Romanlarda, öykülerde, filmlerde, oyunlarda, insanların düşüncelerinde, sorularında hâlâ yaşıyor John F. Kennedy. Çünkü “İnsanlar ölebilir, uluslar yükselip düşebilir ama fikirler yaşar.”
22 Kasım 2018 14:00
Gururlu bir İrlandalısın bebeğim gayet tabii
Ama çok talihsizsin tıpkı bir Kennedy gibi
“Diane Young”, Vampire Weekend
Günümüzdeki Hollywood ünlüleri çılgınlığından çok önce, giydikleri, yedikleri içtikleri, tüm hareketleri günü gününe takip edilenler kraliyet aileleriydi. Sarayı çoktan bir sembole indirgemiş Avrupa ülkelerinde düşesinden prensesine aristokratik unvan sahiplerine bugün duyulan alaka da bu geleneğin bir devamı sayılabilir. Bırakın artistleri, seri katillerden dahi yıldız yaratan ABD toplumu da kendine temsili bir kraliyet ailesi benimsemezse olmazdı şüphesiz. İleride lanetli olarak anılacak Kennedy’ler, bu rol için biçilmiş kaftandı.
19'uncu yüzyılın ortasında İrlanda’dan göç eden Kennedy ailesi neredeyse Amerika’ya adım attıkları andan itibaren siyasî sahnede büyüklü küçüklü rollerle yer almıştı. İkinci nesil Amerikalı Joseph Kennedy Sr., ailesinin devlet kademesinde yüksek mevkilere gelmesini hedefliyordu. Dokuz çocuğunun en büyüğü II. Dünya Savaşı’nda ölünce, başkanlık yolunda ilerleme görevi iki numaralı John’a kaldı. John F. Kennedy babasının sözünü dinleyip 1960’ta ABD’nin 35'inci başkanı seçildiğinde, kolunda eşi Jacqueline, arkasında kardeşleri başsavcı Robert ve senatör Ted vardı. Kennedy hanedanlığı resmen kurulmuştu.
John F. Kennedy’nin popülaritesi adaylığının öncesine dayanıyor. Oğlunu Oval Ofis’te görmeyi kafasına koyan Joseph Sr. medya çalışmalarına nâmıdiğer Jack henüz bir senatörken başlamıştı. Aile hâlihazırda kayda değer bir çevre tarafından tanınsa da Jack’i Amerikan halkıyla tanıştıran, 1953 yazında Hyannis Port’taki evlerinde nişanlısıyla çekilen fotoğraflardı. Life’ın kapağında, Hy Peskin’in yelkenlide otururken fotoğrafladığı genç, güzel, enerji dolu çiftin gözleri parlıyordu. İç sayfalarda taş sektiriyor, tenis oynuyorlardı. Amerika prensiyle prensesini bulmuştu. Camelot ise Beyaz Saray değil, Hyannis Port’tu.
Cod Burnu’ndaki Kennedy meskeni önemini hep korudu. Seçim çalışmalarının merkezi sayılan, başkanın yazlarını geçirdiği ev özellikle touch futbol oyunları ve yelkenlilerle ünlenmişti. “Sahil Güvenlik’i günümüzde [Kennedy Özel Filosu olarak] adlandırmak lazım (...) tek misyonu, süratli gaz bombalarının arkasında su kayağı yapan Kennedy’leri korumaktan ibaret,”[1] diye yakınıyor Rumfoord[2] “Hyannis Port Hikâyesi”nde. Vonnegut’un 1968 tarihli öyküsünde Kennedy’lere komşu olma talihsizliği yaşayan karakterin evi başkanı görebilmek uğruna kasabaya doluşanlarla önlü arkalı çevreleniyor. “Plakalardan anlaşıldığı üzere, ülkenin her eyaletinden gelen arabalarla doluydu ortalık.”[3] Halk, Buckingham Sarayı’nın kapısında kraliçenin gözükmesini bekleyenler misali Kennedy’nin evine olabildiğince yaklaşıyor, hak ettiklerini düşündükleri teşekkürü alamayınca da burukluk içinde Rumfoord’ların bahçesinde soluklanıyordu.
“Hyannis Port”ta halk, Buckingham’ın demir parmaklıklarının ardında kalanlarla aynı kaderi paylaşıyor belki ama Kennedy hanedanlığı, kuşkusuz yaşayan en meşhur kraliyet ailesinden daha paylaşımcı, daha erişilebilir görünüyordu. Aralarında sadece üç yaş olmasına rağmen, II. Elizabeth, modernitenin timsali Jackie’nin yanında demode duruyordu.
Kennedy mitosunda Jackie kilit bir rol oynuyor. Karizmatik Jack’in eşi, başkanlığın ilk yılında yaptıkları Avrupa seyahatinde güzelliği ve zarafetiyle siyasetçileri bile büyülemişti. Kennedy’lerin Buckingham ziyaretini konu alan The Crown bölümü “Dear Mrs. Kennedy”de Elizabeth, Jackie’yle arasındaki tezatla boğuşuyor. Philip, saray ahalisinin heyecanına anlam veremeyen karısına yaptığı, “Yapma, kraliyet ailesi geliyor gibi!” esprisiyle Jackie’nin onunla aynı konumda, hatta ondan üstün olduğu fikrini körüklüyor.[4]
Dizide Jack’in saray adabından anlamayışı onu sempatikleştiriyor; ama sadakatsizlikleri, sivil hak mücadelesindeki beyaz atlı prensin karanlık yüzünü yansıtıyor. Benzer şekilde, güzelliğinin yanı sıra zekâsıyla da takdir gören Jackie, kapalı kapılar ardında “harap, kırılgan ve yitik” bir kadına dönüşüyor. “Dear Mrs. Kennedy” bize Jackie’nin o meşhur, pembe Chanel takımı eşinin kanına bulanmadan önce de trajik bir sima olduğunu hatırlatıyor. Böylece tüm o erişilebilirliğin, “Hyannis Port Hikâyesi”nde “seksen kilometre mesafeyi yürüyerek”[5] kat edenlerin keşfettiği üzere, bir yanılsamadan ibaret olduğunu gösteriyor.
Suikastın en çarpıcı imgelerinden biri, Jackie Kennedy’nin üstü başı kanlı görünümüydü. Lyndon B. Johnson, Kennedy’nin ölümünden saatler sonra başkanlık yeminini ederken de giysisini değiştirmemişti Jackie, uçak Washington’a indiğinde de. The Crown’da Elizabeth bu hareketin kastî olduğunu anlıyor. Pablo Larraín’in 2016 yapımı filmi Jackie de bu hareketi, üstünü değiştirmesi için ısrar eden yeni first lady’ye verilen, “Her yerde Jack için aranıyor posterleri vardı.[6] Bırakın insanlar ne yaptıklarını görsünler,” yanıtıyla açıklıyor. Üç ay önce bebeğini kaybeden,[7] kocası yanı başında katledilen Jackie, etrafında herkes bir sonraki âna, bir sonraki adıma odaklanırken, Jack’i düşünen tek kişi olduğunu hissediyor.
Suikasttan bir hafta sonra Theodore H. White’la yapılan söyleşiden yola çıkan filmde, kendine duyduğu güven sık sık sarsılan Jackie’nin kameraların önündeki kusursuz ve gururlu duruşunu görüyoruz. Jackie Kennedy medyada temsilin ne demek olduğunu, bir insana dair fikrin, hayalin gerçeklikten çok daha etkili olabileceğini iyi biliyordu. Larrain’in ifadesiyle “herkesçe tanınan kadınların en az tanınanı,” Camelot efsanesine olağanüstü bir başarıyla yön vererek Jack’in toplumsal hafızadaki yerini şekillendirmişti. Filmde White, “Kraliyet ailesindenmiş gibi konuşuyorsunuz,” diyor. Jackie, Life’ta kocasını anlatma biçimiyle onu sadece krala değil, bir efsaneye dönüştürüyor: “Geceleri yatmadan önce Jack plak çalardı, en sevdiği şarkı da plağın sonundaydı. Orada çok sevdiği bir dize vardı: Sakın unutulmasın, bir zamanlar var olan o küçük yer, parlak bir an için Camelot olarak bilinen.”
Genç, güzel, göz kamaştırıcı bir çiftti Jack ile Jackie. Kaybettikleri bebekler ya da Jack’in Addison hastalığı[8] bile ihtişamlarına gölge düşüremiyordu. Çünkü ünlülerin büyüsü kusursuzluklarından değil, sıradanlıklarından ileri geliyor. Amerikan tabloidlerinin en sevilen bölümü “Yıldızlar; tıpkı bizim gibi!” sayfaları. Son derece kötü pozlarda yakalanan ünlüler “alışveriş sepeti kullanıyor,” “güneşte gözlerini kısıyor,” “valiz taşıyor.” Ekranları süsleyen simaların bizim gibi alelade insanlara benzeyebileceği düşüncesiyle kendimizi onlara yakın hissediyoruz. “Bizimkine sonsuz uzak bir dünyada” yaşamalarına rağmen “zum lensleri ve röportaj kameralarıyla öyle yaklaşıyorlar ki bize, onların yüzlerini, en küçük mimiklerini arkadaşlarımızınkilerden bile daha iyi biliyoruz,”[9] diyor J.G. Ballard Vahşet Sergisi’nde. Kennedy suikastından esinlenen kitap hem göz önünde hem erişilemez olanların toplumun şehvetini nasıl kamçıladığını gösteriyor. Deneylerle olay yeniden canlandırılıyor, başka ünlülerin trafik kazalarının simülasyonları yapılıyor. Denekler sadece Elizabeth Taylor’la Marilyn Monroe[10] gibi kadınlardan değil, Ronald Reagan gibi siyasetçilerden, dahası araba kazalarından da tahrik oluyor. “Bizim bildiğimiz hâliyle Kennedy'yi medya yarattı,”[11] diyen Ballard, böylece şiddete huşuyla yaklaşan insanın medyadaki vahşet arayışına değiniyor.[12]
Zapruder filmi, bu arayışın en önemli örneklerinden. O gün başkanı görebilmek için geçit alayında bulunan Abraham Zapruder tarafından çekilen 8 milimetrelik film, olayın baştan sona tek görüntüsüydü. Ailenin tüm dönüm noktalarında bir şekilde bulunan Life hakları ertesi gün Zapruder’dan satın alıp 31 kareyi siyah beyaz yayımladı. Kennedy’nin kafasının parçalandığını gösteren 313'üncü kare bunlardan biri değildi. Belki tam da bu yüzden “popüler psişenin derinliklerinde henüz kapanmayan çatlaklar”[13] oluşturdu. Ama Amerikan tarihinde derin bir iz bırakan bu faciada kameralara yansıyan tek ölüm Kennedy’ninki değildi. Suikasta kadar adı sadece istihbarat servislerince bilinen ve olaydan bir buçuk saat sonra tutuklanan Lee Harvey Oswald, 24 Kasım günü canlı yayında Jack Ruby tarafından vuruldu. Karakoldan nakli yapılırken onlarca polisin arasında vurulan Oswald, Kennedy’yle aynı yerde, Parkland Hastanesi’nde hayatını kaybetti.[14]
Oswald sıra dışı bir gençti. Deniz piyadelerinde görev almış, Sovyetler Birliği’ne iltica etmiş, daha sonra Rus bir eşle Amerika’ya dönmüş ve faşist Teksas vali adayı Edwin Walker’a başarısız bir suikast düzenlemişti. Tutuklanması ve ölümünün ardından Oswald’la ilgili ortaya çıkan bilgiler yanıtlar sunmaktan çok sorulara yol açtı. Bu, bekâr bir annenin baskısı altında[15] ve yokluk içinde yetişmiş, okuma yazmada zorlanan cılız adam neredeyse her anlamda zıddı olan Kennedy’yi öldürmeye gerçekten bir başına mı karar vermişti?
Don DeLillo, Libra romanında aksine bir komployu savunuyor. Oswald’ın iç dünyasının portresini çizen romanda, tetiği çeken gencin arkasında CIA ve FBI duruyor. DeLillo, Oswald’ı acınası bir mağdur olarak da yansıtmıyor ama onu insanîleştiriyor. Bu felaketin nedenini, nasılını anlamaya çalışıyor ve suikastçının sadece işin göbeğindeki bir aktör değil, aynı zamanda bir seyirci de olduğunu vurguluyor. “Oswald’ın yüzünde öyle bir ifade, vurulmadan önce kameraya öyle bir bakışı vardı ki, onu buraya, izleyenlerin yanına katmış, evlerimizde uykusuz kalan bizlerin arasına sokmuştu...”[16] Warren Komisyonu’nun raporundaki tutarsızlıklarından yola çıkarak Oswald’ın Castro’yu indirmek isteyenlerin çarpık oyununda sadece bir piyon olduğunu gösteriyor DeLillo[17] ama bir yandan da “Haykırdım, ‘Kennedy’leri kim vurdu’ diye / Oysa en başından beri senle bendik” dizesi[18] gibi, bu suçta aslında kimsenin masum olmadığını ima ediyor.
Warren Komisyonu,[19] 29 Kasım’da Başkan Johnson tarafından suikastı araştırması amacıyla kurulmuştu. Oswald’ın tek başına hareket ettiği sonucuna varan rapor, kurgu hatalarıyla dolu bir roman gibiydi ve hiçbir soruyu doğru düzgün yanıtlamıyordu. En akıl almaz ayrıntılarından biri “sihirli kurşun”du. Oswald yalnız hareket ettiyse, açtığı üç el ateşten biri önce Kennedy’nin boynundan, sonra da aynı araçtaki Teksas Valisi John Connally’nin kaburgalarından, bileğinden ve kalçasından geçmiş demekti. Dahası, askerde atışta başarılı sayılmayan Oswald’ın kurmalı bir tüfekle altı saniye içinde üç isabetli atış yapmış olması gerekiyordu. Warren Komisyonu tarihin en önemli soruşturmalarından birini tarihin en acemice, en baştan savma soruşturmalarından birine dönüştürmüştü.
Oliver Stone’un 1991 yapımı filmi JFK, suikasttan üç yıl sonra Warren Raporu’ndaki çelişkileri fark edip kendi soruşturmasını başlatan New Orleans Başsavcısı Jim Garrison’ın gerçek hikâyesini anlatıyor. Garrison, New Orleans’ta aynı anda hem Küba karşıtı bir grupla yakınlık kuran hem de Küba yanlısı broşürler dağıtan Oswald’ın bu şehirdeki bağlantıları üzerinden önce David Ferrie adlı pilota, sonra Clay Shaw adlı iş adamına ulaşıyor. İki adamın da komplonun bir parçası olduğuna inanan Garrison’ın açtığı davada, jüri tüm bilgi yoğunluğuna rağmen, Shaw’u bir saatten kısa sürede masum buluyor.
Libra ve JFK, faciaya benzer şekilde yaklaşan iki yapım. Bu çapraşık ağlarla örülü olayda çevrilmedik taş bırakmıyor, her ayrıntıyı ele alıyorlar: Domuzlar Körfezi, Vietnam, Soğuk Savaş; Oswald’ın orduda Rusça öğrenmesi, Moskova konsolosluğunda Ruslara istihbarat vereceğini dile getirerek vatandaşlıktan çıkması, sonra Rus bir kadınla elini kolunu sallayarak Amerika’ya dönmesi ve bu konuda tek bir kere bile sorgulanmaması; yasalar gereği Teksas’ta yapılması gereken otopsinin Washington’a bırakılması; FBI’ın ve Dallas polisinin kanıtları yok etmesi; görgü tanıklarının yok sayılması; davayla uzaktan yakından ilgisi olan herkesin bir şekilde ölü bulunması... Libra’daki CIA arşivcisi Branch da Garrison da –Oswald’ın kasık kıllarını dahi içeren– sonsuz materyali derlemeye çalışıyorlar ama Garrison gerekli her şeye erişemiyor. FBI, belgeleri “millî güvenlik” gerekçesiyle gizliyor. Warren Komisyonu, çalışmalarının 2029 yılına kadar halka açıklanmamasına karar veriyor. “Devlet sizi gerçeklerle yüzleşmeye güce olmayan korkak çocuklar olarak gördüğü... için bu belgelere daha 75 yıl erişemeyeceksiniz,” diyor Garrison. “Kim bilir belki de nesillerce uzar bu, babadan oğula, anneden kıza geçer. Ama bir gün bir yerde birileri lanet olası gerçeği öğrenebilir.”
Stone’un filmdeki komplo teorilerine burun kıvırılsa da Warren Komisyonu’nun tüm belgeleri halkla paylaşması gerektiği ısrarı dikkat çekmişti. Kongre 1979’da sonuçlanan araştırmasında “komplo ihtimali” bulunduğuna kanaat getirmiş, Adalet Bakanlığı’nın derin bir soruşturma yapmasını önermişti. Adalet Bakanlığı bu öneriyi kale almasa da, JFK’in uyandırdığı soru işaretleri üzerine kongre yeni bir yasayla Ulusal Arşiv’deki tüm belgelerin 2029 değil, 26 Ekim 2017’ye kadar açıklanması gerektiğini belirledi. Bu tarih, seçimi kazanışı neredeyse Kennedy’nin ölümü kadar şüphe uyandırıcı olan Donald Trump’ın dönemine tekabül etti. Önemli açıklamaları sosyal medyada yapmaya meyilli Trump, 21 Ekim’de belgeleri açıklayacağını duyurdu. Ama verdiği sözün aksine, istihbarat servislerinin millî güvenliğe tehdit oluşturacakları uyarısıyla bir kısmını gizli tuttu. Altı ay sürecek gizli bir inceleme sürecinden sonra 26 Nisan 2018’de bir kısmı daha açıklandı ama yine belli bir kısmı benzer endişelerden dolayı halkın erişimine açılmadı. Bu kalan belgeler için verilen yeni tarih 26 Ekim 2021.
Kennedy suikastı defteri böylece 55'inci yıldönümünde de kapanamadı. Üç yıl sonra bütün belgelerin açıklanacağı meçhul. Sivil hak mücadelesinin şiddetli boyutlara ulaştığı, Soğuk Savaş’ta nükleer tehditlerinin savrulduğu, Vietnam Savaşı’nın ve Uzay Yarışı’nın son sürat devam ettiği dönemde, John F. Kennedy Amerikan halkının çıkarlarını, Amerika için en önemli değeri, özgürlüğü korumaya çalışan bir Camelot’tı.
Başkan Lincoln’ın köleleri özgürleştirmesinden bu yana yüz yıl geçti ama onların vârisleri, torunları hâlâ tam özgür değil. Adaletsizliğin zincirlerinden hâlâ kurtulamadılar. Toplumsal ve ekonomik baskılardan hâlâ kurtulamadılar. Ve bu ulus, tüm ümitlerine ve tüm kıvançlarına rağmen, tüm vatandaşları özgür olana dek özgür olamayacaktır.[20]
Kennedy, ülkenin ilk ve tek Katolik başkanıydı. 2016 yapımı LBJ’de Johnson’ın dediği gibi, Amerika’nın Katolik bir başkan seçeceğine inanmak zordu. Kennedy, Cumhuriyetçilerin adayı Richard Nixon’ı 1916’dan o güne dek görülmüş en küçük farkla yenmişti. Gençliği ve karizmasıyla geleceği, değişimi temsil ediyordu. Ölümü, Amerikan tarihinde bir kırılma noktasıydı. Stephen King’in 22/11/63’ündeki gibi, geçmişe gitme imkânı olsa birçok insanın durdurmak isteyeceği bir olaydı. Paul Auster’ın 4 3 2 1’de Ferguson’ın farklı hayatlarında gösterdiği gibi, “Kennedy vurulduğunda neredeydin” o gün hayatta olan herkesin yanıtlayabileceği bir soruydu.
Ama elbette bu sadece toplumsal bir trajedi değildi. Bir kadın, yanında kocasının beyninin havaya uçurulduğunu görmüştü. İki küçük çocuk babalarını kaybetmişti. Jack ile Jackie’nin bebekleri henüz yeni ölmüştü ama bundan öncesinde kardeşleri Kathleen uçak kazasında, ağabeyleri Joseph Jr. II. Dünya Savaşı’nda yine uçakta hayatlarını yitirmişti. Jack’in kardeşi Rosemary zihinsel engelli olduğundan kendisine lobotomi yapılmış, yanlış operasyon sonucu yürüyemez ve konuşamaz hâle gelmişti.
Jack’e düzenlenen suikasttan beş yıl sonra, başkanlık yarışında hızla ilerleyen kardeşi Robert F. Kennedy de bir suikasta kurban gitti. Bu, komplo yaklaşımını desteklerken, bir yandan da Kennedy ailesi üzerinde bir lanet olduğu fikrini tetikledi. Ted Kennedy de 1964’te iki kişinin öldüğü bir uçak kazasından yaralı olarak kurtulmuştu. Kazalar ve hastalıklar genç nesillerin de peşini bırakmadı. Bobby’nin oğlu Joseph’in 1973’te geçirdiği trafik kazasında yanındaki yolcu felç oldu. Bir diğer oğlu David 1984’te aşırı dozdan öldü. Jack’in oğlu John F. Kennedy Jr., 1999’da kendi kullandığı uçak Atlantik Okyanusu’na düşünce karısı ve karısının kardeşiyle birlikte öldü.[21] Jackie Kennedy, 1968’de Yunan kodaman Aristotle Onassis’le evlenerek “Jackie O”ya dönüştü. Bir çocuğunun daha ölümünü görme felaketini yaşamadan, 1994’te, 64 yaşında öldü.
JFK’in finalindeki etkileyici monologda Tennyson’ın Kral Arthur’u anlattığı Idylls of the King (Kralın İdilleri) şiirinden bir alıntı yapıyor Garrison: “Nüfuzlular, ölmekte olan kralı unutur.” Jüri üyelerini, “Kralınızı unutmayın,” diye uyarıyor. Kralı, Camelot’ı, birçokları için ümidi ve geleceği temsil eden, özgürlük ve eşitlik fikrini savunan, daha yolun başında hayatını kaybeden, Jackie’nin eşine rastlanmamış bir törenle uğurladığı John F. Kennedy’yi. Unutulmadı da; romanlarda, öykülerde, filmlerde, oyunlarda, insanların düşüncelerinde, sorularında hâlâ yaşıyor Kennedy. Çünkü “İnsanlar ölebilir, uluslar yükselip düşebilir ama fikirler yaşar.”