de ilkgençlik ve gençlik romanlarının çevirilerine redaksiyon yapıyordum. Çeviriyle en çok hallihamur olduğum dönem o zamandı. Boğaziçi Üniversitesi’ndeki hadsizce uzattığım Çeviribilim yüksek lisansımı saymazsak.
Necdet Neydim: ‘70’li yılların sonuna doğru Erich Kaestner ve Günter Grass’ın çocuk şiirlerini çevirerek girdiğim bir alan çeviri çocuk edebiyatı. Sonrasında Haertling, Nöstlinger, Janosch çevirileri, kendi yazdığım şiir, öykü ve romanlar ve bu arada gerçekleşen araştırma kitapları, alanda yapılan akademik çalışmalar, dernek çalışmaları, atölyeler. Ve elbette çocuk hakları çalışmaları… Özetle merkezde hep çocuk ve gençlik var.
Filiz Özdem: Yapı Kredi Yayınları’nda çocuk kitapları özelinde kitap seçiminden çeviriye, hazırlamaya ve editörlüğe kadar her aşamada çalışıyorum.
Tuğçe Özdeniz: Can Çocuk Yayınları'nda çeviri editörüyüm. Yabancı dillerden kitaplar seçip yayına hazırlamaktan sorumluyum. Temelde yaptığım iş, yurt dışındaki yayıncıların ve telif ajanslarının kataloglarını, bültenlerini takip ederek yeni kitaplardan haberdar olmak, yayın çizgimize uygun kitaplar seçip okuyarak yayın kurulumuza sunmak. Kitap, kurulumuzun onayını aldığı takdirde "hakkını verebilecek" çevirmen arayışımız başlıyor. Bu süreçte editoryal ekibimizle birlikte en uygun çevirmeni bulmak üzere akıl yürütüyoruz ve kitabı çeviriye gönderiyoruz. Nihayetinde, çeviriden gelen dosyayı bir kitaba dönüştürmek üzere çalışmalara başlıyoruz. Ben yayına hazırlık sürecinde çeviri redaksiyonu ve mizanpaj okumasından sorumluyum.
Canan Topaloğlu: Tudem Yayın Grubu’nda Yayın Koordinatörüyüm. Çeviri eserlerin yayın kuruluyla birlikte seçilmesi, çeviri ve yayımlanma süreçlerinin koordine edilmesi görevlerinden sorumluyum.
Bahar Ulukan: 2003 yılından beri kitap çevirmenliği yapıyorum. Bugüne dek birçok yayınevi için özellikle İtalyancadan -bazen de İngilizceden- çocuk kitapları çevirdim ve çevirmeye devam ediyorum. Her ne kadar arada bir yetişkinler için de kitap çevirdiğim olsa da çocuk kitaplarının yeri bende bambaşka. Çeviri maceram ortaokul yıllarında derslerde okuduğumuz İtalyanca öyküleri ev halkıyla paylaşmak için Türkçeye çevirmemle başladı. Edebiyata ilgim olduğunu fark eden ailemin ve öğretmenlerimin de desteği ve teşvikiyle çeviriye hep devam ettim. Çeviri, hayatımın her evresine eşlik etti, daimi bir arka fon hâline geldi. Editör olarak çalışmaya başladıktan sonra çeviride daha geliştiğimi, bilinçlendiğimi düşünüyorum. Bu anlamda bence çevirmenlik ve editörlük birbirini son derece olumlu yönde destekleyen uğraşlar. Bir süre çeşitli yayınevlerine dışarıdan editörlük yaptıktan 2012 yılında Doğan Egmont Yayıncılık bünyesinde çocuk kitapları editörü olarak çalışmaya başladım. Yayınevindeki görevim yayın kataloğuna eklenecek kitaplar için araştırma yapmaktan yerli projeler üretmeye, telif kitapların editörlüğünden çeviri kitapların redaktörlüğüne dek geniş bir yelpazeyi kapsıyor. Çocuk kitaplarıyla gönül ilişkisi hiç kopmamış bir bibliyofil olarak bu işin mutfağında olmak benim için büyük bir haz kaynağı. Kendimi şanslı hissediyorum.
Çocuk kitaplarını hangi yaş kategorilerine ayırıyoruz, önce oradan başlayalım, diğer soruları da belki ona göre ayrı kategoriler çerçevesinde konuşabiliriz.
Mehmet Erkurt: Avrupa ve Amerika geneline baktığımızda, yayıncıların benzer bir yaş bölümlemesine gittiklerini görüyoruz. Pedagojik, sosyolojik ve ticari belirleyicilerin buluştuğu bu bölümleme Türkiye’de de uygulanıyor. Kitabın daha oyuncak işlevi gördüğü, board book’ların hâkim olduğu 0-3 yaş, öykü öncesi dönem. Üç yaştan itibaren resmin çok, metnin az olduğu öyküler başlıyor. Burada 3-8 yaş genel aralığını da görüyoruz, 3-6 ve 6-8 olmak üzere okula başlama yaşını gözeten bir ayrımı da. Ardından, çocuğun okura dönüştüğü, dolayısıyla çocuk kitabı dendiğinde gözde en çok canlanan, en kalabalık kitleye, 8-11 ya da 8-12 yaş aralıklarına geliyoruz. Net sınırlarla belirleyemediğimiz ergenliğin devreye girmesi ve okuldaki değişimin, sosyal hayatın ve ders içeriklerinin de biçimleyici olduğu bir 11 ya da 12 yaş üzeri grup başlıyor. Kitlesine göre isim alan tek tür olarak çocuk edebiyatı, aslında bu yaş dolaylarında ismen sonlanıyor. Sonrası, çok büyük ölçüde pazarlama unsurlarının adlandırıp belirlediği gençlik edebiyatına, 12-14, 12-15 ya da 12-16 ve 14/15/16+ yaş aralıklarına doğru devam ediyor. Orası gerçekten öte diyarlar ve orada da konuşulacak bambaşka şeyler var.
Filiz Özdem: Ben de kabaca ilkokul öncesi, ilk okuma kitapları, 8-10 yaş arası kitaplar, 10-13 yaş arası kitaplar, ilkgençlik ve gençlik kitapları olarak sayabilirim. Ama bazen bu kategorilerin sınırlarını zorlayan kitaplar da oluyor.
Canan Topaloğlu: Biz de çocuk kitaplarını, genel hatlarıyla, okul öncesi kitaplar, 6-8 yaş ilk okuma kitapları, 8-12 yaş çocuk kitapları ve 12 yaş üstü için gençlik kitapları olarak ayırıyoruz.
Bahar Ulukan: Çocuk kitaplarını yaş kategorilerine göre ayırmak elbette bir zorunluluk. Yazı puntosundan sayfa sayısına, konudan sözcük seçimine dek kitabın hem biçimini hem de içeriğini etkiliyor çocuğun yaşı. Kabaca dört kategoriden bahsedeceğim: 1 (hatta 6'ıncı aydan itibaren diyebiliriz) -3 yaş kategorisi; kitapla ilk deneyimini yaşayan bu grup için ilk eylem kitaba dokunmak, onunla tanışmak olduğundan burada yazının neredeyse yok sayılacak kadar az olduğu, bol resimli, kalın kartondan ya da bezden yapılmış, kimi zaman da sesli, kitaplardan bahsediyoruz. İkinci kategorimiz 3-5 yaş aralığını kapsıyor. Bu grubu okul öncesi olarak adlandırıyoruz. Bu dönemde ebeveynin çocuğu için kitap seçiminde sorumluluğu artıyor çünkü bu dönem yaklaşık iki yıl içinde okumaya başlayacak olan çocuğun kitapla olumlu, yaratıcı ve sürekli bir ilişki kurmasının temellerinin atıldığı dönem. Dikkat süresi son derece kısa olan bu yaş grubu için resimli kitaplar dediğimiz resim-metin ilişkisinin resim ağırlıklı kurulduğu kitapları uygun buluyoruz. Üçüncü kategorimiz 6-8 yaş. Bu grupta yer alan çocuklar artık okuma yazma öğrenen/öğrenmiş, kendi kendine ilk kitaplarını okuyup, kitaplarla birebir ilişki kurabilen çocuklar. Bu yaşlarda kitap seçimine ebeveyn kadar öğretmen de dâhil oluyor. Öte yandan, artık okuyan bir çocuktan bahsettiğimiz için çocuk karşımızda canlı bir hayal gücüne sahip, çeşitli ihtiyaçları ve kendi talepleri, tercihleri olan bir okur olarak beliriyor. Dördüncü kategorimiz 9-12 yaş. Bu yaş grubu çocuğunda okuma isteği ve eylemi yoğunlaşmış oluyor. Çeşitli türlerden metinleri okumaya artık hazır olduğu kabul ediliyor. Özellikle macera, fantastik ya da mizah öğeleri güçlü kitaplara ilgi gösteriyor. 12 yaş üstünü ise ilkgençlik/ gençlik olarak adlandırıyoruz. Karşımızda kendi zevklerine göre bir okuma alışkanlığını edinmiş ya da bunun arayışında olan, ebeveynin ya da öğretmenin seçimlerinin artık/ neyse ki arka planda kaldığı, bağımsız bir birey olma yoluna girmiş bir okur bulunuyor.
Tuğçe Özdeniz: Bütün bu ayrımlara katılmakla birlikte sözünü ettiğimiz bu kategorilerin sınırları muğlak olduğunu düşünüyorum. Yaş kategorileri kültürden kültüre hatta zamandan zamana değişiklik gösterebiliyor. Örneğin Almanya'da bir çocuk yayıncısının 6 yaş ve üzeri kategorisine koyduğu bir kitabı burada 8 yaş ve üzerine uygun görebiliyoruz. Yayımlandığı ülkede gençlik kitabı olarak tanıtılan bir roman burada doğrudan yetişkinlerin beğenisine sunulabiliyor. Şüphesiz bunda, okuma kültürünün ülkeden ülkeye farklılık göstermesinin payı büyük.
Necdet Neydim: Ben çocuk edebiyatını tanımlamadan ve kategorilere ayırmadan önce çocuk tanımını ele almak gerektiğini düşünüyorum. Çocuk feodal kültürde 0-7 yaş arası insan yavrusu olarak tanımlanmıştır. Bunun nedeni çocuğun bu süreçte bakıma, korunmaya ve beslenmeye gereksinme duymasıdır. Çocuk, yedi yaşından itibaren kendini ifade etmeye ve kendi gerçekliği içinde üretim ilişkilerine katılma becerisi gösterdiği için yetişkinler dünyasına katılma hakkını kazanır. Bu durum onun yetişkinlerin arasına katılması ve onların yaşamlarına katıldığı gibi onların edebiyatlarını da paylaşma durumunu yaratır. Modernite çocuğu önce 0-14 yaş arası insan yavrusu olarak tanımlamış ve süreç içinde bu tanım değişime uğramıştır. Bunun ortaya çıkmasında en önemli etken II. Dünya Savaşı’dır. Savaşın ardından ortaya çıkan çocuk kavramı tartışması Çocuk Hakları Sözleşmesi’nin imzalanmasıyla noktalanmıştır. Sözleşmeye göre çocuk 0-18 yaş arası insan yavrusuna denmektedir ve bu yaş aralığındaki her insan yavrusu eşit haklara sahiptir. Bu hakların başında eşit eğitim hakkı gelmektedir.
Peki bu tanımınıza göre çocuk edebiyatının oluşumu nerede başlıyor?
Necdet Neydim: Şimdi bu edebiyat alanı zorunluluk nedeniyle ortaya çıkmış ve zorunluluğun getirdiği sonuçlarla farklı şekillerde tanımlanmış ve kurgulanmıştır. Rousseau’nun 1761 yılında Emil isimli eğitim kitabını yayımlamasının ardından çocuğa bakış değişmeye ve bu konuda yeni oluşumlar ortaya çıkmaya başlamıştır. Modernleşme, kentleşme, sanayileşme yeni insan tipine gereksinmiş ve bu insan tipini oluşturmak için yeni kültürel örgütlenmelere gitmiştir. Bunların başında çocuğa yeni bir dünya sunma vardır. Önceleri yedi yaşında yetişkinler dünyasına giren çocuğun elinden bu hak alınmış ama ona daha büyük bir dünya sunulmuştur. Çocuk artık yedi yaşında üretime katılmak yerine kendini geliştirmek ve gerçekleştirmek için okula gidecektir. Modernitenin çocuğa sunduğu belki de en büyük haklardan biridir bu. Ve işte bu çocuğa yetişkinler dünyasının sunması gereken başka bir şey daha vardır: EDEBİYAT.
Yani çocuk edebiyatı önce yetişkinler dünyasından çocuğa gönderilen kitaplarla mı oluşturuldu?
Necdet Neydim: Evet, öyle diyebiliriz. Ardından çocuğa dönük kitaplar yazılmaya başlanmıştır.
Bu tanımınız ışığında çocuk edebiyatını biraz daha açmanızı isteyeceğim. Neler içerir, neler üretir?
Necdet Neydim: Çocuk edebiyatı çocuğun doğumundan başlayarak onu sosyalleştirmek için ürünler ortaya koyar. Bunlar kimi zaman resim, kimi zaman metin yoğunluklu olarak ortaya çıkar. Ama her iki alanda da çocuk, edebiyatın öznesidir ya da öyle olmalıdır. Kimi yazar ve yayıncılar ya da egemen paradigma çocuğu nesne olarak tanımlayıp onu kendi tasarladığı figürle özdeşleştirmek için metin ya da resimlerle çocuğa yaklaşır. Bu, aslında sonuç alınamayacak bir yöntemdir çünkü çocuk dünyaya daha geniş çerçeveden bakar ve her şeyden etkilenir. Bu nedenle onu sorgulamaya yönlendirecek çalışmalar geleceğe yönelik daha sağlıklı yöntem olacaktır.
Peki dünyaya geniş çerçeveden bakan çocuğu düşündüğümüzde hangi ülkelerin çocuk kitapları Türkiye’deki çocuklar tarafından daha çok seviliyor, bunu bilebiliyor muyuz? Ya da şöyle sorayım, hangi dildeki kitaplar bize daha "uygun" oluyor?
Filiz Özdem: Ben Doğan Kardeş dizisi deneyimlerimizden yola çıkarak İtalyanca, Fransızca, Macarca ve İngilizce dillerinden yayımladığımız kitapların daha çok sevildiğini gözlemlediğimizi söyleyebilirim. "Uygunluk"tan ziyade, yayın kurulumuzun tercihlerinin bunda payı var. Farklı dil ve kültüre ait birçok yayın inceliyoruz ve yayınlarımızın çeşitliliğini artırıp okurumuza mümkün olduğunca farklı kitaplar sunmaya çalışıyoruz. Avrupa dilleri haricinde Koreceden, Gürcüceden, Arapçadan yayımladığımız kitaplarımız da var.
Mehmet Erkurt: Aslında burada yayınevleri belirleyici, tanımlayıcı ve yeri geldiğinde sınır çizici oluyor. Yayınevlerinin dönemsel editoryal kadrolarının ve lektörlerinin okuyabildiği, okutabildiği, hele de edebiyatına aşina olduğu bütün diller araştırma konusu olmaya aday. Elbette ajansların önerileri, uluslararası kitap fuarlarının öne çıkardıkları, ödüllerin eğilim uyandırdığı ülkeler hep bu seçimleri belirliyor, çeviri kararlarını şekillendiriyor. Yayınevleri geneline baktığımızda, kitapların ülkelerinden ziyade konularına göre seçildiğini görüyoruz. Elbette ülkenin dönemsel tabuları, değer yargıları, sabit fikirleri, kaygıları ve konuşmaktan imtina ettiği şeyler belirleyici oluyor. Bu tabuları aşındıran seçimler de yapılıyor, onlara birebir uyan da, salt satış başarısını esas alan da.
Necdet Neydim: Çocuk her ne kadar içine doğduğu kültüre ait bir varlık gibi görünse de bir süre evrensel yönü daha ağır basar. Onun işi hayatı kavramaktır. Bu nedenle farklı kültürlerden gelen kitaplar eğer onun ilgisini çekiyorsa kimden geldiğini umursamaz. Güzel, zevkli, cazip ve eğlenceli olan onun ilgi alanındadır. Çocuğun kitapla ilişkisi yetişkinin kitapla kurduğu ilişki gibi değildir. O metnin yazarını, çizerini, kaynak dilini (varsa), kaynak kültürünü merak etmez. Metnin çocuğa göreliği, onun dünyasına seslenmesi, onunla iletişim kurması yeterlidir. Bu durumda bir çocuğun Almanya, Fransa, İtalya gibi ülkelerin kitaplarını sevmesinden daha çok yukarıda vurguladığımız koşullar öne çıkar. Pinokyo İtalyandır; Pippi İsveç, Pıtırcık Fransız, Şeker Portakalı Brezilyalı. Daha çok örnek vermek olasıdır ama okur bile bunları sayabilme konusunda eminim yeteneğini gösterecektir.
Tuğçe Özdeniz: Özgün bir dille yazılmış, yaratıcılığı ve hayal gücünü ön plana çıkaran, çocuk aklını küçümsemeyen, çocuklara "parmak sallamayan" kitaplar çocuklar tarafından hep seviliyor aslında. Tek bir dilden ya da kültürden kitapların daha çok sevildiğini söylemek yanıltıcı olur. Çocukların her birinin ilgi alanları, zevkleri, kişisel özellikleri farklı. Bunu göz önünde bulundurarak yayın programındaki çeşitliliği zengin tutmak faydalı oluyor. Fakat tabii çocuklar, belirli bir yaşa kadar okuyacakları kitaplara kendileri karar vermiyor. Bu durumda ebeveynlerin ve öğretmenlerin zevkleri ve bazen de önyargıları belirleyici olabiliyor. Zaman zaman sırf bu yüzden yayıncıların eli kolu bağlanıyor, kolaya kaçıp daha güvenli sularda yüzmeyi tercih edebiliyorlar. Özellikle "hassas" konularda, örneğin din üzerine ya da ölüm üzerine bir çocuk kitabı seçerken bazen yayın kurulu bir kitabı ne kadar beğenirse beğensin kesin bir karara varmak kolay olmuyor.
Çocuk her ne kadar içine doğduğu kültüre ait bir varlık gibi görünse de bir süre evrensel yönü daha ağır basar. Onun işi hayatı kavramaktır. Bu nedenle farklı kültürlerden gelen kitaplar eğer onun ilgisini çekiyorsa kimden geldiğini umursamaz.
Canan Topaloğlu: Çocukların sevdiği kitaplarla, çocuklar için kitap seçen yetişkinlerin "uygun" bulduğu kitaplar fazlaca örtüşmüyor diyebiliriz. Çocukların sevdiği kitaplara baktığımızda, İngiltere ve Amerika kaynaklı kitapların çoğunlukta olduğunu görüyoruz. Dünya "eğlence" sektörünün iplerini elinde tutan bu ülkeler, kitaplarında daha az yerel unsur kullanarak ve global pazarlamaya uygun konu/ dil tercihleri yaparak tüm dünya çocuklarının kalbini çalmayı başarıyorlar. Uygun kitaplara gelince, konu ve işleniş açısından, kültürel yapısı ve eğitim anlayışı bizimkine benzeyen ülkelerin kitaplarından bahsetmek mümkün. Çevrilebilirlik açısından uygunluğu tartışırsak yine global hedeflerle yazılmış kitapların daha rahat çevrilebildiğini söyleyebiliriz.
Bahar Ulukan: Bu soruyu daha çok/ daha az olarak yanıtlamak ne kadar doğru olur bilemiyorum. Türkiye ya da dünyanın herhangi bir yerindeki çocuk için asıl gıdanın yerli edebiyat olduğuna inanıyorum. Ülkemizdeki çocuklar da yerli yazarlarımızın kitaplarını çok seviyorlar. Gülten Dayıoğlu, Rıfat Ilgaz, Aziz Nesin, Yalvaç Ural, Sevim Ak gibi ustaların eserlerinden aldıkları tadın, sıcaklığın çeviri kitaplardan aldıklarından farklı, belki daha sıcak olduğunu düşünüyorum. Öte yandan çocuklarımız çeviri kitaplara da çok düşkünler, doğaları gereği, hayal gücü ve merak kapılarını ardına dek açtığı, dünyalarının sınırlarını genişlettiği için. Modernleşme geçmişi olan bir ülke olarak Türkiye’de Batı, özellikle Avrupa kökenli çocuk edebiyatı tercih ediliyor. Burada bir parantez açayım ve yayıncıların unuttuğu ya da fark etmediği coğrafyaların da var olduğunu ekleyeyim. Çocuklarımızın sevdiği çeviri kitapların memleketlerini düşününce ilk aklıma gelenler İtalya (Carlo Collodi, Gianni Rodari, Italo Calvino, Angela Nanetti), Fransa (Antoine de Saint-Exupéry, René Goscinny), Almanya (Angela Sommer-Bodenburg, Michael Ende, Erich Kästner, Thomas Brezina), Birleşik Krallık (J.K. Rowling, Roald Dahl, Enid Blyton), Avusturya (Christine Nöstlinger), İsveç (Astrid Lindgren, Asa Lind), Polonya (Janosch), Amerika (Arnold Lobel, Jeff Kinney, Maurice Sendak, Eric Carle…) oluyor.
"Uygunluk" meselesine dönelim yine...
Bahar Ulukan: Bu bence bambaşka bir konu. Çocuk gerçekliğini kalbinden kavramış her kitabın -hangi kültürde üretilmiş olursa olsun- çocuklarda hak ettiği karşılığı bulduğuna inanıyorum. Bunun kanıtı da sanırım bu yazarların eserlerinin sadece bizim değil, tüm dünyadan çocuklar tarafından çok seviliyor olması. Dolayısıyla çocukluğun memleketi yoktur diye özetleyeyim; sevgili Murathan Mungan’ın da dediği gibi “Çocukluk başlı başına bir memlekettir.”
Şimdi de "uygun" olma ve olmama durumlarını konuşmaya başlayalım. Çocuk kitaplarının konu seçiminden başlayalım, istenmeyen karakterler, hikâyeler ya da isimler neler oluyor? Kültürel farklılıkları konuşmak istiyorum kısacası.
Mehmet Erkurt: Çocuk kitapları sürekli otoritenin "istememeleriyle" mücadele ederek var olmaya çalışıyor. Özellikle "kültürümüze, geleneklerimize uygunluk" ya da "aile yapısına uygunluk" gibi kısıtlayıcı, ötekileştiriciden öte düşmanlaştırıcı, tanımı ya da ölçüsü olmayan ölçütlerle çepeçevre. Bu açıdan, istenmeyenleri listelemek hem çok kolay hem de çok güç. Çünkü devlet, okul, ebeveyn gibi çocuğun korunmasını üstlenmiş yetişkin otoritelerle kurduğunuz diyaloglarda, her zaman yeni bir "istenmeyenle" karşılaşabilirsiniz. Bu, bazen bir türün kendisi olur, polisiye gibi (cinayet var!), bilimkurgu gibi (ne gerek var!), fantastik gibi (gerçek değil ki!), çizgi roman gibi (edebiyat değil ki!)…
Filiz Özdem: Biz yayınevi olarak pek "uygun" olma ya da olmama durumuna değil başka ölçütlere bakıyoruz. Seçtiğimiz kitapların cinsiyetçi, ırkçı, ayrımcı, ayrıştırıcı hikâyeler olmamasına dikkat ediyoruz. Etnik, dinsel, bedensel, zihinsel farklılıkları aşağılayıcı bir hikâye çıkarsa karşımıza, ilgilenmiyoruz. Kültürel farklılıklar daha çok, yurtdışında yeni bir alan sayılabilecek, güncel ilkgençlik ve gençlik kitaplarında ortaya çıkabiliyor. Kitaplar yayın kurulumuzda değerlendirilirken dikkate alınan esas ölçüt hikâyenin kültürümüze ne kadar uyacağından ziyade eserin özgünlüğü oluyor. Kültürel farklar yayın çizgimize uygun bulduğumuz kitapları yayımlamamızı engellemez. Bu arada kişisel görüşümü dile getirecek olursam, zaten 13-14 yaş itibarıyla çocuklar yetişkin edebiyatına geçiş yapabilir.
Tuğçe Özdeniz: Çağdaş Dünya Çocuk Edebiyatı uzun zamandır modern zaman çocuklarının yaşadığı sorunlara yer veriyor. Diğerlerinden farklı hayatları olan çocukların hikâyelerine sık rastlıyoruz. Mesela geçirdiği bir hastalık yüzünden hayatı altüst olan bir çocuğun, anne-babası boşandığı için bocalayan ve yeni hayatına adapte olmakta güçlük çeken bir çocuğun, savaş ya da depremde ailesini ya da evini kaybetmiş bir çocuğun ana karakter olduğu hikâyeler var. Oysa yakın zamana kadar Türkçeye çevrilmiş örnekleri pek azdı çünkü bu ve benzeri konular "tabu" ya da "zor" konular olarak görülüyordu. Çeşitli dillerden çocuk kitaplarını incelerken, kültürel farklılıklar bazen beklenmedik şekillerde karşınıza çıkabiliyor. Örneğin İsveççe resimli bir kitapta eşcinsel ebeveynler ve büyüttükleri çocuk karakter kitabın doğal bir parçasıyken Türkiye'de bırakın onların "istenmeyen karakter" olmasını, bu kitabı yayımlamayı düşünmek bile söz konusu olamıyor.
Çocuk kitapları sürekli otoritenin "istememeleriyle" mücadele ederek var olmaya çalışıyor. Özellikle "kültürümüze, geleneklerimize uygunluk" ya da "aile yapısına uygunluk" gibi kısıtlayıcı, ötekileştiriciden öte düşmanlaştırıcı, tanımı ya da ölçüsü olmayan ölçütlerle çepeçevre.
Mehmet Erkurt: Bazen öyküler ve temalar başlı başına sorun olabilir. Bir kızla bir oğlanın yakınlaşmasının nereye gidebileceğine dair cepte hep bir kaygı vardır mesela -eşcinsel bir yakınlaşma zaten söz konusu dahi olamaz! Öyküde boşanma var diye kitabı olduğu gibi reddeden okullar biliyoruz. Tartışılmayan millî değerler, dinî yorumlar, düşünsel ve davranışsal tabular ışığında "istenmeyen" listeleri oluşuyor. Farklı dinlerin, halkların, insanların öykülerini, onların bizden farklı olan alışkanlıklarını, yaşayışlarını ve ritüellerini öne çıkararak konu etmenin bir "özendirme" olarak algılanabildiğini hâlâ görüyoruz. Burada anlamamız gereken, yetişkinin kimi korumaya çalıştığı. Çocuğu mu, kendini mi? Eserin çocukta soru uyandırmasına, kafa karışıklığı yaratmasına ciddi bir "sorun" gibi bakıyoruz. Soruya ve kafa karışıklığına eşlik etmek, eleştiriyi birlikte kurgulamak gibi insani yetilerimiz olduğunu unutuyoruz. Bu kendine güvensizlik "istenmeyen" öyküler, karakterler, unsurlar listesini artırıyor. "İstenmeyenlerin" başında edebî niteliksizliğin, kurgusal sorunların, dilde noksanlığın, öykü fakirliğinin, şiddet övgüsünün, ötekileştirmenin, cinsiyetçiliğin, yok saymanın, çocuğu aptal yerine koymanın geldiğini söylemeyi çok isterdim. Ama ne yazık ki başlıca "istenmeyen" ve en yaygın tepkiyi alanlar, hâlâ ve inatla, farklı olan ve zihinde soru uyandıran şeyler. Yine de söylemeden geçmeyelim: Bu kalıplaşmışlığa karşı duran yazarların, yayınevlerinin, ebeveynlerin sayısı da etkinliği de günden güne artıyor.
Canan Topaloğlu: Çocukların, içinde yaşanılan toplumun değerlerini benimseyip "ahlaklı ve kültürlü" bireyler olması için kitap seçen ve okutan yetişkinlerin istemediği birçok konu var elbette. Burada uzun uzun bahsetmek olanaklı değil ama temel birkaç şeyi sıralayabiliriz: farklı dinlerden unsurlar, cinselliğe ve aşka dair göndermeler/ imalar, Türkiye’de tasvip edilmeyen yaşam alışkanlıklarına/ biçimlerine sahip karakterler. Çeviriye uygunluk meselesine gelirsek, bir kültürün, bir dilin kendine has niteliklerini barındıran, sadece o dil algısının içinde yoğrulmuş insanların kavrayabileceği inceliklere sahip kitapların çevirisi, diğer edebiyat kategorilerinde olduğu gibi çocuk edebiyatında da sıkıntılı ve çokça tartışılan bir konu. Birtakım metinleri çevirme cesareti gösterseniz de kitaplaştırdığınız metin, orijinal metnin gölgesi olmaktan öteye gidemeyebilir.
Necdet Neydim: Edebiyat, asla ahlakçı olmaz; ahlaklıdır. Doğruyu söyler. Edebiyatın görevi gerçeği -eğer çocuğa anlatmak istiyorsa- ona uygun bir dil, biçem ve biçim ile anlatmayı becerebilmelidir. Aksi durumda yazmazsınız olur biter. Yasaklı edebiyat düz metin olmaktan öteye gitmez ve bu da o edebiyatın asla estetik bir değere ulaşamayacağı ve evrenselleşemeyeceği anlamına gelir.
Bahar Ulukan: Bu son derece verimli bir tartışma. "Uygun" olma ve olmama konusunda hareket zemini çocuğa görelik ilkesi olmalıdır bence. Her yaş grubunun gelişim açısından farklı hassasiyetleri olduğundan "uygunsuz" olanın çoğu zaman anlatım/ aktarım olduğunu düşünüyorum. Yani örneğin şiddet ya da cinsellik kavramlarının hangi yaşa nasıl anlatıldığı önemli. Anlatılmış olması da çok önemli ve gerekli ayrıca. Fakat eğitsel kaygıların ağır bastığı anlayışlar bir çocuk kitabının "şiddet içermesi" ile "şiddeti işlemesi" arasındaki farkı çoğu zaman gözden kaçırıyor. Aynı şekilde, metinde sigara ya da alkolün belirmesi, argo kelimelerin kullanılması, hatta kültürümüzde "hoşlanılmayan" zavallı domuzcukların varlığı bile bazen ebeveyn ve öğretmen tarafından o kitabı, bu öğeler içinde hangi şekilde yer alırsa alsın, bir çırpıda "uygunsuz" kategorisine atabiliyor. Evet, yetişkinler elbette çocuğun okuyacağı kitabın ona "uygun" olması konusunda sorumluluk sahibidir fakat alarma geçip filtreleri devreye sokmadan önce metnin mesajından kesinlikle emin olunmalı. Öte yandan, çocuk kitaplarında yer almaması gerektiğine inandığım iki konu var: o da dini mesajlar ve ideolojiler. Akran zorbalığı, cinsiyetçi ve ırkçı tutumlar da her zaman radarlarımızın açık olduğu konular. Tabii burada yazarlar dışında, çevirmen ve editörlere de çok sorumluluk düşüyor. Çocuk kitaplarında evrensel, barışçıl, eşitlikçi bir dil kurma sorumluluğu, hatta zorunluluğu, ancak ortak bir anlayışla gerçekleştirilebilir.
Peki bunların çevirisinde ne tür yöntemler kullanılıyor? Bir karakter Türkiye için uygun değilse mesela ya da hikâyede pürüzler varsa onlar yok ediliyor mu? Ne yapılıyor?
Filiz Özdem: Dediğim gibi biz zaten yayın çizgimize uymayan hikâyeleri yayımlamıyoruz. Dolayısıyla karakter uygun değil, vb. gerekçelerle bir uyarlama yapmak da pek söz konusu olmuyor.
Tuğçe Özdeniz: Bazı durumlarda kitabın yayımlanmasından en baştan vazgeçiliyor. Bir karakteri değiştirmek, "hoş karşılanmayacak" ayrıntıları yeniden yazmak ya da sansürlemek mümkün değil. Zaten kitabın yurt dışındaki yayıncısının ya da bizzat yazarının da bunu kabul etmesi olanaksız. Bu durumda kitaptaki bütün karakterleri ve kültürel ayrıntıları derinlemesine inceleyip öyle karar vermek gerekiyor.
Evet, yetişkinler elbette çocuğun okuyacağı kitabın ona "uygun" olması konusunda sorumluluk sahibidir fakat alarma geçip filtreleri devreye sokmadan önce metnin mesajından kesinlikle emin olunmalı.
Necdet Neydim: Çeviri edebiyatta çocuğun kültürel anlamda yabancı kalacağı ya da henüz o dönemde karşılaşmasında yarar görülmeyen durumlarda metne dönük müdahaleler olabilir. Çocuk kültürel olarak savunmasız bir varlıktır. Eğer çeviri yoluyla çok güçlü bir kültürel bombardıman ile karşılaşıyorsa bu durumda onun korunması gerekir ancak bu çocuğun yabancı kültürü tanıma özgürlüğünü engelleyecek duruma ulaşamamalıdır, yani çocuk fanusa alınmamalıdır.
Canan Topaloğlu: Çeviri eserin seçimi ve çevirisi sürecinde izlenen yöntemler, yayınevinin politikasına ve yayıncılık anlayışına göre çeşitlilik gösteriyor. Biz, örneğin isim yerelleştirmesine, sadece çok küçük yaş kitaplarında ya da özel isimlerin kaynak dildeki anlamı hikâyenin örülmesinde başat bir role sahipse, gidiyoruz. Pürüz olarak nitelenebilecek unsurların yok edilmesi ise kaçındığımız bir uygulama. Kimilerince pürüz olarak nitelenen unsurun, o kitabın okuruna ulaşmasını engelleyeceğini, kitabın çocukla buluşma yollarını tamamen kapatacağını düşünüyorsak, o kitabı törpüleyip ucubeleştirmektense yapmamayı tercih ediyoruz. Çocukla buluşma için alternatif yollar bulunabileceğini, sınırlı sayıda da olsa bazı çocuklara erişebileceğimizi ve erişmemiz gerektiğini düşündüğümüz kitapları ise pürüzlerini olduğu gibi bırakarak bir cesaret yola çıkıp yapıyoruz.
Bahar Ulukan: Aslında bu konunun daha başta yani kitabı seçerken devreye girmesi gerekiyor. Yani karakterin ya da hikâyenin Türkiye için uygun olmadığını düşünen yayıncı o kitabın yayın haklarını satın almamalıdır. Fakat burada kurguya hizmet etmeyen, kitabın kültürel aktarımını engellemeyen "pürüzlerden" bahsediyorsak bu pürüzler çevirmen-editör ve yayınevi üçlüsü arasında çözülebilir.
Dilsel bağlamda nelere dikkat ediyorsunuz? Çocuklar için nasıl bir dilin kullanılması önemseniyor? Yasaklı kelimeler var mı mesela?
Mehmet Erkurt: Konu çocuk edebiyatı olduğunda kelime ve ifade seçimleri, anlatımda yetkinlik apayrı bir önem taşıyor. Çocuk, içindeki o, toplum tarafından henüz fazlasıyla yıpratılmamış duygu zenginliğini ifade edebileceği örnek durumları ve sözcükleri otantik bir öyküde, onu kapıp götüren bir anlatımda bulmaktan büyük keyif duyabilir. Çocuğun deneyim düzeyini gözeten, deneyimlemediği şeyle de onu kavrayabilmesini sağlayacak öyküsel ve betimsel köprüler kuran, hayal patikalarına set çekmeyen bir anlatıcının akıcı, yetkin, zengin dili… bir editörün hayali tam da böyle bir edebiyatçıyla yazarla veya çevirmenle çalışmak, kuşkusuz. Güvendiğiniz bir eseri seçtiğiniz zaman, içerikte yasağa veya sansüre gerek duymuyorsunuz. Eseri öncesinde okurken ya da nelere dikkat edeceğini bildiğiniz bir lektöre okuturken nelerle karşılaşacağınızı öğreniyorsunuz ve göze alıyorsunuz. Yazım ya da çeviriyi izleyen süreçte sadece daha iyi öneriler üzerine konuşuyorsunuz. Bu editoryal cephede cereyan eden, bazen de kısmen hayal edilen süreç elbette. Yoksa dış çember, yetişkin dünya sizden birtakım yasakları sürekli talep ediyor. Önceki soruda değindiğim o "millî/ dinî değerlere" aykırı görünen unsurların çıkarılması, dönüştürülmesi, yabancılığı yok edilecek şekilde yerelleştirilmesi elbette tam da sözünü ettiğiniz yasağa ya da sansüre bir örnek. Bir de şu dertli "argo" ve aşağılayıcı dil kullanımı konusu var. Bu sözcükleri gördüğü anda metne set çeken yetişkinlerimizle sık sık iletişim içerisindeyiz. Bu ifadelerin dildeki işlevini ve öyküde yansıttığı toplumsal gerçekliği, insanlık durumunu düşünmeye çalışıyoruz birlikte. Bir şeyleri teşvik etme amacı güdülmediği üzerinde durmaya çalışıyoruz. Çünkü şunun da farkındayız ki bu argonun ya da muhatabı aşağılayan dilin yerli yersiz, çiğliğe dayalı sözde bir mizah yakalama amacıyla kullanıldığı vaki. Ama metinle kurulan ilişki bu kullanımın doğasını zaten gösterir. Salt sözcük avcılığı ve göz gezdirmeye dayalı ayıklamalardan yola çıkan kınamalarla karşılaşmak üzücü olan. Bilinçli seçimleri konuşup "yasakları" anlayışımızdan çıkarmamız gerekiyor. Çünkü dildeki yasak ve ayıp tanımı bazen öyle bir noktaya varıyor ki çocukla hiçbir şeyi "konuşamayan" metinlere maruz kalıyoruz. Çocukla konuşamayan yetişkinlerin çocukla konuşamayan metinlerine. Zaten bir zenginlik ve derinlik yansıttığına pek az şahit olduğumuz o çocuğa yönelik söz alanlarını bir de yasaklarla fakirleştirince, çiçekleri ve kökleri yolunmuş, suyu kurutulmuş, yerine krepon kâğıtlarıyla süslenmiş çorak bir toprak parçasıyla, hayattan kopuk sakil bir oyunun dekoruyla karşılaşıyoruz.
Filiz Özdem: Bugüne kadar pek bu tür bir sorunla karşılaşmadık. Dediğim gibi kitaplar zaten yayın kurulunda incelenerek kabul ediliyor. Ama yurtdışında bazı konularda esneklik var ya da editörlük aşamasında dosyalara bizim yayınevi olarak yöneldiğimiz kadar hassasiyetle yönelmiyorlar. Örneğin, ilkokul çağındaki kimi kitaplarda fosur fosur sigara içen kahramanlar olabiliyor. Buna gerek yok. Ben bir kitabı çevirirken yazarıyla yazışıp bu konuda ne düşündüğünü sormuştum. Bana şaşkınlıkla cevap verdi. “Bugüne kadar bunu hiç düşünmemiştim ve hiç de dikkat etmemiştim, üstelik yayıncılarım da beni bu konuda uyarmadı; bundan sonra kendi ülkemdeki ve çevrildiği dillerdeki yayıncılardan tekrar baskılarda bunu düzeltmeyi talep edeceğim” dedi. Türkçedeki o kahramana da sigara içirtmedik. Ama diyelim ki klasik bir masal anlatılıyor ve orada kahramanlar içki içiyor, tabii ki bunlara müdahale etmiyoruz. Ayrıca haklarını aldığımız kitapların metni üzerinde yurtdışındaki yayıncının izni ve onayı olmadan uyarlama yapamayız.
Tuğçe Özdeniz: Çocuklar için kitap yayına hazırlamak daha dikkatli olmayı gerektiriyor. Öğrenme süreçlerinde okudukları bu kitaplarda yanlış noktalama işaretleriyle ve yazım yanlışlarıyla karşılaşmalarını istemiyoruz. Bu yüzden yaptığımız en ufak tashih bizi çok üzüyor. Çevirilerde anlaşılır ve duru bir dil kullanılmasını önemsiyoruz. Bunun yanı sıra, kelime haznelerini zenginleştirecek farklı sözcüklerin ve deyimlerin kullanılmasına özen gösteriyoruz. Yaş gruplarına göre cümle uzunluklarına dikkat etmemiz gerekiyor. İlk okuma çağındaki çocuklar devrik cümleleri anlamakta güçlük çekiyor, bu yüzden bazen çevirmen tercihlerine müdahale etmemiz gerekebiliyor. Mizahi yönü ağır basan bazı kitaplarda argo kullanılabiliyor ama bunun dozunu da iyi ayarlamak gerekiyor.
Dildeki yasak ve ayıp tanımı bazen öyle bir noktaya varıyor ki çocukla hiçbir şeyi "konuşamayan" metinlere maruz kalıyoruz. Çocukla konuşamayan yetişkinlerin çocukla konuşamayan metinlerine...
Canan Topaloğlu: Çeviri eserlerde, üzerinde uzlaşılan en önemli konu, kitabın "Türkçeleştirilebilmiş" olması. Metindeki tüm kelimeler Türkçe olabilir ama toplamına baktığınızda bazı metinler için “Bu Türkçe değil” dersiniz. O yüzden, özenli bir çalışmayla çevrilmiş ve düzeltilmiş olması, orijinal dildeki ritmin ve üslubun Türkçede yeniden yaratılabilmiş olması en önemli konular. Kullanılan dil ve yasaklı kelimeler konusu ise çevirinin ardından değil, çeviri eseri seçme sürecinde göze alınması gereken unsurlar. Kullanılan dilin, çocuğun yaşına uygun olması, soluksuz kalmadan okuyabileceği ve anlamlandırabileceği düzeyde olması önemli. Yasaklı kelimeler elbette var. Argo ifadeler bunların en başında geliyor.
Bahar Ulukan: "Yasaklı" kelimesine alerjim var. Dilsel bağlamı yine yukarıda bahsettiğimiz yaş gruplarının ve bu grupların dil bilincinin gelişiminin belirlediğini düşünüyorum. Yani çocuğa görelik ilkesi. Beş yaşındaki çocuk ile dokuz yaşındaki çocuk için kullanılan sözcükler ve cümle yapısı farklılık gösterir. Bu hayati bir konu çünkü bu konudaki özensizlik çocuğun dil gelişimine ve edebiyattan alacağı zevke ket vurur. Çocuk okuduğunu anlamamasının faturasını kendine keser ve kitaptan uzaklaşır. Öte yandan, yaş grubu ne olursa olsun, okur çocuk olduğu için, doğru söz dizimi ve imla yardımıyla, Türkçenin söz varlığına ve anlatım gücüne de dikkati çekerek anlaşılır ve açık bir dilin kullanılması önemlidir.
Kitaptaki karakterlerin isimlerinin yerelleştirilmesini savunuyor musunuz? Ya da diyelim İsveç kültürüne ait bir ayrıntının yok edilip bizdeki benzeriyle değiştirilmesini kabul eder misiniz?
Filiz Özdem: Çok küçük yaş gruplarında uyarlamalar yapılabilir, buna karşı değiliz. Bazen hikâyedeki kahramanların adlarının anlamları oluyor, onları kendi dilinde bıraksanız anlam kaybı oluyor. O durumlarda uyarlamalar yapılabilir. Ama farklı bir kültüre ait dokunun da yerelleştirilmesini savunmayız. Sonuç olarak eldeki bir çeviri kitapsa o kültürün de çocuğa aktarılması gerekir. Bizim izlediğimiz yol kendi yayınevi yaş skalamıza göre yedi yaşına kadar olan kitaplarda adları uyarlamak, bunu okumaya yeni ısınan okurun okuma deneyimini çok zorlaştırmamak adına yapıyoruz, sekiz yaşından itibaren yabancı adların Türkçe okunuşlarını hikâyenin başına ekliyoruz.
Tuğçe Özdeniz: Farklı dillerden kitaplar seçip yayına hazırlamanın en güzel yanlarından biri de çocuklara henüz keşfetmedikleri koca bir dünya olduğunu hatırlatmak, onları -kurmaca da olsa- kendi yaşadıklarından çok farklı evlerde yaşayan, bambaşka yemekler yiyen, hiç duymadıkları isimleri olan yaşıtlarıyla tanıştırmak. Bu yüzden kitaptaki karakterlerin isimlerinin olduğu hâliyle kalmasını savunuyorum. Kısa bir süre önce, tam da bu konuyla ilgili karar vermem gereken bir örnekle karşılaştım. İsveççeden bir deneme çevirisini inceliyordum. Çevirmenimiz İsveç'te saklambaç oyununun Türkiye'de bildiğimizden farklı oynandığını not etmişti, bu ayrıntıyı yerelleştirseydik oyunun oynandığı bütün sahne değişecek ve anlamını yitirecekti. Değiştirmemeyi tercih ettik. Kitabı okurken bu tür kültürel ayrıntıları fark eden bir çocuğun öğrendiği yeni bilgiyi heyecanla bir arkadaşıyla paylaşacağını hayal edip gülümsüyorum.
Necdet Neydim: Şimdi bunu yapmak, yani uyarlama veya yerlileştirme politikası izlemek, metnin temel paradigmasını değiştirme hakkını vermez; bunu metnin özüne sadık kalarak yapmak gerekir ki bu zor bir konudur ve ideolojik yönü ağır basar.
Mehmet Erkurt: Kendi kültürünün dışından olan bir unsuru, giysiyi, yiyeceği, nidayı anlaşılır kılmak, elbette çevirinin olmazsa olmazı. Çocuk kitaplarında bu anlaşılırlık daha önemli mi, bir açıdan öyle, çünkü henüz kültürler arası iletişime, etimolojiye ya da bilgi çeşitliliğine temas etmemiş bir çocuk için bu anlaşılırlık meselesini iki kez düşünmek gerekiyor. Kaynak kültürü yansıtma uğruna, gerek sözcüklerle gerekse anlatımla inşa edilmiş bir yabancılık dalgası içinde çocuk, bir yetişkinin savrulmayacağı kadar savruluyor ve öyküye bile erişemiyorsa, orada zaten ciddi bir hata ya da farklı bir amaç var demektir. Farklı çeviri stratejileriyle, genişletmeyle, dile ve üsluba yedirilebilecek bir açıklayıcılık şansı yakalanabilmişse onu kullanarak ya da çocuk kitabı yayıncılarının korktuğu, aslında o kadar da korkulmaması gerektiğini düşündüğüm, dozunda verilmiş dipnotlarla -yan notlarla ya da yayıncının önereceği çekici tasarımlarla- kaynak metnin sunabileceği yeni zenginlik büyük ölçüde korunabilir. Elbette kayıplar olacaktır, bu da çevirinin kaçınılmazı; nihayetinde yeni bir metin yazılıyor. Ama bu anlaşılır kılma çabası esnasında o kültürün yabancılığını, farklılığını, rengini ve yeniliğini dümdüz eden bir yerelleştirmeye gidiliyorsa, hayır, bunu savunamam. Her şeyden önce ayıptır, okura da kültüre de. Bilhassa da çocuğa ve çocukluğuna. Edebiyatın hayata ve insana dair çeşitlilik sunma, merak uyandırma gücüne ket vurmaya döner iş o zaman. İnsanı yok saymaya, hatta. Çocuk anlamaz’a, çocuk bıkar’a, çocuk istemez’e bu kadar sıkışmayıp çocuğa neler sunduğumuzu ya da kaybettirdiğimizi düşünmemiz gerekiyor.
Farklı dillerden kitaplar seçip yayına hazırlamanın en güzel yanlarından biri de çocuklara henüz keşfetmedikleri koca bir dünya olduğunu hatırlatmak, onları -kurmaca da olsa- kendi yaşadıklarından çok farklı evlerde yaşayan, bambaşka yemekler yiyen, hiç duymadıkları isimleri olan yaşıtlarıyla tanıştırmak.
Canan Topaloğlu: Önceki sorulardan birinde belirttiğim gibi, isim yerelleştirmeyi istisnai durumlarda yapıyoruz. Kültürel ayrıntıların yerelleştirilmesi ise bizim yayıncılık anlayışımıza uygun değil. Çeviri eserleri neden yayımlıyoruz? Çocukları kendi çerçevelerinin dışındaki yaşamlarla tanıştırmak, ufuklarını genişletmek, başka dünyalardan başka öykülerle buluşturmak için. Bu amaçlarla yola çıkıp sonra da kitaptaki yerel bir bayramın adını Türkiye’deki bir bayramla değiştirmeyi pek anlamlı bulmuyoruz. Ancak tabii ki birebir çevirisi Türkçede hiçbir anlam taşımayan deyimleri, deyişleri yerelleştiriyoruz. Bu işi de özenle, karaktere ve bağlama uygun olarak, şehir/ kasaba/ köy ağızlarını göz önünde bulundurarak yapmaya çabalıyoruz.
Mehmet Erkurt: Nesillerdir çocukları kendi duygularıyla buluşturan Şeker Portakalı’nı ve onu izleyen Güneşi Uyandıralım’ı, Delifişek’i düşünün. Aydın Emeç’in koruduğu Brezilya ayrıntıları ve Portekizce dil unsurları hangi çocuğu soğutmuş? Yine de biz editörler bu savunmadığım yerelleştirmenin yapılmasına göz yummak zorunda kaldık mı, çok. Kitap yetişkinler tarafından taşlanmasın diye zavallı Noel’in sürekli "yılbaşı"na dönüştürüldüğünü çok gördük mesela. Sofradaki domuz pirzolayı kuzu pirzola yaparak çok çocuğun dimağını kurtarmışızdır (!) da o çocukları, illüstrasyondaki "domuz kumbara"dan bile rahatsızlık duyup yayınevine telefon eden ebeveynin düşünsel cenderesinden kurtaramamışızdır. Deneyimlerimde bir sahneyi külliyen atmak ya da dönüştürmek gibi bir karar hatırlamıyorum. Böyle bir çıkmaz durumunda verilen karar, genelde kitabı hiç yayımlamamak oldu. İstenmeyen unsurun, ancak metinde bir ayrıntı düzeyindeyse çıkarıldığını gördüm ki, ayrıntıyı çıkarmak, ayrıntının kendisinden çok daha fazlasını ifade eder genelde. Örneğin birkaç yayınevinde, eşcinselliği ifade eden veya anıştıran sözcüklerin çeviride dönüştürüldüğüne ya da çıkarıldığına tanık oldum. Bu bir "yerelleştirme" mi? Bir anlamda öyle çünkü metnin, “Bizde ‘öyle şey’ olmaz!” diyen yetişkin zihniyet tarafından onaylanması için yapılıyor. İnkâra dayalı bir "yerelleştirme" ya da ürkütücü bir "bizleştirme" diyelim. Bir zamanlar Ali’leşen André’ler, Zehra’laşan Sera’lar görürdük, galiba onu pek görmüyoruz artık–böyle diyorum çünkü epeydir elime böyle bir örnek geçmedi. Yerelleştirirkenki saiklerimiz neler, tekrar tekrar düşünmeli. Yabancı olanı ayıklar ya da eritirken neyi ve kimi tatmin ettiğimizin, hangi insanlık hâlini beslediğimizin farkında olalım.
Bahar Ulukan: Metnin kültürel aktarımını ve anlatım gücünü zedelemeyecekse yerelleştirmekten yanayım. Bu konuda değerli çevirmen Vivet Kanetti’nin çevirdiği Pıtırcık serisi müthiştir. Yerelleştirmenin metne hakiki bir tat verdiği özel bir örnektir bu seri. Öte yandan, başta da vurguladığım gibi kültürel bir ayrıntının yok edilmesini asla savunamam; bu türden bir öğe dipnotlarla ya da kitabın girişinde ayrıca açıklanabilir ya da kitap hiç yayımlanmaz. Tüm bu kararlar yine elbette çevirmen- editör- yayınevi üçlüsünün ortak kararıyla gerçekleşir.
Çeviri çocuk kitaplarıyla telif kitapların etkileşimini nasıl görüyorsunuz?
Necdet Neydim: Even-Zohar’ın “Çoğul Dizge” kuramına baktığımızda Zohar, edebiyat dizgesinde bulunmayan bir türün veya alanın çeviri yoluyla tamamlandığını ve bu süreçte çevirinin merkez konumuna geçtiğini vurgular. Türkiye’de -Osmanlı’dan başlayarak- çocuk edebiyatı çeviriyle başlamış ve bugüne kadar çeviri önce merkez, sonra merkeze yakın bir yerde hep varlığını ve ağırlığını sürdürmüştür. Yerli edebiyatın gelişimi çeviriden etkilense de bu etkileşimin sürmesini ve yeni açılımların ortaya çıkmasını eğitim sisteminin denetleyici ve yayıncı ve edebiyatçıların bu denetlemeye teslimiyetçi yaklaşımı edebiyatın gelişimi engellemiştir.
Mehmet Erkurt: Görece olumlu gördüğüm konulardan biri. Çocuğa bir öykü anlatırken ya da o öyküde bir çocuğu, bir genci konu ederken ille de didaktizme sığınmak zorunda olmadığımızı, dikkatli olacağız derken nasıl da öykü yazamaz hâle gelebildiğimizi, kendimize bir türlü güvenemediğimiz noktaları büyük ölçüde bu türün çeviriyle gelmiş iyi örneklerinden gördük. Özellikle de son yirmi yılda. Elbette bu etkileşimin kalitesini ve sığasını hem o dönemde yayınevlerinin çeviri için seçmeyi göze aldığı eserler ve Türkiye’nin okurluğu belirliyor. Bu etkileşim, bu kitapları okuduğumuz ölçüde gerçekleşiyor ya da gerçekleşemiyor. Tekil örnekler ya da kısmi dönüşümler dışında köklü bir etkileşim olmadığını da buradan anlayabiliriz aslında. Yayınevlerinin buluşturucu rolü, bir kültürü yayabilme gücü, yazarlarına bu çeviri kitapları önermesi ve göndermesi de, kuşkusuz, bir ölçüde etkili oluyor.
Tuğçe Özdeniz: Yaptığım iş dolayısıyla yabancı dilde çocuk kitaplarını daha yakından takip ediyorum. Yurt dışındaki fuarlara gittiğimizde baş döndürücü bir çeşitlilikle karşılaşıyoruz. Her yaştan çocuk için, her alanda kitaba rastlamak mümkün. Elbette iyi kitaplar olduğu kadar "iyi pazarlanan" kitaplar da var. Sıkı bir inceleme süreciyle bu ikisini birbirinden ayırt etmemiz gerekiyor. Bazı ülkelerde çocuklar için iyi kitap üretme fikri bizdekinden çok daha eskiye dayanıyor. Bu geleneğin de etkisiyle çocuklar için yazma ya da çizme fikri daha çok ciddiye alınıyor. Türkiye’de de bu işi ciddiye alan çocuk kitapları yazarları ve çizerleri var. Çağdaş dünya çocuk edebiyatını takip ettiklerine, çok okuduklarına, uluslararası fuarlara katıldıklarına tanık oluyorum. Ne var ki ifade özgürlüğünün daha gelişmiş olduğu kültürlerde daha yaratıcı, daha özgürlükçü metinlere rastlayıp imrendiğim de bir gerçek. Telif kitaplarda odaklanılan konuların daha sınırlı olduğu dikkatimi çekiyor. Çağdaş dünya çocuk edebiyatında rastladığımız tartışmalı konulara, "tabu" konulara telif kitaplarda daha az yer veriliyor. Belki de çocuğun kafasını karıştıran sorular sormasına neden olmaktansa onu güldüren bir hikâye anlatmak daha güvenli olduğundan... Örneğin son zamanlarda uluslararası çocuk kitapları alanında savaşla, zorunlu göçle, sığınmacılarla ilgili yayımlanan kitap sayısında bir artış oldu. Son yılların en büyük insani krizlerinden birine yakından şahit olurken bunları çocuklara açıklayabilmek bazen düşündüğümüzden de zor. İşte bu ihtiyaçla farklı yaş grupları için çeşitli çocuk kitapları yayımlandı. İsterdim ki dinlediğimiz, tanık olduğumuz onlarca hikâye varken, bu felaket bizim coğrafyamızda yaşanmışken, yurt dışından ‘ödüllü’ bir yazarın kitabını seçip yayına hazırlamak yerine bu konuda Türkiye’de yayımlanan bir çocuk kitabını yurt dışına biz tanıtsaydık.
Canan Topaloğlu: Türkiye’de çocuk edebiyatı alanında telif kitapların okurla buluşma yollarının daha açık olduğunu söylemek mümkün. Yazarlarla kitap seçen yetişkinler aynı kültürel bağlamı paylaştığı, aynı eğitim düsturlarını bellediği ve aynı otosansür yollarından geçtiği için, telif metinler çocuk okura daha rahat ulaşıyor. Çeviri eserlerde ise bu yollarda fazlasıyla engel mevcut. İçerik ve dil bağlamında, telif eserlerle çeviri eserler arasında yoğun bir etkileşim görmüyoruz. Telif eserler, toplumun rıza göstereceği çocuk metinleri üretme konusunda kendi belirlediği yöntemleri izleyerek kendi çizdiği yolda yürüyor. Etkileşime geçtikleri tek nokta, globalleşme beklentisi olanların yerel unsurlarından sıyrılmış ve mümkün olan en fazla sayıda çocuğa ulaşabilecek içerikte/biçimde metinler üretme konusunda birbirlerinden ilham almaları olarak düşünülebilir.
Bahar Ulukan: Çeviri çocuk kitaplarının Türkiye’deki telif kitapları öncelikle biçimsel, ardından içerik açısından olumlu yönde beslediğini düşünüyorum. Ne yazık ki bu tek taraflı bir etkilenme gibi geliyor bana. Türkiye’deki çocuk edebiyatının da dünya çocuk edebiyatını etkileyeceği günleri umutla bekliyorum.
“Çocuk edebiyatı yahu, nasılsa yazılır” düşüncesi hiç de yeni değil. Bu algı, yazarlıktan önce okurluğu başarması gerektiğini anlamış yazarlarla, editörlerle ve bu bağlamda ortaya konmuş iyi eserlerle sağalmaya doğru yavaş yavaş ilerlese de yaygınlığını ciddiye alınacak ölçüde koruyor hâlâ.
Çeviriye yeni yeni başlayanların ya da bir dilde çeviri yaparken yeni öğrendiği başka bir dilde çeviri yapmak isteyenlerin “Nasılsa çocuk kitabı, onu yaparım, o kolay,” dediğinde ona nasıl karşı çıkarsınız?
Mehmet Erkurt: Öncelikle çocuk kitabını ‘kolay’ diye tanımlamasından yola çıkarak, genel olarak çeviriyi o kadar da ‘kolay’ görmediği için hafiften bir şükrederiz galiba. Malum, ‘çocuk’ kolay görülüyorsa, zor görülen bir şeyler vardır bu algılayışta. Çünkü çeviriye başlamak isteyenlerin her şeyi çok kolay gören, üzerinde konuşulmaya değer bir, “Yabancı dili çok iyi biliyorum, çeviri yapmaya hazırım” duygusu vardır. Bilinçlenmemiş tanımlarla yükselmiş bir motivasyondur bu. Bu aşamada, çevirinin yalnızca yabancı bir dil bilmek değil, aynı zamanda kendi dilinde bir şey yazmak olduğunu ve bunun "kolay" diye genellenemeyeceğini hatırlamamız gerekir. Sonra da çocuk edebiyatı kısmına geliriz ve "çocuğa çevirmek kolay" düşüncesinin, aslında "çocuğa yazmak kolay" yanılgısının bir uzantısı olduğunu hatırlayıp iç çekeriz. “Çocuk kitabı kolay, onu yaparım” diyen bir çevirmen ve yazar adayına, aslında edebi bir türü de onun okurunu da aşağılamakta olduğunu hatırlatmak kulağa sert gelse de tam da budur mesele. Söz konusu adaya yönelik bir suçlama değildir bu çünkü kültürel olarak içine doğduğu, “Çocuk edebiyatı yahu, nasılsa yazılır” düşüncesi hiç de yeni değil. Bu algı, yazarlıktan önce okurluğu başarması gerektiğini anlamış yazarlarla, editörlerle ve bu bağlamda ortaya konmuş iyi eserlerle sağalmaya doğru yavaş yavaş ilerlese de yaygınlığını ciddiye alınacak ölçüde koruyor hâlâ. Okur çocuk olduğunda, dilin yetkin bir biçimde kullanımı, işçilik ve etik bir seçim olmanın ötesinde bir sorumluluğa dönüşür. Eline metni alma aşamasına gelmiş bir çocuğu edebiyatla buluşturmak ya da baş edemez hâle getirmek, yayınevinin editörlüğünden ve eşik bekçiliğinden önce dilin mimarlarının, yazarın ve çevirmenin elindedir. Yazarın ve çevirmenin, çocuğu “Hiçbir şey anlamıyorum ki” öfkesine itmeyecek, onu metinden soğutmayacak sözcükler seçmesi, bu sözcükleri seçerken de dili fakir ve sası hâle getirmeyecek bir çeşitlilik yakalaması gerekir. Çocuk edebiyatı metinlerinde tutturulması en zor dengelerden biridir bu. Dolayısıyla çevirinin güçlüğünü salt kaynak metnin anlaşılabilirliği üzerinden tanımlamak ve erek dildeki performansı göz önünde tutmamak, doğal olarak hem çeviriyi eksik tanımlamayı hem de çocuk edebiyatını ‘kolay metinler’ olarak geçiştirmeyi getirecektir.
Tuğçe Özdeniz: Maalesef bu, sık karşılaştığımız bir durum. Bir dil bilenlerin ya da yeni bir dil öğrenenlerin çoğu çocuk kitabı çevirisini kolaylıkla yapabileceklerine inanıyor. Belki çocuk kitaplarında cümle yapılarının daha basit olması, kısa ve kolay anlaşılır olması yanıltıcı oluyor. Bir çocuk kitabının kendine has bir dili, ruhu var ve kitabı bu ruhu koruyarak dilimize aktarabilmek için yalnızca dil bilmek yeterli olmuyor maalesef. Başta çağdaş dünya çocuk edebiyatını takip edip çocuk kitabı okumayı, çocuk kitapları dünyasına aşina olmayı, hatta biraz da hayalperest olmayı gerektiriyor. Bazı oyunları, tekerlemeleri, şarkıları, diyalogları çevirmek kuvvetli bir hayal gücü ve bazen de kıvrak bir mizah anlayışı gerektiriyor çünkü.
Filiz Özdem: Doğrusunu isterseniz karşı çıkmam ama böyle söyleyen birine de çeviri vermeyi desteklemem. Çocuk kitabı çevirmek hiç de kolay değildir çünkü. Bu yüzden bütün çevirmen adaylarımızdan deneme çevirisi isteriz. Deneme çevirisini uygun bulduğumuz çevirmenlerle devam ederiz. Çevrilecek metinlerin yetişkin kitaplarına göre kısa olması ne yazık ki çeviri "kolay" ilerleyecek demek değildir.
Canan Topaloğlu: Çocuk edebiyatını içeriksel ve metinsel olarak küçümseyen bir çevirmenle ya da çevirmen adayıyla uzun bir tartışmaya girmeye gerek yok. Çevirmene birkaç sayfa çeviri yaptırıp sonra da bu çeviri üzerinde birlikte çalışmak, ne kadar meşakkatli, incelik, çaba ve donanım gerektiren bir iş olduğunu kavramasına yeterli olacaktır, diye düşünüyorum.
Bahar Ulukan: Yukarıda saydığımız tüm nedenlerden dolayı çocuk kitabı çevirisi asla hafife alınacak bir konu değil. Dolayısıyla “Nasılsa çocuk kitabı” diye başlayan bir önerme baştan kaybetmeye mahkum. Çevirmenin kaynak ve hedef dile, tüm kültürel öğeleri de dahil olmak üzere, hâkim olması gerekliliğinin yanı sıra çocuk edebiyatıyla da haşır neşir bir kişi olması gerekir. Dolayısıyla her yaş grubuna dair iyi eserleri okumuş, çevirmen gözüyle incelemiş olması icap eder. Kaynak metindeki kültürel değerleri duygusunu kaybetmeden farklı bir kültürde yaşayan çocuğun ana diline aktarma güçlüğünün altından kalkabilmesi gerekiyor. Öte yandan çocuk kitabı çevirmeye niyetli biri yaratıcılığına ve Türkçeye aktarım gücüne de güvenmeli -ki bu da deneyimle ve çokça okuma yapmakla elde edilebilir- çünkü karşısına bolca kelime oyunları, ritim, vurgu, yansımalı sözcükler, hayvan sesleri, ses benzeşmeleri çıkacaktır.
Necdet Neydim: Çocuk edebiyatı alanı yayıncı, yazar, çizer ve çevirmene çok ağır bir sorumluluk yükler. Bu alan eğlencelik bir alan değildir. Kolaycı, umursamaz, küçümser bir tavırla bu alana yaklaşılmaz. Kimsenin bu alana öğrenmeden, çocuğu tanımadan, onu tanımlamadan girmesini kesinlikle önermem. Aksini yapanlar geleceğe kötülük yapıyor demektir. Ve işin daha kötüsü bu yanlışın pardonu yoktur...