Soframda Bir Melek, Frame’in, zamanı geri çağırma ve geçmişe bakma çabasının bir ürünü. Hatıralarına karşı kazandığı bir zafer... Tutulduğu fırtınayı anlatırken acıları yarıştırmak yerine, onları anlamaya ve anlamlandırmaya çalışıyor
05 Ocak 2017 14:40
“Yazmasaydım çıldırırdım” klişesini bir tarafa bırakırsak gerçekten delirmek üzereyken yazmaya koyulanlar var edebiyat tarihinde. Fakat Janet Frame, yazmak için çıldıran biriyken kendisine şizofren teşhisi konan ve klinikte yatarken kaleme aldığı The Lapoon and Other Stories isimli kitabının, Yeni Zelanda’nın en büyük ödüllerinden Hubert Church Memorial’ı kazanmasıyla lobotomiden kurtulan bir isim.
Aslında bu anekdot bile Frame’in ne kadar şanslı olduğunu ve deyim yerindeyse ipten döndüğünü gösteriyor.
İlkgençlik yıllarını kapatılma travmasıyla geçirdikten sonra Yeni Zelanda’nın en önemli yazarlarının başında gelmesi ise trajedinin umuda evrilişini simgeliyor onun için. Hüzne alışmak üzereyken ve benliğini yitirmenin eşiğine gelmişken bunları atlatma fırsatı yakalaması çok ciddi bir geri dönüş. Üstelik bu fırsat, Frame’in akıl sağlığı ve delilik gibi altı çok doldurulamamış kavramları edebiyat yardımıyla sorgulamasına da kapı aralıyor. Frame bu durumu, zaman zaman doğrudan anlatsa da bazen fırtınanın ortasında kalan karakterler aracılığıyla gündeme getiriyor.
Yaşadığı travmanın, hayatının tamamını etkileyişini ve bıraktığı derin izleri, sınır ihlali veya geri dönüşü olmayan bir vakit kaybı olarak gören yazar, buralardan kara mizah üretmeyi de bilmiş. Bir zamanlar zekâsından şüphe edilen ya da aklî melekelerini yitirdiği düşünülen Frame’in geçmişte yaşadıklarını âdeta temize çekercesine kaleme aldığı romanlar, öyküler ve şiirlerle kendisine yeni bir dünya kurduğu ya da en azından kurmaya çabaladığı tartışmasız. Kliniklerde geçirdiği günlerde hiçliğin boylarında gezinmesi ve hissettiklerini cümlelere dökmesi, hem o yeni dünya arayışının hem de kara mizahın zeminini dolduruyor.
Frame’in hayata tutunmasını sağlayan edebiyat, beri yandan kendini tekrar keşfetmesini ve gerçekliğiyle yüzleşmesini kolaylaştırıyor. Üç ciltlik otobiyografisinin tek kitapta toplanmış hali olan Soframda Bir Melek, çocukluğunu ve ailesini, üniversite yıllarını, hastane dönemlerini, Avrupa’da geçirdiği günleri, Yeni Zelanda’yı ve yazarlığa doğru yürüyüşünü anlatan önemli bir metin.
Konan yanlış teşhis ve vahşice uygulanmak istenen tedavinin arifesinde kapalı kaldığı kliniklerdeki ortam, bir şekilde Frame’in kitaplarına sızarken bu deneyimin, sonraki yıllarda hayata asılmasındaki etkisini ölçmemiz pek mümkün değil. Ancak kesin olan şu ki Frame, Yeni Zelanda’dan dünyaya yayılan şöhretini, yaşadığı travmanın ardından yazdıklarına borçlu. Çok küçük yaşlardan beri yazarlığa meraklı olan ve sürekli hikâyeler peşinde koşan Frame, vakti geldiğinde ailesini, başından geçenleri, yakın çevresini, Yeni Zelanda’yı ve kendisini konu haline getiriyor. İşte otobiyografik romanı Soframda Bir Melek de böyle doğuyor ve yazarın “mutsuzluk sisinin ardındaki hazineyi” aradığı metinlerden birine düşünüyor.
Yeni Zelanda’da ve kitaplarının yayımlandığı her yerde Frame’in başyapıtlar kaleme aldığını düşünenler ve metinlerini fazla melankolik bulanlar var. Üstelik bu yorumların hassas bir dengede durduğunu söyleyebiliriz.
Ona yöneltilen olumsuz eleştirilerin kaynağında, Yeni Zelanda toplumunun geleneksel bakış açısının payı büyük. Bunu Jane Campion şöyle açıklıyor: “Onun hayatını hayranlıkla, acımayla ve korkuyla izledim. Yeni Zelanda toplumu içinde ‘anormal’ olmak, damgalanmak demekti, ‘deli olmak’ ise telafi edilemez bir utançtı.”
Söz konusu “utancın” nefesini sürekli ensesinde hisseden ve uzun bir gezginliğe çıkan Frame, yurduna ve kendine döndüğünde, muğlaklaştırıldığını fark ettiği yaşamıyla ilgili gerçekleri kaleme almaya koyulur. Soframda Bir Melek’in kısa öyküsü bu.
Ailesinin gerilim ve acıyla yüklü tarihine, kendisinin travmaları da eklenince Soframda Bir Melek ağır bir metin halini almış. Aynı zamanda Frame’in zor olan bir şeyi başardığına da tanıklık ediyoruz: Kendisini anlatıcı bir roman karakteri gibi kitaba yerleştirirken doğal bir biçimde geçmişini kâğıda döküyor. Karanlıktan aydınlığa doğru yol alan kitapta Frame, hassas ruh halini cümlelerle kırılgan biçimde yansıtıyor ama beri yandan bu durum, onun her şeyi büyük bir saydamlıkla anlatmasını da sağlıyor. Çocukluğundan başlayarak “sırlarını”, yanlış bilinen doğruları ve kulaktan kulağa doğruymuş gibi fısıldananları son derece cesur biçimde sayfalara aktarıyor. Yazarın buradaki cesaretini pekiştiren önemli bir öğe, hem kendisine hem de anlattığı insanlara karşı hakkaniyeti elden bırakmaması. Bazen hor görülen bir çocuk olarak önümüze dikiliyor bazen de travmalarını sanki başkasının başına gelmişçesine rahat bir şekilde dillendiriyor. Kitabın satırlarında gezinirken Frame’in, kendisine hayran olunmasını istemediğini, sadece anlattıklarına odaklanılmasını beklediğini hissediyorsunuz.
Frame’in başka bir beklentisi daha var: Yaşamını olduğu gibi kitaplarına yansıttığına dair yanlış kanıyı düzeltmek istercesine, kurguladıklarının içine hayatını ölçülü şekilde dahil ettiğinin kavranmasını bekliyor. Açık açık dile getirmese de belli noktalarda bunu yakalıyorsunuz.
Geçmişinden sıyrılarak kendini özgürleştirme uğraşındaki Frame’in, uygun zamanı yakaladığında oraya bakma ihtiyacı hissettiği kuşkusuz. Soframda Bir Melek’e buralardan da yaklaşmak gerek. İnsan sayılmayan “deliler”le geçirmek durumunda kaldığı ve neredeyse kimsenin hiçbir hakkının bulunmadığı hastane günlerinden özgürlüğüne kavuştuğu zamanlara, bu iki dönem arasında ailesinde olup bitenlere, ardından bir yazar olarak geriye dönüp hasarlı geçmişine bakışına kadar, her biri ayrı ayrı kitaplaştırılabilecek pek çok konu yer alıyor Soframda Bir Melek’te. Böylece Frame’in, hem kendisiyle birlikte hem de kendisine karşı bir yazara dönüşme sürecinin, travmalarından önce ve sonra hayata bakışındaki değişimleri bütün ayrıntılarıyla okuma fırsatı yakalıyoruz.
Frame, “demiryolu insanları” olarak tanımladığı ailesi ve yakın çevresindeki her bireyin, kendi savaşını verdiğini söylüyor. Aynı zamanda Birinci ve İkinci Dünya Savaşı’nın izleri ve etkileri aileye hâkim. Buradan baktığımızda, iç içe geçmiş savaşlarla yüzleşiyoruz; oralara eklenen erken yaştaki kardeş kayıpları, ailenin travma geçmişine yeni sayfalar katarken Frame, ülkesini, doğduğu şehri, hatta çocukluğunun ve gençliğinin geçtiği her sokağı anlatıyor. Bu dökümün en ilginç yanlarından biri, akşamüstlerinde sessizce kitap okuyan çocuk halini hatırlaması.
Kitabın dikkat çeken yönlerinden biri, çok parçalı olması; Frame, kimi anlarda kendisiyle kimilerinde ise ona travma yaşatanlarla sakinliğini bozmadan hesaplaşıyor. Geçmişi, şimdiki zamana ve şimdiyi geçmişe taşıyarak yürüttüğü anlatımında, kendisini farklı görenlere “sadece ne istediğimi söylüyordum” diye karşılık verdiğini hatırlıyor. Bu durumla beraber “hastalığı” ve onun yakınlarına yansıması, çeşitli varoluşlar içine sürüklenen Frame tarafından “benliğimin ergenlikteki evsizliği” şeklinde tarif ediliyor.
Farklı varoluşlara yaptığı gönderme, Frame’in zamanı yakalama ve anıları şimdiki zamana geri çağırma çabasının bir ürünü. Tabii bununla ilgili daha geniş bir açıklaması var: “Ben küçükken zaman günden güne, yıldan yıla, yatay olarak ve gittikçe gelişen bir şekilde ve anılar kesin zamanı ve yılıyla bilinen gerçek bir kişisel tarih olarak ya da ‘değirmende üst üste çuvallar, hem dahası da var’ tekerlemesindeki gibi dikey olarak ve olaylar birbiri üzerine yığılı bir şekilde akarken şimdi ergenlik zamanında bir girdap haline geliyor ve anılar gözlemlenmek ve yazılmak üzere düzenli bir şekilde dizilmiyor, aşağıdan gelen güçle hızla dönüyor. Farklı anılar farklı zamanlarda yüzeye çıkıyor, ‘saf’ bir biyografinin varlığını inkâr ediyor ve her an farklı bir öykünün birikip milyonlarca öykü oluşturduğunu doğruluyor; her biri farklı ve bazı anılar sonsuza dek yüzeyin altında duruyor.”
Frame’in karar veremediği bir konu var: İlkgençlik yıllarında olanlar mı, yoksa onları izleyen süreç mi daha travmatik ve sonuçları bakımından daha ağır? Aslında doğrudan böyle bir karşılaştırma yapmıyor. Fakat buna dair imaları bulunuyor, hatta hayatının her evresini üstü kapalı şekilde teraziye koyması, okurda karşılaştırma yaptığı izlenimi uyandırıyor. Mesela iki kardeşini, yaşamının farklı dönemlerinde kaybetmesinin aynı sonucu doğurduğunu; tanıdık ölüm ve defin törenleriyle yüzleştiğini not ederken bu acıların, değişik zamanlarda benliğinde bıraktığı etkiyi kendisiyle tartışıyor.
Frame’in kitapta iki yolculuğu öne çıkıyor: Birincisi geçmişi hatırlama, ikincisi onu kâğıda dökme. Yanlış yorumlar, trajediler, hayata tutunmak için bunlardan türettiği umutlar, zamanın edebiyat dünyası tarafından kendisine yapıştırılan “dengesiz kişilik” ve “bozuk enerjili insan” yaftalarının yanında yazmaya meraklı ve yazar olmak için uğraş veren bir Frame. İnsanları “normalliğiyle” etkilemeye çabalayan genç bir kadın. Bütün bunların toplamı, dedikodularla ve gerçeklerle mücadele eden, üstelik kendi hakikatini ortalığa seren bir insan portresi sunuyor okura.
Frame, herkesin yolculuk hikâyeleri bulunduğunu, bunları büyük bir coşkuyla ve tedirginlikle dinlediğini anlatırken kitabıyla kendisininkini aktarıyor bize. Onun seyahati, çoğu zaman öyle sakin sessiz geçmiyor. Wellington Limanı’ından ayrıldığı günkü gibi genellikle: Geminin hareketleri birden değişiyor; sert bir şekilde alçalıp yükseliyor. Durgun sulardan açık denize çıkıyor. Frame, bunu hayatının her döneminde yaşıyor.
Ludwig Wittgenstein, “İlkin gezginliğe çıkman gerek ancak sonra, yurduna dönebilir, o zaman da ötekilerini anlayabilirsin” demişti; Frame’in hayatı ve oradaki gidip dönmeler tam anlamıyla böyle bir seyahat. Yeni Zelanda’dan Avrupa’ya çektiği çizgi, uzaktayken aslında nasıl da yurduna yaklaştığını ve oradayken ne kadar uzakta kaldığını fark ettiriyor ona. Bununla beraber, çıktığı her yolculuk ve yaşamını düşündüğü her an, ona özgür olmanın ve canının istediği şeyi yapabilmenin değerini de anımsatıyor. Zamanı kontrol etmekle zamanın onu yönlendirmesi arasındaki ayrımı, en çok kapalı kaldığı kliniklerde, doktorlarla görüşmelerinde ve kendisine uygulanan “tedaviler” sırasında anlıyor.
Soframda Bir Melek, Frame’in, zamanı geri çağırma ve geçmişe bakma çabasının bir ürünü. Hatıralarına karşı kazandığı bir zafer. Kendisini başkarakter haline getirip gerçek bir hikâye anlatarak hayatının dökümünü yapıyor ve her şeyi yerli yerine oturtmaya çabalıyor: “Bu otobiyografiyi yazarken deneyimlerimin hazinesini toplamak için hayatımın her yılına geri döndüm ve onları kendi evlerine, kendi yerlerine yerleştirdim (...) Yakın geçmişimin hazinelerini güvenceye alıp onları evlerine, kendi yerlerine taşımaya çalışırken evlerinden uzaklaşmış ama yeni yerlerinde dönüşüme uğramış fincanlara çay boşaltan hayallerle dolu oyun evindeki Pamela gibi hazinelerimi kendi evime, yani Şehrin Yansımasına getirmeyi tercih ettiğimi anlıyorum.”
Buradan baktığımızda, Frame’in kendi hakikatini ortaya koymaya uğraştığını görüyoruz. Tutulduğu fırtınayı anlatırken acıları yarıştırmak yerine, onları anlamaya ve anlamlandırmaya çalışıyor. Böylece Soframda Bir Melek de Frame’i anlamak için bir kılavuz kitaba dönüşüyor.