Kendine durmadan dışarıdan bakan bir kahramanın, hem de bir görünmek korkusu içinde çektiği azabı tane tane anlatıyor Seçkin Erdi. Öyle ki bütünlük, farklılıkların silinmesinden, herkese benzemekten, böylece görünmemekten geçecek gibi...
08 Kasım 2018 13:32
İnsanın kendiyle (kendileriyle demeliyiz aslında) neler yapabileceğine dair bir kitap Kampana. İnsanın kendi içindeki cehennemi nasıl alt edebileceğine dair. “Cehennem başkalarıdır”a karşılık, “Cehennem içimizde” diyen bir ilk roman. Elbette dışarıdaki, başkalarının yarattığı cehennemle (savaşla, itaatle) de bağını kurarak soruyor tüm bu soruları. O cehenneme, çoğu kez hiçbir şey yapmayarak, bizim de katkıda bulunduğumuz gerçeğini es geçmeden. İçimizdeki ve dışımızdaki bölünmüşlüğü, iç ve dış arasındaki bölünmüşlüğü, ancak bizi birleştiren bağları keşfedersek, ancak başkalarıyla buluşmanın yollarını bulursak alt edebileceğimizi; bir iç (ve dış) barışa, bütünlüğe yani, ancak böyle kavuşabileceğimizi söylüyor. Daha ilk alıntıdan, daha ilk öyküden, bir kuzgundan başlayarak. Bu yüzden, kardeşlik meselesi etrafında dolanıyor, kardeşliğe dair sorular soruyor, eşit bir kardeşliğin imkânlarını araştırıyor.
Öte yandan, Kampana başından sonuna dek merak uyandırıcı bir hikâye anlatıyor. Yapması çok zor bir işi, tüm bu “ağır” mevzuları “acaba şimdi n’olacak” sorusunu da cepte tutarak derinleştirmeyi başarabiliyor. Ama hep tedirgin bir merak duyuyor okur; öyle ki, modern hayatın gelgitlerinde bin bir persona içinde debelenirken ve tam da şimdinin cehenneminde (şu anki cehennemde ve “sonsuz şimdi” kipinin cehenneminde) yaşarken, hep hissettiğimiz olağan tedirginlikten izler taşıyan bir his bu.[1] Ve bir de şairane bir metin. Dille oynamayı seven; kelimelerin personalarına, hayatiyetine ve dilin iradesine saygılı; kelimelerin veznine tutkun, bu veznin çağrısına âdeta kendini alamadan kapılıveren bir şair/yazarla karşı karşıyayız. Ancak böyle edebî beceriler büyüklenmeye dönmeye çok yatkındır esasen ve Seçkin Erdi’nin asıl üslûp başarısı da burada işte: Tüm bu lezzetli kelime oyunlarını, okuyucuyu asla küçümsemeden kıvırmayı başarıyor; âdeta “gel, beraber oynayalım” diyen bir tevazu ile yapıyor. Kaldı ki nüktedan ve hatta şakacı bir metin Kampana. Garip şey, çünkü bu üslûp, Kampana bir yandan da bir cehennemin anlatısı olduğu hâlde, hiç de yadırgatıcı durmuyor metinde.
Gerideki cehennem de cayır cayır aslında. Savaş gerçeği anlatının her yerine sızıyor. Meslek etiğine sahip çıkmaya çalışan çekinik doktor ile savaşta sayısız ölüm görmekten kalbi katılaşmış kayıtsız komutan arasındaki gerilimde sezersiniz bunu:
“Komutanım, doktorlukta biraz farklı oluyor, yaralı halde bırakamıyoruz biz…”
“Bırakırsınız asteğmenim bırakırsınız… Ne yaralılar bıraktık biz.”[2]
Hele ki bu cehennemde farklı iseniz (birkaç kişi birden konuşuyorsa içinizde, kardeşinizi ölüme terk etmişseniz, içinize hapsolup kalmışsa ya da kardeşiniz ve durmadan kendinizi jiletliyorsanız bu yüzden veya hiç ayrılamadığınız bir ikiziniz varsa), işte o zaman daha da cızırtılı duyuluyor bu sorular. Demek ki, aynı zamanda ben ve biz meselesine uzanıyor ve kaçınılmaz olarak farklı olmanın anlamını da deşiyor Kampana.
Ama bir umut metni yine de. Diyaloglarla yüklü,[3] “doğru düzgün konuşabilsek, tüm bu sorulara hep beraber bir yanıt bulabiliriz” ihtimalini hatırlatan bir metin. Hem başkalarıyla hem kendi kendiyle konuşmak fikrinin peşinden gidiyor hep. Tüm roman boyunca, Kuzgun’un “gitme, buluşalım” daveti (çığlığı mı demeli) duyuluyor yani.[4] Ama konuşmanın hem de ne kadar zor olduğuna, ağır aksaklığına, gündelik iletişim kazalarına dair bir metin.
İçeride yaşanan, şu kesif personalar çatışmasına bir bakın meselâ:
“(42. Olağanüstü Benler Genel Kurul ve Gerekçesi: Kantinde çay veren –ismi henüz bilinmediği için kayıtlara Gözlü Çocuk olarak geçecektir- Gözlü Çocuk’la başlayan diyalog dahilinde sarfettiğimiz emir kipinde çekilen “kalsın, kalsın” cümlesinin yanlış anlaşılmaya müsait olduğu; arz ve talep temelinde vuku bulsa bile bu alışverişin hiç bilmediğimiz bir ortamda ve hiç tanımadığımız bir kişiyle gerçekleşmesi itibarıyle normal olmadığı ve daha temkinli olmamız gerektiğine karar verilmiştir…Sürecin yönetimine Ortayolcu Ben geçici görevlendirmeyle atanmıştır. Ek olarak Ukala Benin Disiplin Kuruluna sevk edilmesine oy çokluğuyla karar verilmiştir.”[5]
Demek ki bir benler savaşı yaşanıyor, “ben” diliyle konuşan adsız anlatıcımızın da içinde. Ve bu “benler” meselesi tam da kitabı dikey kesen ana ekseni oluşturuyor. Ancak “ben”lerin içinde, “biz”e özgü, ancak “biz”in yapabileceği, kamusal ve politik araçlar da çalışmakta. Kahramanımızın içi, en iyi ihtimalle bir cinayet taşımakta; ama bir taraftan da genel başkanını yerinden etmeye çalışan popülist bir partinin genel kurulu ya da huzursuz, barışamayan bir ülkenin meydanları gibi âdeta:
“43. Olağanüstü Genel Kurul sert geçiyor. Karşılıklı kınamalarla başlayan süreç, azil talepleri, geri çağırmalar, toplu dilekçeler, oturma eylemleriyle şiddetleniyor; grev kararları asılıyor hücre çeperlerine, bazı benler belli başlı nöronlarda özyönetim ilan ediyor, siyasi suikastler gerçekleşiyor, el yapımı patlayıcılar döşeniyor sinir liflerime, kardeş kardeşi kırıyor, darbe koşulları oluşuyor; bazı benler sinir iletimini kesintiye uğratmaya başlıyorlar; tarih onların istediği gibi yazılıyor; inatçı ve asi benlerim kendi sinaptik iletişimlerini başlatıyorlar buna karşılık, şu anda yazılan tarihin tahrif edildiğini, yanlı olduğunu, benler demokrasisinin işlemediğini ve alınacak bütün kararların hukuksuz olduğunu ellerindeki tüm imkânlarla hâlâ bağımsız olduklarını düşündükleri benlere anlatmaya başlıyorlar; ne yaparsak yapalım durduramıyoruz, iç savaş başlıyor”[6]
Bu da yetmiyor, kendine sürekli dışarıdan bakan bu huzursuz ruh, arada bir sinema perdesinden görüyor kendini. Daha nizamiyeden giriş, bir perdeden yansıtılıyor:
“Kamerayı tam karşımıza sabitleyip, referans noktalarını sağ köşede yaya giriş kapısının önüne bina edilmiş nizamiye kulübesi ve sol alt köşede de heykel ve bayrak direğinin oluşturduğu ve ortalarında uzanan yolun ise derinliği tayin ettiği bir çerçevenin içinde gün ve gece boyunca muhtelif çekimler almışlar ve sonra iki ayrı makinadan akıttıkları bu farklı filmleri perdede üst üste bindirip yepyeni bir kurgu yapmışlar gibi. Seyirci –korkarım şu anda o da bizzat benim– izlediği şeyin katmanlarını elbette fark edemiyor ve kurulmuş bu zahmetli komploda kafasını iki yana sallayan, elini kolunu vücudundan bağımsız uzuvlarmış gibi hareket ettiren ve hiçbir yere varmayan cümleler kuran bir sulusepken komedi tiplemesi olarak görünmeyen duvarlara çarpıp kelimeler ve kaideler ortasında düşe kalka çabalayan beni izliyor. Dahası benim içinde yer aldığım sahneye kenardan girmiş bir de hastalıklı kuzgun var. Aman ne komik, ne zekice bir prodüksiyon, ne kadar da yaratıcı!”[7]
Ben’leri birbiriyle kavgalı, kendini ikide bir dışarıdan izlemeye kalkışan, öyle ki iç organlarının hâl ve hareketlerini düşünen,[8] ha bire kendine soru soran, kendinin ve dünyanın haddinden fazla farkında olup da ne kendine ne dünyaya kapılabilen herkes gibi, geçmek bilmez bir dünya ağrısı ve olup bitenlerin sorumlusuymuşçasına sürekli bir suçluluk duygusu eşlik ediyor kahramanımıza. Asil bir Mümtaz tereddüdü değil elbet, bu savrukluğa varan, deliliğe varan gelgit; ama yine de huzura kavuşmak isteyip de kavuşamayan bir ruh daha girmiş oluyor böylece, huzurla kafayı bozmuş memleket edebiyatına.[9] (Metnin alıntılamak konusundaki cesaretini ve diyalog çağrısı ile uyum içinde, başka hikâyelerle (de) diyaloga girmeye hevesini de gösteren) söylenmemiş cümleler üzerine, şu pasaja bakın bir:
“Ben bu dertten çok uzun zamandır mustaribim. Eskiden, yani henüz benlerimle bu kadar içli dışlı olmadan evvel bu kısalığı izafi anlar beni çok meşgul ederdi. Sarf edilmiş yahut keşke edilseymiş cümleler dakikaları saatleri aşar, günlere, gecelere, haftalara yayılır, zihnimin içinde sıfatlar, zarflar, vurgular yeni mazruflar kazanır, öğeler kaidesizce birbirinden ayrılır ve başka başka biçimlerde tekrar birleşir, özneler bu dizilim içinde kendilerini belli edebilmek için bir mesnet arar, yüksek, daha da yüksek sesle konuşurlardı. Kurulan her bir yeni cümleyle boğum boğum kafamın içine atılan kelime yumakları zihnimin dönüp duran uğultusu içinde incecik ipliklere eğrilir, atkılar ve çözgüler halinde bir makine titizliği ve ritmiyle vurulur, dokunan kalın kumaşta ben kâh köpeklerin kovaladığı yaralı bir ceylan, kâh masallara layık bir doğu sarayının yağız atlısı, kah su başında koyunlarıyla İsa Mesih, kah bir tavuskuşu olurdum. Dokuma faaliyeti hiç durmaz, bu mücrim tezgâhın gürültüsü bütün sesleri bastırır, uğultu tüm zihnimi döne döne yine ele geçirir ve yeni bir resim belirirdi. Sonra sonra resmin bütününe, yani kahramanlığıma, yarama, yansımama, mazlumluğuma, feda yahut fidye oluşuma değil resmin her bir ilmeğine, her bir düğümüne bakmayı öğrendim. Böylece bütün benlerimi tek tek duyar, her birinin cümlelerini ayırt edebilir, ortaya çıkan resmi desenleyebilir oldum. Kendimle konuşmayı, kendimle baş etmeyi, kendimle müzakereyi öğrendim. Böylece bir ittifak kurduk…”[10]
Kendine durmadan dışarıdan bakan bir kahramanın hem de bir görünmek korkusu içinde çektiği azabı da tane tane anlatıyor böylece Seçkin Erdi. Öyle ki bütünlük, farklılıkların silinmesinden, herkese benzemekten, böylece görünmemekten geçecek gibi: “İşte bu çöküntü, bu zenginlik, bu karmaşa, bu bilgi, anı, his, tecrübe, pişmanlık yığınını görünmez kılmak için var bir yandan da kamuflaj. Yani saklanmak için elbette düşmandan. Düşman olan senden, senliğinden, sen olanla birlikte taşıdığın tüm anılar, tüm günahlar, tüm salih amellerden. Tek olman için, dev bir teklik, dev bir bütünlük içinde kaybolman için.”[11] Ancak daha ilk andan ve sonrasında da defalarca, üstelik beceriksizce başarısızlığa uğrayacak bu gözden yitme girişimi. Öyle ki hiçbir gruba ait olamayan, (kendine dahi bağlanamadığına göre, tabiatıyla) hiçbir davaya da bağlanamayan, bir polis grubunun muhabbetinden bir solcu grubuna[12] sürüklenirken de kendini oralı hissedemeyen kahramanımız, bir an için, bu gözden yitme, araziye uyma hedefine yaklaşacak gibi olup diğerleri gibi konuşmayı başarıyor.
Ve bu sonuncu gözden yitme girişimi bağlamında, toplam 27 (yazıyla yirmi yedi) sözcük ile Türkiye erkeklerinin gündelik dilinin, insanı tedirginliğe sürükleyecek kadar ıssız olduğunu gösteriveriyor Erdi: “Karşılıklı ‘aynen,’ ‘her türlü,’ ‘abi,’ ‘başkan,’ ‘amına koyim’ noktalama işaretleriyle es veren yahut biten cümleler kurmak suretiyle futboldan, yemeklerden, meslek yüksekokullarından, dış güçlerden ve iç güvenlikten konuştuk.”[13] İnsan nasıl dilin oyunları ve parça parçalığı ile kendi parçalanmışlığını duyuyorsa, yine dille bir topluluğun parçası oluyor öyleyse; fakat bu acınacak derecede fakir dil de yine bütünlükten uzak. Dilin sahibi olan Erkek de (büyük harfle yazmalıyız artık onun adını) aslında umursamadığı bir tutarsızlık içinde yüzüp duruyor: Bir hukuku paylaştığını söylediği can yoldaşı adamları, aynı konuşma içinde, “göt oğlanları” diye anması mümkün pekâlâ.[14]
Ve sonunda o kadar sıradanlaşıyor ki kahramanımızın erkekliği, linç girişimlerine dahi, huzursuzca da olsa sessiz kalmayı beceriyor. Linç sahnesinin, parçası olanlardan biri (işte o Erkek) tarafından anlatılışı bilhassa çarpıcı:
“Millet de bunlara nasıl kurulduysa, bizim bi’ arkadaş banyodan havluyla çıkıp geldi, yerde vuruyor şişkoya, ayağından terlik fırladı, tek ayakla seke seke tekme atmaya çalışıyor... Sen de yetmiş ben diyeyim seksen kişi başladı gülmeye, hem vuruyoruz hem gülüyoruz... Adam yataktan donunu toplaya toplaya geliyor, durun durun diyor ben de bir kartal vuruşu yapayım... Neyse abi iyi oldu, rahatladık ha, aksiyon oldu...”[15]
Aksiyon arayan, vururken eğlenen bu dehşet verici erkekliğin arkasında ne var peki? Nasıl oluyor da meselâ tüm o cesaret ve mertlik söylemi ile bir koğuş dolusu adamın birkaç kişiye dalması bağdaştırılabiliyor? Erkekliğe bindirilen tüm o başına buyruk olma kodu ile askerlikte yaşanan sonsuz irade kaybının, sürekli boyun eğme zorunluluğunun, bu linçle bir ilgisi olabilir mi? İçeride durmadan biriken, mayalanan baskı, bir araya gelip “cesaret” de bulan erkeklerde böyle patlamalara yol açıyor olmasın?
Çünkü insan bazı şeyleri bilmeden bilir, öyle değil mi? Sürekli yanındadır bazı tedirginlikler… Sana durmadan cesur olmanı, aklına koyduğunu “tak” diye yapmanı söyleyip duran bir koca sistem, ama hem de babasıyla, komutanıyla, patronuyla seni hizaya çekip duruyorsa; ve bu muktedir erkeklerden de (tabiatıyla) korkuyorsan, ama bu korkunun gözlerinin içine bakmak bir yana, itiraf dahi edemiyorsan, işte o zaman, tüm bu baskı bir anda, dokunmanda aslında sakınca görülmeyeceğini bildiğin zayıflar üzerine patlayabilir: Farklı olanlar, kadınlar ve çocuklar… Ve tam da bu ağır gerilimleri ve endişeleri sebebiyle bu patlama ânı, linç, hafif, hatta komik bir biçimde anlatılır ve rahatlama olarak dile gelir. Erkeklik kodlarının etrafındaki tüm fizikî güç epiğinin ancak dengine karşı bir anlamı olacağına gelince, bu bir mesele bile değildir aslında. Çünkü erkeklik söylemleri (söylentileri), onlara uygun davranışlar doğursun diye üretilmezler; aksini doğururlar hatta: Çok fazla mertlikten bahsetmek, namertliği maskelemek içindir örneğin (Tutarlılık arayışı zaten tedavülden kalkmışsa hele).
Türkiye’deki erkekliğin billurlaşmış bir hâli olarak askerliğe odaklandığı kitabında, Pınar Selek de bu linç tablosunu doğuran hıncı, intikam isteğinin bastırılması ile açıklar: “Genellikle çeşitli erkeklik mekanizmalarının, kışkırtılma, gözetlenme, iktidarsızlık hissi, korku, endişe ve yılgınlık altındaki baskılanması… hınç duygusunu büyütüyor… Askerlik deneyimleri içinde çok sık anlatılan ‘üstünden yediği tokadı altına vurmak’ pratiği, muhtemelen böyle bir arka plandan besleniyor… iktidar karşısında maske takma gerekliliğinin, gerçek olmayışın yarattığı gerilim yüzünden, sonsuza kadar denetim altında tutulamayacak karşı bir basınç oluşuyor. Böylece hınç duygusunun yarattığı aşırı alınganlık ve gurur büyürken, eğretilikten bir türlü kurtulamayan erkeklik, hayatın çeşitli alanlarında, her an patlayacak bir dinamite dönüşüyor.”[16] Öyleyse, erkeklik performansları bir güçsüzlük itirafıdır aynı zamanda. Ama öyle bir itiraf ki gerisinde mutlaka kırık kalpler ve sıkça da kırık kemikler bırakır.
Kahramanımız böyle bir cehennemin içinde sıradanlaşır işte. Yine de bu sıradanlaşma bir personalar yarılması ile mümkün olabilir ancak: Gündüz beni ile gece beni ayrılır. Ve ancak geceleri, (bir tek) kendi gibi “değişikler”in içinde kendine kapılabilir, kendi olabilir; sadece bir meczuplar grubunda yer edinebilir.[17]
Esasen tüm bu persona savaşları, kendi kendine bakmalar, kendine dahi kapılmamak hâli yazı, daha doğrusu dil üzerinden dolayımlanmaktadır asıl.[18] Demek ki Seçkin Erdi’nin açıkça sezilen “yazarlık” kâbusları üzerinde de uç verir (Çünkü aynen anlatıcı/kahramanımız gibi, her yazar hem görünmek ister, görünmek için yazar, ama hem de görünmekten, hatta fark edilmekten korkar). Böylece romanın sonlarına doğru, yazabilecekken korkan gece personasıyla onu yazmaya teşvik eden gündüz personası arasındaki canhıraş bir çatışma etrafında “yazmanın işlevi” meselesini ele alır Seçkin Erdi. Kitabın kalbi asıl burada atar işte. Bu bağlamda yazmak da diyalog kurmaktır en nihayetinde ve başından sonuna aslında okurla bir diyalog diliyle konuşan bir roman olarak Kampana, yazmayı müstakilen bir şey yapmak sayar:
“Duy bunu, kaydet, sonra bunun üzerine düşün. Bu yığınağın kimseye bir faydası yok! Kendi kendine söylenip duruyorsun. Yanındaki şu çocuklarla bile bir bok konuştuğun yok. Dinliyorsun, okuyorsun, izliyorsun, sonra onlara bir yuva verdim, onlara zihnimde güvenli bir dünya kurdum, onları kaybolmaktan korudum diye kendi kendini avutuyorsun. Sen misin bu dünyanın müverrihi, senden vakanüvis bile olmaz, hatta arzuhalci bile olmaz senden... Sen anlatmıyorsun, yazmıyorsun, yazacak mısın bunları diyorum, bana ukalalık taslıyor, yok bu sipariş senaryo cümlesi, aman da bu bilmem ne dili diye kulp takıyorsun. Sen bi’ boka yaramıyorsun, sen bu dünyayı sömürüyorsun başka bir şey değil. Yeter düşündüğün, yeter izlediğin, yeter biriktirdiğin, biraz da anlat, biraz da eyleme geç, biraz kendin dışında bir şeye dönüş, dünyayı içinde yaşatma, bu dünyanın içinde yaşa, bu dünya için yaşa!”[19] (s. 129)
Ve görünmekten korkan yazara inat, bir görünürlük epiğiyle sona erer Kampana. Yazma kararıyla birlikte, baharla beraber, ilk kez kafada çalan zilin sesi her yerde duyulur;[20] Yahya’nın beklediği telefon gelir; kadınlar yeniden gençleşebilir; kan gibi koyu bir şarap yere boşalır.
Her yerde tıkır tıkır bir linç mekanizması işlemektedir, evet: Başka olanı, ortama uymayanı, o dille konuşmayanı öğütmek için çalışıp duran bir mekanizma. Her iki cehennemde de: Dışarıda ve içeride… Ama bir ihtimal, yine de oralarda bir yerlerde gizlenir. Anlatmak ihtimali, yazmak ihtimali, bir arada yaşamak ihtimali…
Böylece kampana çaldığında, başka bir savaştan, başka bir linçten artakalan bir yeraltı; genizden gelen seslerle konuşan bir başka halkın iskeletleri ve yaşayan hatırası çıkar ortaya. Kampana çaldığında, babalara verilen sözler tutulur…
Barışmak ihtimalini, hatırlamak ihtimalini, demek ki kardeşlik ihtimalini haykırır Kampana.