Erkan Özgen Barselona'daki Giving Voices adlı sergisiyle, arzu nesnesi ya da turistik obje olarak savaş aletleriyle ilişkilenen insanların karşısına şiddetin öznesi olanların hikâyelerini koyarak dilin ve belleğin sınırlarını sorguluyor
22 Kasım 2018 13:40
“İnsanlığın uzun yıllar biriktirdiklerini rızama başvurulmadan devraldığımı söyleyebilirim.
Sanat’ın bana bıraktığı mirası devralmadım.
Seçeneği olmayan bir mirasın sorumluluğu ve bedeli çok ağır oluyor.”
Aslı Çavuşoğlu, Merve Ünsal ve Özge Ersoy’un online projesi, “Vasiyetimdir” serisinde kaleme aldığı yazısına bu sözlerle başlıyordu Erkan Özgen, sonunda vasiyetini de paylaşarak: “Çocuklara-çocuklarıma tek vasiyet bırakmak istiyorum. Belleği resetleyin.”
Bir yıkım coğrafyasında yaşadığından, Özgen’in gerçeklikle ilişkisinin sanatı araçsallaştırmasında ya da sanatın sınırlarını zorlamasında payı büyük. Belleği sıfırlama temennisi ise çokça insan hikayesine yer verdiği çalışmaları aracılığıyla barışçıl bir dilin inşası için çabalamak; elbette ona kalan mirası devretmek değil.
Bir yandan sanatın hikaye anlatma kısmıyla ilgilenirken öte yandan hem bütünü hem de dili parçalayarak varolana müdahale etme girişimi de denilebilir yaptığına.
“Dünyanın en zor hissi; kendini ait hissetmediğin bir yerde bulunma zorunluluğudur” diyor genç Dostoyevski. Aradan geçen neredeyse iki yüzyılda kirli bir tarihin içinde, yüzlerce savaş, göç ve acı yaşandı, milyonlarca insan öldü. Sayısı gitgide artan bir kitle; küresel savaşlar, yoksulluk ve iklim değişikliği yüzünden dünyanın dört bir yanına savruluyor. Bugün insanın, kendini ait hissettiği bir yerde bulunduğunu söylemekse neredeyse imkânsız.
Gel gelelim ölümlerin, kayıpların birer istatistiki veri, sayı olarak yansıdığı ekranlar distopik bir bilgisayar oyununa dönüşmüşken bir Yunan adasında tatil yapanların, savaştan kaçan mültecilerin alabora olan teknesini canlı yayından değil, canlı canlı izlemesi bile geçici bir şoktan öteye gitmiyor.
Şiddetin ve unsurlarının varlığı, nüfuzu, gücü, yıkıcılığı bireylere, topluma nasıl etki ediyor? Görüntü bombardımanının ortasında, gözün körleştiği, vahşetin pornografikleştiği yerde bu akışkan döngü insanın diline, ruhuna ve bedenine nasıl yansıyor?
Erkan Özgen’in Barselona’daki Antoni Tàpies Vakfı’nda açılan Giving Voices (Ses Verenler) adlı dört videodan oluşan seçkisi, aynı zamanda yurtdışındaki ilk kişisel sergisi. Özgen bu seçkide özetle, savaşın, şiddetin yerinden ettiği insanların karşısına tarihi bir savaş topuyla poz veren turistleri ve bir silah “aşığı”nı koyarak onların “ağzından” bugüne dair temel sorular soruyor.
Arzu nesnesi ya da turistik obje olarak savaş aletleriyle ilişkilenen insanların karşısına şiddetin öznesi olmuş insan hikayelerini koyuyor. Trajediyle absürdün, gerçekle klişelerin çarpıştığı bu hikayelere müdahalesiz tanıklığı, çoğul anlatımlarla sessizliği iç içe geçirirken dilin de sınırlarını zorluyor.
Yakın tarihli bu dört videodan Purple Muslin (Mor Örtü), Antoni Tàpies Vakfı’ndaki serginin merkezinde yer alıyor. Purple Muslin'le beraber sergideki bir diğer çalışma olan Aesthetic of Weapon'ın yapımını Han Nefkens Vakfı üstleniyor.
Özgen'in Irak Süleymaniye’de bir göçmen kampındaki Ezidi kadınların yaşadıkları vahşetin ardından hayatta kalma çabalarını aktardığı Purple Muslin, kalabalık bir iç dökme. Dinlerini değiştirmeleri için defalarca IŞİD saldırısına maruz kalmış; eşleri, kardeşleri öldürülmüş, kız çocukları kaçırılmış, taciz ve tecavüze uğramış bu kadınlar, yeniden kurması zor bir hayatın kenarından anlatıyorlar. Mülteci kampının griliğiyle onca acıya rağmen Ezidi kadınların rengarenk kıyafetlerinin oluşturduğu tezat bir yana, mor bir örtünün üzerinde her yere taşıdıkları inançlarıyla yeniden topraklarına dönme hayali bir yana, yaşadıkları travmayla çaresizce baş etme çabaları bir yana… Onlar bir kenarda ya, yaşananlar ortada. Herkesin “seyirci hâli”ni de sorguluyor Erkan Özgen, müdahalesiz kayda geçerken.
Onca Ezidi kadının ardından bir erkeği; silahıyla kendini tamamlayan bir erkek varoluşunu çıkarıyor karşımıza Özgen, Aesthetic of Weapon’la (Silahın Estetiği). Aşkını, erkekliğini, iktidarını silahı üzerinden kuran, “Somut şeylere dokunmayı severim”, “Sıfır kutusunda aldım", “Bütün kıvrımlarında ellerimi gezdiriyorum, tıpkı bir kadının vücudunda elimi gezdirir gibi” diyen, bir adam anlatıyor. Ezidi kadınların anlatamadığını fütursuzca o anlatıyor.
Geçen yıl İstanbul Bienali’nde de karşımıza çıkan 2016 tarihli Wonderland (Harikalar Diyarı) adlı çalışma ise çarpıcılığını yalınlığından, çıplaklığından alıyor. Özgen’in biraz beyaz tavşanın peşinden büyülü bir evrende kaybolan Alice’e nazire, zihninde “sürekli sil baştan” bir umutsuzluk hâlini tasvir eden Sisyphos söylencesi eşliğinde aktardığı bu “sessiz” video, sağır ve dilsiz küçük Muhammed’in savaşa tanıklığı üzerine kurulu. Muhammed’in tanık olduğu vahşeti bedeni ve mimikleriyle görsel olarak aktarmaya çırpınışı, Ezidi kadınların çaresizliğini haykırırken bir yandan da bilinçaltına ittiklerini fısıldıyor sanki.
IŞİD saldırısından kaçan Kobaneli göçmen bir ailenin çocuklarından biri olan Muhammed, yaşadığı dehşeti ani ve sert hareketlerle aktarırken havada uçan roketlerin, patlayan bombaların, dehşetin gürültüsü bedeninden, gözlerinden okunuyor. Söze dökülemeyecek imgeler, görüntüler tarifliyor.
Özgen’in dünyanın uzak bir köşesinde, Helsinki’de bir adada çektiği The Memory of Time (Zamanın Belleği) adlı video ise tam da adının içerdiği yerden bir soru soruyor; “Zamanın belleği var mı?”
Özgen bu videoda UNESCO koruması altındaki Diyarbakır’ın tarihi merkezi Sur ile yine UNESCO tarafından korunan Helsinki’nin Suomenlinna Adası arasında bağ kuruyor. Savaş zamanı adayı korumak için yerleştirilmiş toplarla poz veren turistleri görüntülediği bu videoda görünmez bir uçurumu, tıpkı Muhammed gibi sessizliğin içinden aktarıyor. Art arda devasa savaş topuyla hevesle ve güle oynaya poz verenlerle Muhammed’in sessiz çığlığı arasındaki uçurum… Sur’daki çatışmalardan geriye kalan toplar da bir gün sergilenir mi acaba sorusuyla gelen dehşet duygusunun kapsadığı bir uçurum.
Yüzlerce yıl öncesine ait, turistik ya da “müzelik” bir savaş nesnesiyle kurulan ilişkiyle bugün yanı başımızda ya da ekranlarda izlediğimiz savaş imgelerine tepkimiz arasında bir fark var mı? Aradan geçen zaman neyi değiştiriyor, neyi eksiltiyor ya da çoğaltıyor?
Erkan Özgen’in sergide yer alan dört videosunun biribirileriyle olan ilişkisini türlü türlü okumak mümkün.
İnsan hikayeleri, düşünce ve davranışları üzerinden ilerliyor Özgen’in bize gösterdikleri, tanık olmamızı istedikleri. Bir dinleyici rolünde müdahalesiz kayda aldığı görüntüler, Muhammed ve Ezidi kadınların hikayesinde insanın en ezbersiz hâlini sergilerken diğer iki videoda sistemin parçası olanları, bir ezberin peşinde klişelere, kolaya sığınanları değil, izleyeni sorguluyor. Ses nasıl çoğaltılır, sessizlik duvarı nasıl yıkılır?
Bir pamuk ipliği durumundan, zincirleme bir etkime hâlinden, görmezden gelinen gerçeklerden, şuursuzca devam etme isteğinden, körlükten, sessizlikten, hissizlikten, hafızasızlıktan bahsederken barış tohumları ekmeye çabalıyor Erkan Özgen.
Çünkü ses vermek, ses olmak gerek…
“Barış ve aşk kabilinden sözcüklerin hepsi,
Tüm aklı başında olumlayıcı sözler,
Kirletildi, saygısızlığa uğradı, küçük düşürüldü,
Ürkütücü mekanik tiz bir sese indirgendiler.”
W. H. Auden