Kristen Roupenian’ın çok konuşulan öyküsü "Cat Person"ın bıraktığı izlenim Margaret Atwood’u bir kez daha haklı çıkarıyordu: “Erkekler kadınların onlarla alay etmesinden, kadınlarsa erkeklerin onları öldürmesinden korkuyordu..”
21 Aralık 2017 13:54
Yılı neredeyse devirdiğimiz ve koca senenin özetini çıkarmaya baktığımız şu günlerde beklenmedik bir şey oldu: The New Yorker’da yayımlanan bir öykü, ortalığı, bilhassa internet kullanıcılarını kelimenin tam manasıyla ayağa kaldırdı. Renginin mavi mi yoksa sarı mı olduğu konusunda tartıştığımız illüzyonlu bir elbise fotoğrafı, Kim Kardashian’ın interneti “kıran” photoshop’lu görselleri veya Pokemon-go gibi gelip geçici rüzgârların önümüze savurduklarından bekleneceği üzere incir çekirdeğini doldurmaz nitelikte bir şey değil, seçkin bir derginin sayfalarında yer alacak denli derinlikli ve internette popüler olması beklenmeyecek, bu ortamda geniş kitlelerce okunması hayal edilemeyecek kadar uzun bir metin söz konusuydu. Adı sanı pek bilinmeyen, yayımlanmış bir kitabı bulunmayan Kristen Roupenian’ın “Cat Person”[1] adlı öyküsü, Annie Proulx’un “Brokeback Dağı” (1997) ve Shirley Jackson’ın “Piyango” (1948) öyküsünden bu yana dergi tarihinin en çok konuşulan yayını hâline gelivermişti[2] ve çoğu zaman internet viral’lerinden kopuk hâlde geçinip giden edebiyat dünyası, öykünün, New Yorker içeriğiyle normalde ilgilenmeyecek kitlelerce kucaklanması karşısında şaşkınlık içindeydi.
Kedilerin ve kedilere dair içeriğin internetin her daim gözde konu başlıkları arasında olduğunu belirtmek gerekse de burada bir başka tuhaflık söz konusuydu; zira öyküde kediler ortada görünmüyor, bahisleri geçse de var olup olmadıkları dahi bilinmiyordu; başlıkta geçen kedi aynen tık tuzakları gibi işliyor, okuru buraya çekerken öykünün içinde de benzer bir işlev üstleniyordu. Kendini tanıtırken nitelikleri arasında kedi sevgisini öne çıkaran otuzlu yaşlarındaki bir adam ile üniversite öğrencisi bir kadının yakınlaşma ve uzaklaşma süreciydi anlatılan. Kimi hususlar fazlasıyla ayrıntılıyken kimileri bu ilişkinin çağa uygun doğasına özgü bir biçimde kesif bir gölgede kalıyor, satır aralarını doldurmak da okura, okurun kendi şahsi deneyimi üzerinden yapacağı okumaya düşüyordu. Bu şahsileşmiş okuma deneyimi öyküyü patlatmış, anlatılandan ziyade anlatılan sayesinde tetiklenen tepkiler kaleme alınan makaleler, iletiler ve anketlerle ortaya dökülmüştü. Öyle ki, Twitter’da yükselen trend’ler arasına giren “Cat Person” öyküsü, tartışmaya açık edebî meziyetleri bir yana, yaşadığımız çağa özgü birtakım duygu ve durumları ifşasının dokunduğu bam teliyle öykü olarak okunmaktan çıkmış, kurmaca niteliğinden koparak erkek tacizini ifşa edip birlik olan kadınların yürüttüğü bir hashtag’in çatısı altına, #MeToo’ya[3] dâhil edilmişti. Okurlar öyküye tepkilerini kendi yaşamlarından örneklerle ortaya koyarken, kurmaca bir öyküye gerçek bir deneyimmiş ve yazara ait bir itirafname niteliğini taşıyormuş gibi yaklaşmanın sakıncaları çeşitli ortamlarda vurgulanıyor, ancak öykünün yazarı bu uyarıları pek de umursamadan öyküyü başına gelen bir olaydan, Tinder’da tanıştığı bir adamla geçirdiği geceden ilham alarak yazdığını belirtiyordu. Yayımlanmasının üzerinden bir hafta geçmeden, kadın kahraman Margot’nun perspektifiyle öne çıkan öyküye cevaben erkek kahraman Robert’ın ağzından öyküler yazılmış, rencide olan erkeklerin özel olarak açtığı Twitter hesabına mesajlar yağmış, paylaşımlar doruğa çıkmıştı. Manzaraya bakılırsa bütün bir sene boyunca hiçbir edebî eserin yaratamadığı fırtınayı bu öykü nihayet, yıl sona ermek üzereyken koparmıştı.
“Bir adamla tanıştım.”[4]
Bir kadın ve bir erkekle başlayan bir öyküydü bu ve üniversite öğrencisi olan Margot ile hakkında -hoş olsa da aşırı hoş olmadığı dışında- pek bir şey bilmediğimiz Robert’ın tanışmalarıyla başlıyordu. Bu tanışıklığın peşi sıra randevulaşmaları ve berbat bir beraberliğin akabinde birbirlerinden uzaklaşmaları geliyordu. Boşlukların sosyal medya bildirimlerine bakarak doldurulduğu, Insta’ya atılacak hikâyeler kadar kısa ömürlü bir zamane flörtüydü söz konusu olan; gelgelelim tüm ayrıntılarıyla aktarılan etkileşimin satır aralarında son derece rahatsız edici -ve bir o kadar aşina- bir şeyler yankılanıyordu. Kurmaca öykünün betimlediği ilişki biçimi, reel dünyada bir rezonans yakalamıştı ve can yakıyordu.
Margot ile Robert’ın öyküsü, aralarındaki yaş farkının da katkısıyla eşitsiz bir zeminde başlıyor ve birbirlerine olan yabancılıklarına rağmen yakınlaşma çabalarıyla göze batan dengesizliklerle ilerliyordu. Kadın 20, erkek 34 yaşındaydı; kadın için adamın onu arzulaması, kendisinin adamı arzulamasından daha önemliydi, adamın göz bebeklerinde aradığı kendi imgesi, hâliyle pek az tanıdığı bu adamdan daha değerli. Adam, kadına her zaman değilse de ara sıra tuhaf bir biçimde kaba davranıyor, kadınsa adamın karşısında belli bir performans kaygısı duyuyor ve hep kendini suçluyordu; öyle ki mesajlarına yeterince zeki yanıtlar veremediğinde adamın cevaben yazdıklarının kısaldığına dahi inanıyordu. Adam kadının önceki cinsel deneyimlerini irdelerken kadın, yalnız kaldıkları bazı anlarda adamın onu öldürüp öldürmeyeceğine kafa yoruyor, sonra, sanki aklından bunları geçirmemişçesine, dilini "hantalca boğazından aşağı sokmasına" izin verdikten sonra yetişkin bir erkeğin nasıl olup da böyle kötü öpüşebildiğine hayret ediyordu. Margot’nun yüzleşmeden kaçınması, Robert’a onunla beraber olmak istemediğini söylemekten çekinerek deneysel bir yaklaşımla ne olacağını görmek istemesi üzerine birlikte oluşları ise içler acısıydı; kadının kendine ve karşısındakine yabancılaştığı, erkeğin ise karşısındakinin tepkilerini okumaktan aciz bir vaziyette gerçekleştirdikleri bir birleşme edimi. Yüzleşmeden çekinen Margot’nun oda arkadaşının, Margot namına Robert’a yazdığı, “Senden hoşlanmıyorum, bana yazmayı kes” mealindeki mesajla kopan bağlar, bir barda karşılaşmalarının ardından Robert’ın attığı mesajlarla sonlanıyor; öykü boyunca yer yer tiksindirici, yer yer ürkütücü görünse de Margot tarafından ötelenme biçimiyle belli bir şefkat de uyandıran Robert, nazik mesajlarında tınısını aniden değiştirerek kadının ona yakıştırdığı cinayet potansiyelini âdeta doğruluyordu. Roupenian’ın öyküsünün bıraktığı izlenim Margaret Atwood’u bir kez daha haklı çıkarıyordu, zira, “Erkekler kadınların onlarla alay etmesinden, kadınlarsa erkeklerin onları öldürmesinden korkuyordu.”
Öykünün can alıcı noktası ise bu iki kişinin birbirlerini bu denli az tanıyor olmasında yatıyordu; birbirini ancak yarım yamalak profil bilgileri, WhatsApp mesajları yardımıyla anlamaya çalışan ve boşlukları kendileri dolduran iki yabancı. Robert, Margot’ya kedici olduğunu ve evinde iki kedi beslediğini söylemişti mesela ama kadın, Robert’ın dairesinde kedilere rastlamamıştı. Bu tutarsızlık hiçbir şey ifade etmese de derin bir karanlığın, sonu Margot’nun öldürülüp yol kenarına atılmasıyla sonuçlanacak denli dehşetli bir şeylerin emaresi olabilirdi; öyle değilse de başka bir tatsızlığı, Robert’ın göründüğü gibi biri olmadığını ortaya koyardı. Robert, çağdaş bir Mavi Sakal olabilirdi, evinde beslediği kediler değil, gizlediği iskeletler bulunabilirdi; Robert, Margot’ya zarar verebilirdi, Margot’nun gözünden aktarılan dinamiklerinde hissedilen bir şeydi bu... Öykü ne edebî derinliği ne de özgün anlatımıyla öne çıkıyordu zira bu bakımdan pek de güçlü olduğu söylenemezdi; çarpıcı yanı, kadın kahramanın bocalamasının, erkek kahramanın öfkelenmesinin aşinalığıydı belki... Margot’nun öyküde izlediği rota, onu öldürebileceğini düşündüğü bir erkeğin karşısında bile baskın gelen onaylanma ve arzulanma istemi, gösteriş namına alnından öpüldüğünde porselen bir bebek kadar hassas ve değerli, reddetmenin sıkıntısını göze alamadığı için kabullendiği cinsel ilişki sırasında ise paçavradan bir bebek kadar duyarsız ve değersiz hissettiğini söylemesi, hep yetersiz hissetmesi… Robert’ın abartılı bir nezaketten ürkütücü bir kabalığa varacak şekilde değişen tavırları, en az Margot’nun gelgitleri kadar rahatsız ediciydi, ama bu karikatürümsü kahramanlarla yazar, doğru bir noktaya temas etmişti: birileri, bu sinir bozucu tasvirlerin içinde kendi yaşamından, kendi tecrübesinden akisler yakalamıştı ve bu, bazı kadınları aynı deneyim evreninde eşitliyor, bir araya getiriyordu. Jami Attenberg’den Sheila Heti’ye, Mary Gaitskill’den Lena Dunham’ın[5] işlerine varana değin izleri takip edilebilecek ortak bir damar, bir kaynak vardı burada: kadınların, özellikle de belli bir sınıfa mensup heteroseksüel kadınların tanıdık bulduklarını söyledikleri bir evren.
Ne zaman başladığını kestirmek güç, ama şimdi bir çığ gibi büyüyen kadın seslerinin 2016 Amerika başkanlık seçimleriyle de bir alakası olduğu, ateşi tutuşturan kıvılcımın kısmen de olsa seçimlerle parladığı söylenebilir. Öncesi vardı elbette; her şeyde olduğu gibi, mesela Bill Cosby’nin pek çok kadına uyuşturucu verip tecavüz ettiğinin anlaşılmasının, Amerika’nın En Sevilen Babası olarak bilinen aktörün Amerika’nın En Babacan Tecavüzcüsü hâline gelişi vardı, başkaları da elbette ki vardı. Gelgelelim ABD, Trump ile Clinton’ın çekiştiği seçimlere hazırlanırken adaylardan biri mizojinisini bir bayrak gibi sallıyor, diğeri ise vatandaşlara “kızlarını böyle bir ortamda yetiştirmek isteyip istemediklerini” soran kampanya reklamlarıyla tehlikenin boyutlarına kendince dikkat çekiyordu. Seçmenler, oylarını mizojini bayrağını sallayan adamdan yana kullandı; buna itiraz eden kadınlar da seçimlerin ertesinde, Trump’ın başkanlık törenini takiben sokaklara döküldü, sayısı beş milyonu bulan protestocular Kadınlar Mitingi’nin ABD tarihinde gelmiş geçmiş en büyük protestoların arasına girmesini sağladı. Tartışmaya son derece açık olsa da kendini her zaman bir özgürlük ve eşitlik timsali olarak gören bu ülkenin yönetici koltuğunda bugün, kadın taciziyle böbürlenen bir erkek oturmaktaydı; öfkenin bunca canlı olması hâliyle gayet doğaldı. Fitili ateşleyen Trump mıydı, yoksa başka bir şeyler miydi bilinmez ama dinamiti patlatan, Ekim ayında kopan bir dizi fırtına ile kültür-sanat-edebiyat çevrelerindeki taşları yerinden oynatan Harvey Weinstein skandalı oldu. Hollywood’un en güçlüleri arasında anılan Weinstein, on yıllardır çevresindeki kadınları taciz ediyor ve kendisiyle beraber olmaya zorluyor, onu reddedenleri beyazperdeden âdeta siliyordu; işin tuhafı, hakkındaki gerçekler herkesçe biliniyordu ama kimsenin sesi çıkmıyordu. Weinstein hakkındaki delilleri polis de görmezden gelmiş, hakkındaki son şikâyetler düşmüştü ki devreye yine bir taciz skandalında aldığı pozisyonla bilinen biri, Mia Farrow ile Woody Allen’ın oğlu Ronan Farrow girdi. Farrow, daha önce -kız kardeşi olan- Dylan Farrow, Woody Allen’ı taciz ve tecavüzle suçladığında kardeşinin yanında yer almış, babasını ve babasıyla iş birliği içindeki eğlence endüstrisini lanetlemişti. Bu defa hedefinde Weinstein vardı; Farrow, New Yorker editörü David Remnick’in desteğiyle, Weinstein hakkındaki korkunç gerçekleri derginin sayfalarında ifşa ediyordu. Farrow, ilkin NBC’ye gitmiş, ancak oradakilerden Weinstein’ı hedefleyen belgelerin yayımı hususunda ret cevabı almıştı. Ronan Farrow ve David Remnick, yayımladıkları yazının koparacağı fırtınayı öngörmüş olmalılardı, ama hiç kimse, bu makalenin etkisinin bir çığ gibi büyümesini ve yüzlerce, binlerce, on binlerce kurbanın öne çıkıp canavarı işaret etmesini beklemiyordu. Weinstein’ın tacizleri ve kadın sömürüsü yüzden fazla kişinin öne çıkmasına yol açmıştı ve görünüşe göre taciz tüyler ürperten biçimde rutin ve sistematikti; Weinstein’la başlayan heyelan, Kevin Spacey’den Louise C.K.’ye, Dustin Hoffman’dan Ben Affleck’e ve eski başkan George W. Bush’a kadar uzanıyor, kadınlarca oluşturulan tacizci-tecavüzcü erkekler listeleri türlü sektörlerde elden ele dolaşıyor ve kurbanların yalnız olmadıklarını anlamalarını, öne çıkıp ifşaya katkıda bulunmalarını sağlıyordu. Rüzgâr her açıdan kuvvetli esiyor, sarsılmaz olduğu sanılan bazı kaleleri deviriveriyordu ve eğlence sektörüyle başlayıp kültür-sanat-medya çevrelerine uzanan bu fırtına, hayatın her kanadından kadınların “Ben de!” nidalarıyla karşılanırken taciz, tecavüz ve her tür sömürüye dair tecrübe ortaya dökülüyordu. Weinstein’ın etkisi büyüktü, o kadar büyüktü ki ifşadan bir ay sonra bile Instagram’da bir paylaşımında Uma Thurman, beraber çalıştıkları film Kill Bill’den referansla prodüktörün ağır ağır, acı çekerek ölümünü izlemekten zevk alacağını açıklıyor, Aralık ayının ilk haftasında ise New York Times için kaleme aldığı yazıda aktris Salma Hayek, “Benim canavarım da oydu, ama ben hep saygılı davranmak zorundaydım” diyerek aralarındaki dehşetli ilişkiyi, bu adamdan ne kadar çok korktuğunu ve karşısında nasıl ezildiğini itiraf ediyordu. Hayek’in Weinstein hakkında aktardıkları, “Cat Person”ın kurmaca kahramanı Robert’ın hayır yanıtı aldığında takındığı tavırla örtüşür nitelikteydi; Weinstein da kendisine hayır denmesinden hoşlanmıyor, hayır karşısında içindeki canavarı salıveriyordu. Bir zamanların bu büyük ve güçlü şahsiyeti, şimdilerde Saturday Night Live skeçlerinde kedi tüyüne bulanmış ciklet topağına benzetiliyordu ve yıllar boyunca uyguladığı sindirme taktiklerinden tecavüze kadar varan saldırıları açığa çıkıp duruyordu. Taşlar yerinden oynamıştı bir kere ve kurbanlar, birbirlerinden güç alarak canavarı işaret ediyordu; ne ki canavar, tek bir kişi ya da bir grup güç sarhoşu adam değildi, canavar, bütün bunlara yardım ve yataklık edenlerin tamamı, kadınları sindirmeye meraklı herkes ve her şeydi; her yerdeydi… En azından şimdiye değin öyleydi.
Weinstein’ın ifşasıyla başlayan süreç pek çok güçlü ismi sarstı ve sarsmaya da devam edecek gibi. Edebiyat dünyasındaki en beklenmedik gelişme Paris Review’da yaşandı: Derginin sarsılmaz görünümlü yayın yönetmeni Lorin Stein, kadınların dolaştırdığı bir listenin[6] hikmeti sayesinde buradaki -ve aynı zamanda Farrar, Strauss & Giroux’daki- pozisyonundan çekilmek zorunda kaldı. Derginin kuruluşundan bu yana dört yayın yönetmeni olmuştu ve bunlardan sadece biri, Brigid Hughes kadındı; kaderin cilvesi mi, yoksa daha derin bir komplo muydu bilinmez ama onun da adı çoğu yerde atlanıyor, dergiye katkısı yok sayılıyordu.[7]
“İnsanı yıldıran, gözünü korkutan bu engelleri nasıl aşacaklardı?”[8]
Sene sonlarının kendine has bir enerjisi, bir ruh hâli var; hayat daha hızlı, sokaklar kalabalık, insanlar geçip gitmek üzere olan senenin boşluklarını doldurmak için acele ediyor sanki. Listeler, özetler, değerlendirmeler gırla gidiyor, bir yıllık zaman dilimi geriye dönük irdeleniyor ve böylelikle yıla veda ediliyor… Yılın olaylarını belirlememiz, yılın insanlarını seçmemiz, yılın albümlerinden yılın filmlerine, kitaplarına uzanarak 365 günlük bir sürecin manzarasını saptamamız bekleniyor; zamansal açıdan sadece ileriye şartlanabilen, geride bırakılan hakkında en fazla anlatılar üretebilen yaşamlarımıza inat, günleri değerlendirme, etiketleme, haklarında düşünme ihtiyacı duyuyoruz. Umberto Eco, ölümden korktuğumuz için listelerle meşgul olduğumuzu, bunların, yaşam gibi kaotik bir süreçte bir düzen illüzyonu yaratarak sırtımızdaki ölümlülük yükünü hafiflettiğini söylese de, belki sadece kaybolan zamanı somut bir yerlerde muhafaza etmektir derdimiz, kim bilir… 2017 devrilirken her sene sonunda olduğu gibi geleneksel olarak Yılın Kişisi’ni seçen Time dergisi bu defa Sessizliği Kıranlar’ı, tacize karşı seslerini yükselten tüm kadınları Yılın Kişileri olarak seçip kapak yaptı; Pantone morun derin ve kati tonu mor ötesinin gelecek senenin rengi olduğunu duyurdu ve Merriam-Webster Yılın Kelimesi’nin “feminizm” olduğunu açıkladı. Margaret Atwood’un üzerindeki ölü toprağını atıp popüler kültüre damgasını vurduğu yıldı bu; Damızlık Kızın Öyküsü’nün, Nam-ı Diğer Grace’in ve diğer Atwood metinlerinin ABD kadınlarının başlattığı mücadeleye popüler kültür ağlarında zemin ördüğü sene. 2018’in bizi nerelere götüreceği belirsiz ama ABD’de başlayan depremin pek çok farklı zemini sarsmasını, taşları yerinden oynatmasını bekleyebiliriz... Mesela şöyle: Guardian'ın haberine göre, "Cat Person"ın yazarı Kristen Roupenian'ın ilk öykü kitabı için ABD'de düzenlenen arttırma henüz sonuçlanmadı ancak teklifler, şimdiden bir milyon doları aştı.
Şahsi bir temenni: Kedileri seviniz.