Gerçeği anlatırken aklımıza hayalini getiren, iyiliğin içine kötülüğü düşüren edebiyat, güzelliği ararken de çirkinliği bulup çıkarır önümüze...
05 Ocak 2017 14:39
Kıskanmak’ın kahramanı Seniha o kadar çirkindir ki, kendine bir hayat kurup yaşamak yerine, bir başkasının hayatını yıkıp mahvetmeyi tercih etmiştir; sevmek yerine nefreti, neşe yerine öfkeyi, kendini ortaya çıkarmak yerine susmayı, bastırmayı ve elbette ki kıskanmayı: Halit’i, yani ağabeyinin hayatını… Kendi kara kuru olandır, Halit akça pakça; kendi kara kaşlı, kara gözlüdür; Halit sarı saçlı, mavi gözlü; kendi kadındır, Halit erkek. Erkekten de öte, adeta bir erkek güzeli. İşte bu kadar. Dışarıdan bakınca sadece bu kadardır, ama içerisi öyle değildir. İçerisi hepimizin çok iyi bildiği bir dünyadan ibarettir: “Çirkinlerin sevilmemeye ve güzeller için feda edilmeye mahkûm oldukları sıradan bir dünya.” Bu sıradan dünya bilgisini yanımıza koyup Nahid Sırrı’nın romanını okumaya devam ederiz. Ortada Seniha’yı bir roman kahramanı yapan, hiç hak etmediği bir felakete sinsice sürüklediği ağabeyi Halit’e üzülmek yerine, bize Seniha’yı sevdiren şey vardır çünkü. Sevgiden, güzellikten, iyi ahlaktan öte, çok daha insanî bir şey: Kendi hak ettiğimiz hayatı, bir başkasının yaşadığı endişesi. Hani, kendimize yakıştırdığımız güzelliği ve zenginliği, bir başkasına kaptırmış olmanın getirdiği o gizli öfke.
Kıskançlık duygusunun dünyayı iyi ve kötü, güzel ve çirkin olarak tam ortadan ikiye bölen o kahır dolu titreşiminde aynı zamanda hayatı sürdüren, direnç veren ritim, bir nabız gibi atar durur hikâye içinde. Seniha’da bir parçacık olsun bulunmayan güzelliği ve iyiliği arar dururuz Nahid Sırrı ile birlikte. Tıpkı kendimizi, kendimizde olduğunu umut ettiğimiz güzelliği arar gibi.
Arayışımızı, Türkçe edebiyatın en çirkin kahramanı Seniha’dan en güzel kadın kahramanlarından birinde, Refik Halid Karay’ın Ayşen’inde devam ettirelim. Bugünün Saraylısı’nın Ayşen’i sarılı beyazlı papatyalar fışkırmış bir bahar çayırı gibidir, insana eğilip okşamak, koklamak arzusu verir. Dayısı Ata Bey’in bütün hayatını değiştiren şey de işte bu dehşetli güzelliğin ta kendisidir. “Ayşen’i sevdiği muhakkaktı, ama onu nefsine hasretmek isteyen bir aşk değildi bu! Başkasını sevmesine, sevdadan nasibini almasına, hayatın en tatlı nimetinden olasıya zevk çıkarmasına razı bambaşka bir muhabbet… Filozofça bir muhabbet!”
Ata Bey, Ayşen’in güzelliğine duyduğu o filozofça muhabbetle, ona yazılan aşk ve övgü dolu mektupları tuhaf bir zevkle okur, kızın hayatına giren erkeklerle olan ilişkilerini izler, hayal eder, en yakışıklı, en zengin erkeğin ona dokunuşlarını kurar ve bu güzelliğin yanından bir an olsun ayrılmak istemez. Ayşen, Ata Bey’in düşük düzeyli, anlamsız hayatının merkezi, Yeşilçam melodramlarının diliyle söylersem, aşk mabudesi olmuştur. Ondan ayrı kalmak demek, ölmek demektir ve öyle de olur. Taşra’dan gelen Ayşen, varlığıyla Ata Bey’in hayatını kökünden değiştirecek, yokluğuyla da onu hazin bir sona sürükleyecektir.
19. yüzyıldan itibaren, dışarıdan bakınca doğaya ve doğayla birlikte kadına atfedilen güzelliğin koca bir yalan olduğunu kanıtlamak için kolları sıvamış olan edebiyatın çarkları Bugünün Saraylısı için de döner ve güzeller güzeli Ayşen’in hiç de güzel olmayan huyunun altını çizerek sonlanır. Ayşen’in para, zenginlik ve sınıf atlama hırsı ne ona ne de çevresindekilere mutluluk verir. Edebiyatımızın eril kalemi bir kez daha güzelden, doğanın tekinsiz yüzünden ve kadından intikamını almış olur böylelikle.
Kendi güzelliğinde kaybolan Aşk-ı Memnû’nun Bihter’inden Peyami Safa’nın itinayla güzelliklerini cezalandırdığı hemen tüm kadın kahramanlarına uzanan bu yolda; sözün kısası güzel yüz, çirkin huy denkleminin altında, sadece kadın düşmanlığı ve korkusu arayıp bulmak şüphesiz yüzeysel olacaktır. Kalın çizgilerin altında bize yüzünü gösteren o gölgeli resmi, çok daha temel bir korku ele geçirmiştir çünkü. Kendi çirkinliğinin ve kötülüğünün farkında olan insanın ta kendisi! İnsanın kendi varlığından kaynaklanan, doğaya, yaşamın güzelliklerine ait olamama korkusu.
Karanlığa, gölgelere, ruhun sefaletine yakıştırılan korkunun temelinde güzelliği ve iyiliği işaret etmek edebiyatın bize hazırladığı küçük oyunlardan sadece birisi elbette. Erkeklerle başladık, kadın yazarlarımızla devam edelim. Özellikle erken dönem erkek romancılarımız kadından, doğadan ve güzellikten ne kadar korkuyor ve bu korkuyu hikâyelerinin merkezine alıyorlarsa, başlangıçta kadın romancılarımızın da kendi güzelliklerine kapılmaktan öte, kadınlığın ve güzelliğin hiçleşmesinden korktuklarını gözlemek mümkündür. Bunun edebiyatımızdaki en bariz örneklerinden biri Suat Derviş’in Hiç adlı romanıdır. Romanın kahramanı Seza’nın güzelliği ve iyi huyu ona sadece mutsuzluk getirmiştir. Seza, bir yandan hasta oğlu Mehmet’i ölümden kurtarmaya çalışırken bir yandan da toplum tarafından hiçleştirilen varlığını, kadınlığını yaşatmaya çalışır. Ama nafile. Birey olma yolunda verdiği mücadelede, aşka tutunma tutkusu, sevilme ihtiyacı, kahramanımızın elini zayıflatacak, ona sadece hazin bir son getirecektir. Sanki Suat Derviş, kadının doğasından geldiği düşünülen güzelliği ve bu güzellikten kaynaklanan ilgi odağı, arzu nesnesi olma isteğini Seza aracılığıyla cezalandırmaktadır. Klişe anlamıyla, çıkış noktası olarak “kadınlık”tan ve güzellik takıntısından kurtulmayı işaret eder gibidir.
Suat Derviş’in çağdaşı bir diğer kadın romancımız Halide Edip’in ise güzellikle başka türlü bir hesaplaşma içine girdiğini görürüz. Kadınlığa atfedilen güzellikle, birey olma yolunda aşktan ve kendi doğasından uzak bir yol önerecektir bize Halide Edip: Erkeksileşme ve duyguların yerine aklı koyma. Ondandır ki Halide Edip’in romanlarında başrolde çirkin kadınları ya da kadınsı güzelliğin ötesine geçmeye çalışan karakterleri okuruz. Ancak bugünden baktığımızda zaman her iki kadın yazarı da kısmen haklı çıkarır. Halide Edip’in oldukça kalın, Suat Derviş’in ise ona nazaran çok daha ince gördüğü bu hiçleşme korkusunun bir adım ilerisinde yine güzelliğe, yaşama sevincine gölge düşüren insanın o çirkin, o kötücül karanlığı beklemektedir çünkü bizi.
Gerçeği anlatırken aklımıza hayalini getiren, iyiliğin içine kötülüğü düşüren edebiyat, güzelliği ararken de çirkinliği bulup çıkarır önümüze. Bir yandan kölesi olduğumuz ikilikleri kurup yaratırken diğer yandan yaşamın ayrışmazlığını, o çoksesli yekpare yapısını tekrar tekrar inşa eder. Ve hikâyeler seslenir: Ey okur, edebiyat güzel olanı anlatmaz, güzel olan edebiyatın kendisidir.