Ayşegül Utku Günaydın, kadınlar tarafından yazılmış birçok romanı yan yana okuyarak kadınların ürettiği edebiyatın ortaklığına dair bütünlüklü bir analiz yapma olanağı sunuyor...
Edebiyat ve tarih disiplinleri tarafından uzun zamandır görmezden gelinen ve kanona dâhil edilmeyen Osmanlı kadın yazarların ürettiği edebî metinler 1990’lardan başlayarak hızla artan bir biçimde incelenmeye ve görünür kılınmaya başladı. Sadece kurgu metinler değil, kadın yazarların on yıllar boyunca çıkardığı çok sayıda dergi de Latin harflerine aktarılarak Osmanlıca bilmeyen okurların erişimine açıldı. Zafer Hanım’ın 1877 yılında yazdığı Aşk-ı Vatan bir kadın tarafından kaleme alınmış şimdilik bilinen ilk roman; fakat bu ilk romanın varlığından haberdar oluşumuz ise çok yeni. Zehra Toska romanı 1994’te yayına hazırladı.
Modern Osmanlı edebiyatının kurucu metinleri, kimi zaman “babaları” olarak anılan yazarların, örneğin Namık Kemal, Ahmed Mithat ya da Halit Ziya’nın romanları birçok yayınevinden, sayısız farklı çeviriyle basılmasına karşın örneğin Fatma Aliye, Emine Semiye ya da Suat Derviş’in metinlerine ilgi çok yeni; bu yazarların metinleri çok geç yayımlandı, tüm metinlerinin çevriyazımı henüz yapılmış değil. Osmanlı kadın yazarların külliyatlarına ulaşamıyoruz. Osmanlı kadın yazarların yayımlanmamış metinleri hakkında bilgi sahibi oluşumuz ise bu alanda çalışan kadın akademisyenler sayesinde.
Geçtiğimiz ay çıkan Kadınlık Daima Bir Muamma: Osmanlı Kadın Yazarların Romanlarında Modernleşme adlı eleştiri metni de benzer bir çabanın ürünü. Kitap, Osmanlı kadınların romanlarını inceleyen Ayşegül Utku Günaydın’ın doktora tezine dayanıyor. Yüksek lisans ve doktora tezlerinde Osmanlı kadın dergileri ya da kadınların ürettiği edebî metinler genelde tek bir dergiye ya da yazara odaklanılarak ele alınır. Günaydın ise Tanzimat’tan Cumhuriyet’e dek kadın yazarlar tarafından yazılmış 30 romanda kadının toplumsal cinsiyetinin temsil edilme biçimlerini geç Osmanlı modernleşmesine odaklanarak bütünlüklü bir biçimde inceliyor. Edebiyat okurlarının aşina olduğu isimlerden Fatma Aliye, Halide Edib ve Suat Derviş dışında, Emine Semiye, Zafer Hanım, Selma Rıza Feraceli, Fatma Fahrünnisa1, Güzide Sabri Aygün, Nezihe Muhiddin, Müfide Ferit Tek ve Halide Nusret Zorlutuna’nın 1877-1923 yılları arasındaki romanlarını ele alan Günaydın, modernleşme bağlamında toplumsal cinsiyete yüklenen anlamların değişiminden kaynaklı gerilimlerin kadınlar üzerinden nasıl ifade edildiğini tartışıyor. Öne çıkan temalar arasında, modernleşme sürecinde annelerin aktar(ama)dığı “kadınlık mirası”nı reddeden “yeni kadın”ın yalnızlığı (ya da yalnızlaştırılması), iyi eğitimli, modern “maksat adamları”nın “yeni kadın” karşısındaki korkusu, kadını kamusal alandan uzak tutmaya çalışan aileye ve topluma karşı kadınların geliştirdiği stratejiler sayılabilir.
Tüm bu ilk kadın yazarların ortak özelliklerine baktığımızda gelir ve eğitim seviyesi yüksek ailelerden geldiklerini ve/veya benzer erkeklerle evli olduklarını görürüz. Fakat birçoğu yazma arzusunu gerçekleştirmek için zorlu mücadelelerden geçerler. Sadece toplumun kadın yazarı ciddiye almayışından değil, evlilikleri süresinde modern, eğitimli eşleri tarafından engellendikleri veya önemsenmedikleri için de yazarlık maceraları patriyarkanın onlara ödettiği bedellerle doludur. Bu bedeller neredeyse tüm kadın yazarların metinlerinde karşımıza çıkan ortak kadınlık deneyimlerine yansır, romanlarında ele aldıkları kadın karakterler patriyarka ile işbirliği yapmak yerine içine düştükleri yalnızlığa ve melankoliye rağmen kendilerini ve hayatlarını dönüştürme gücüne tutunan karakterlerdir.
Günaydın, bu kadın yazarların ortaklıklarını şöyle aktarır: “Fatma Aliye Hanım (…) eğitimine ve yazarlığına engel olacağı korkusuyla tıpkı romanlarındaki kadın karakterler gibi kendi hayatında da evlilik konusunda tereddüt etmiştir. Kız kardeşi Emine Semiye de evliliğinde benzer sorunlarla karşılaşmış ama sonuçlarını göze alarak II. Meşrutiyet’in ilanının ardından eşinden ayrılmayı tercih etmiştir. (…) Şükûfe Nihal (…) Darülfünun’dan mezun ilk kadın unvanını ancak eşinden boşanıp okula tekrar kayıt yaptırarak almıştır. Güzide Sabri’nin yazma arzusu ve eylemi de benzer şekilde genç kızlığında hocası, evlendikten sonra ise kocası olan Ahmet Sabri Bey tarafından engellenir. (…) Güzide Sabri de dönemin pek çok kadını gibi (…) geceleri eşleri uyuduktan sonra gizlice yazmaya çalışan kadınlardandır. Halide Edib ise kocası Salih Zeki’nin ikinci bir kadınla evlenme niyetini açıkça söylemesi üzerine (…) boşanma kararı alır.” (31-32)
Kadınlık Daima Bir Muamma üç bölümden oluşuyor: Birinci bölümde Tanzimat’tan Cumhuriyet’e kadın yazarların metinlerine odaklanan çalışmalar, kadınların kamusal alanla ilişkilenmelerine katkıda bulunan hukukî ve siyasî düzenlemeler, kadınların çıkardığı dergiler üzerinden kadın hareketinin yükselişi, “kadın” olarak yazmanın anlamı ve Tanzimat edebiyatının toplumsal cinsiyeti tartışması yer alıyor. Sonraki iki bölüm ise bahsi geçen kadın yazarların romanlarının analizlerinden oluşuyor.
Kitabın tartışma açısından en zengin kısmı “Kadın Üzerindeki Baskı Mekanizmaları ve Yalnızlaşma” isimli ikinci bölüm. Bölümün ilk altbaşlığı olan “Anneler ve Öksüz Kızları: Kadınlık Mirasının Reddi”nde, Jale Parla’nın Babalar ve Oğullar: Tanzimat Romanının Epistemolojik Temelleri’nde belirttiği üzere, baba otoritesinin yokluğunda çocuklaşan, büyümesi eksik kalan erkek karakterlerin aksine anne (ya da baba) otoritesinin yokluğunda yalnızlaş(tırıl)an ve güçlüklere göğüs gererek büyümek zorunda kalan kadınlara odaklanılır.
“İhtiyatsız Babalardan Kötücül Üvey Annelere ve Fitne Fücur Kayınvalidelere” altbaşlığında, aynı temaya devamla aile içi ilişkilerin kadın karakterlerin kendi hayatları hakkında söz sahibi olmaları üzerindeki etkiye bakıyor Günaydın. Başlığın da açıkça gösterdiği gibi Günaydın, kadın yazarların romanlarında yol gösterici “anne”nin yokluğunda, iktidarın zayıf babalara geçişini, fakat baba figürünün iktidarı romanın “kötücül kadınlar”ına kaptırmasıyla belirlenen kadınlık hâllerini ele alıyor. Bu, bir nevi iktidarı ele geçirmek isteyen “kötü kraliçeler” ile evden kovulan ya da evin içinde kendini ifade edemeyen “prensesler”in macerasıdır. Tanzimat’ın erkek yazarlarında hanenin dağılışı, (sembolik de olsa) babanın ölümü, yokluğu ile başlar ve babanın otoritesini devralamayan, büyümesi, toplumsallaşması eksik kalmış erkek karakterlerin hatalarıyla hız kazanırken; Günaydın, kadın yazarların romanlarında anne figürünün yokluğunda kadın karakterlerin büyüme ve güçlenme sancılarının ele alındığına dikkat çeker. “Baba”nın (otoritenin) yokluğu erkek karakterleri rasyonel kararlar almaktan alıkoyarken, “anne”sizlik kadın karakterlerin rasyonel, ihtiyatlı ve sağduyulu olmalarına neden olur. Günaydın kadın yazarların metinlerinde olumlu anlamda dönüşüm yaşayan erkek karakterlerin - ki bu dönüşüm genelde alafranga, şımarık bir yaşamdan, Batılı değerlerin oyuncağı olmaktan çıkmakla başlar– bir kadın karakterin aracılığı ve desteği ile bu dönüşümü gerçekleştirdiğini gösterir.
“Dandini Beylerden Maksat Adamlarına: Kadın Erkek İlişkilerinin Tipolojisi” adlı bölümde, romanlardaki “zevclerin anatomisi”ni analiz eden Günaydın, kadın yazarların erkeği dönüştürme görevini reddettiklerini ve bu dönüşümün bir kadın aracılığı ile olamayacağını düşündüklerini belirtir. Bu romanlarda “zevc”lerin dönüştürülemez oluşlarından, romanın “ideal” olma potansiyeline sahip erkek karakterlerinin dahi zayıf yönlerinin vurgulandığını görürüz. Kadın yazarların, kadının iyi bir eş ve anne olması için eğitim alması gerektiği fikrine karşı çıktıklarını da belirtir. II. Meşrutiyet’le birlikte romanlarındaki “ideal” erkek karakterler bir davaya bağlanmış “maksat adamları” olarak karşımıza çıkarlar. Günaydın, özellikle Halide Edib’in ilk romanlarında toplumu dönüştürmek maksadıyla yola çıkan fakat sonunda hem bu amacına ulaşamayan hem de kadınlara üstten bakışı, onlara karşı kibirli ve düşmanca tavırları nedeniyle gönül ilişkilerinde başarısız olan erkek karakterlere dikkat çeker. Bu romanlarda Tanzimat’ın erkek yazarlarında rastladığımız kadınların fiziksel güzellikleri ile “yoldan çıkan,” aklı çelinen “zayıf” erkek karakterlerin aksine, “maksat adamları”nın “yeni kadın”ın bilgisi karşısındaki dehşetini görürüz. Günaydın, geleneksel sinemadaki eril bakışın kadını arzu nesnesi olarak konumlandırarak seyirlik bir malzemeye dönüştürdüğü tezinden hareketle, incelediği romanlardaki eril bakışın ne anlama geldiğini tartışır. Kadın yazarların romanlarında kadın karakterler özellikle ya da sadece bir cinsel arzu nesnesi olarak görülmez; fakat “gizemli,” “acayip,” “tuhaf,” “bilmece” gibi görüldükleri için erkek karakterlerde kadına dair korku, dehşet, tedirginlik hislerini uyandırırlar.
Kitapta üzerinde pek durulmasa da dikkati çeken bir tartışma konusu (Fatma Aliye dışında) ilk kadın yazarların erkek anlatıcıları seçme nedenleridir. Özellikle Batı edebiyatında kadın yazarların ciddiye alınmak ve okura ulaşabilmek için erkek mahlasıyla yazdıklarını da biliyoruz. Yazarak kendini kamusal alanda ifade etme fırsatını kullanan ilk kadın yazarların “erkek personası” arkasına saklanarak yazdıkları, mesele ilk kadın yazarlar olduğunda en kabul gören argümandır. Eril bakışın ve sesin, kadın yazarlar tarafından ya içselleştirildiği ya da ciddiye alınmak için bir strateji olarak kullanıldığı kabul edilir. Günaydın, bu tartışmayı açmıyor fakat kısaca şuna dikkat çekiyor: Halide Edib’in ilk romanlarında erkek anlatıcı seçiminin, erkek romancılık geleneğini sürdürmek ya da alışık olunan erkek ses ve bakış üzerinden okurun güvenini kazanma arzusu değil, eril tahakkümün nasıl inşa edildiğini erkek karakterlerin bakış açısıyla göstermekten kaynaklandığına değiniyor.
19’uncu yüzyıl İngiliz edebiyatında histeri, bir kadınlık hâli olarak karşımıza çıkar. Kadın yazarların romanlarında kullandıkları bir tema olarak histeri, feminist edebiyat eleştirisi tarafından toplumsal baskıların kadın aklında ve bedeninde bir yansıması, kendisine atfedilen rollerin içine sıkışan, eril tahakkümün ve toplumsal sınırların delirttiği kadınların isyanı olarak okunur.2 Günaydın, histeri ve melankolinin Osmanlı kadın yazarlarca da sık kullanılan motifler olduğuna dikkat çeker ve Osmanlı kadın yazarların romanlarındaki kadın karakterlerin histeriden ziyade melankoliden mustarip olduklarını söyler. Erkek karakterlerin histeriye çok daha yakın olduklarını belirten Günaydın, bunun kadın yazarların bilinçli bir “rol değişikliği” yapmalarının bir sonucu olduğunu dile getirir. Buna göre, kadın karakterler hem bir direncin göstergesi hem de baskıların sonucu bir tepki olan melankoliye, erkek karakterler ise (özellikle az önce bahsi geçen “maksat adamları”) zaaflarının ve zayıflıklarının bir dışavurumu olan histeriye meyyaldirler. Günaydın, bu analizi çerçevesinde, kadın ve histerinin iç içe olduğu romanlar ya da karakterler (ki sayıları hiç de az değil) yerine “melankolik kadınlar”a odaklanıyor. Tanzimat’ın erkek yazarlarının Batı’dan Osmanlı’ya sızan maddi zevklerin etkisiyle kendini kaybeden erkek karakterlerinin yerini, kadın yazarların romanlarında “ideal” olma potansiyeli taşıyan fakat kadınlara korkuyla, kimi zaman nefrete varan hislerle ya da kibirle yaklaşan iyi eğitimli maksat adamları almıştır. Günaydın, kadın yazarların, “yeni kadın” karşısında histeriye tutulan bu “ideal” erkek karakterlerin iki yüzlülüklerine ve zayıflıklarına odaklandıklarını belirtir. Kitaba ismini veren “Kadınlık Daima Bir Muamma!” ifadesi Halide Edib’in 1909’da yayımlanan Heyûlâ romanındaki bir erkek karakterin kadınlar hakkındaki düşüncesidir. Kadın yazarların ve kadın karakterlerin özne oluş mücadelesine odaklanan bu kitabın başlığına dair bu seçim ilk anda garip gelse de Günaydın, bu ifadenin kitaba dair çok şey söylediğini ifade eder. Nitekim, Osmanlı kadın yazarların, romanlarında eril bakışın kadını algılama ve kategorize etme biçimlerini, özellikle modern erkeğin kadına dair çelişkilerini ve tedirginliklerini anlamaya ve anlatmaya çalıştıklarının altını çizer.
Günaydın’ın Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Osmanlı kadın yazarların romanlarına odaklanan bu çalışması şüphesiz kadınların ürettiği edebiyatı anlamamıza katkı sağlıyor. Cumhuriyet’e dek kadınlar tarafından yazılmış birçok romanı yan yana okuması ise kadınların ürettiği edebiyatın ortaklığına dair bütünlüklü bir analiz yapma olanağı sunuyor. Temennimiz, Osmanlı kadın edebiyatı çalışmalarında sadece Türk/ Müslüman kadınların değil aynı dönemde yazmış, dergi çıkarmış, farklı dillerde ve alfabelerde yazan kadınların da keşfedilerek Osmanlı kadın yazarların ortaklıklarını ya da çatışma alanlarını, farklı yazarlık deneyimlerine dikkat ederek ele alan çalışmaların yapılmasıdır.3