Orhan Pamuk'un Kar romanını Türkiye tarihi gerçeği ve bitip tükenmeyen bir metafor olarak yaratıcılıkla kullanılan “kar” imgesinin başka bir yansıması olarak okuyabiliriz...
08 Aralık 2016 17:02
“Nesini güzel buldun?” diye sordu Ka.
“Bilmiyorum,” dedi İpek. “Ama çok güzel buldum.”
Dört yıl aradan sonra ilk kez şiir yazmaya başlamıştır Ka, ve bu çocuksu mutluluk derinden bağlanabileceği bir kadının yanında bulunması gerçeğiyle birleşince, uzak, unutulmuş bir şehirde, hiç durmadan yağan karın altında geçirdiği günler, bu umutsuzluk verecek derecede yoksul ve siyaseti adeta bir kader gibi yaşayan insanlar arasında kapıldığı büyük kafa karışıklığı bir an, bir rüya hafifliği içinde, silinip gitmiştir. Kars’ta geçirdiği üç gün boyunca kimi zaman olağanüstü bir hız ve doğallıkla on dokuz şiir yazacak ve giderek daha çok bir parçasına dönüştüğü akıl almaz olaylar garip bir gerçeklik etkisi altında zihnini esir alırken, hâlâ hissedebildiği hayatın derin anlamı, gördükleriyle aklından geçenleri daha üstün bir güzellik fikri etrafında birleştirecektir.
Bir şiirin başlangıcı gibi sessizce yağmaktadır kar. O kadar sessizce ve ağır ağır yağmaktadır ki, bir siyasî sürgün olarak on iki yıl sonra döndüğü ülkesinin bu en ücra köşesini, uzun otobüs yolculuğu boyunca şair Ka için bilip tanıdığı, çok duyduğu, üzerine daha da kederli bir çabayla fikir yürütmek istemeyeceği bir geri kalmışlık örneğinden çok, çocukluğunun saf dünyasına, insanları ve anıları hâlâ sihirli bir şekilde birleştirebilen resim gibi manzaralara, daha çok da edebî hayallere yaklaştırmaktadır. Yolları kapatan, yıkık dökük köhne sokakların, alçak damlarından titrek dumanların tüttüğü evlerin, her yeri kaplayan beyazlık içinde küçücük kalan insanların üzerine lapa lapa yağan karda, Almanya’daki yoğun yalnızlık zamanlarında sığındığı kitapları, Rus klasiklerini, kolaylıkla duygusal bir bağ kurabildiği Çehov hikâyelerini hatırlatan bir yan vardır ve belki de en derinde yatan hissiyatı budur: Dışarıdan, otobüs penceresinin kenarından, şehre varışının ertesinde ürkütücü bir salgına kapılmış gibi intihar eden kızların aileleriyle röportaj yapmaya giderken dikkatini açmaya çalıştığı sokaklardan edindiği en güçlü izlenim, henüz onu bu şehre getiren, fazla düşünmeden yaklaştığı, çok geçmeden de kendini birdenbire içinde bulacağı karmaşık bir ilişkiler ağıyla değil, kişiliğinin doğal bir yanıyla bağlantılıdır. Onu dışarıdan sessizce izleyebilmemizi sağlayan şey de, içindeki en saf sesi durmadan araştırırken kimi zaman bir Çehov karakteri kadar samimi olabilmesidir.
Serhat Şehir Gazetesi sahibi Serdar Bey’le, küçük yazıhanesinde, karanlıklar içindeki kısa buluşması, Orhan Pamuk'un Kar romanının kahramanı Ka’yı şehre geldiği önceki günden bu yana ilk kez tedirgin eder: Üç yüz yirmi tirajlı gazetenin konuşkan sahibi, Ka’da yer yer batıl kaygılar uyandıran birçok meseleden o kadar tekinsiz bir üslupla bahseder ki, yürüttüğü tanıdık mantık bile bir an sonra kuşkulu görünmeye başlar. Kars’ın neden bu kadar fakir ve geri bırakıldığı, halklarının neden bu kadar birbirine düşürüldüğü, dincilerin büyük bir çalışkanlık ve dürüstlükle bu yoksul halkı kapı kapı örgütledikleri, etnik ayrımcılık ve milliyetçilik yüzünden birbirleriyle ters düşen sağ ve sol cumhuriyetçi partilerin maalesef belediye seçimleri için yetersiz oldukları ve seçimi İpek Hanım’ın eski kocası, halkın namusuna güvendiği bir Kürt olan– ona kalırsa biraz akılsız – Muhtar Bey’in başında olduğu Allah’ın partisinin kazanacağı gibi haberler arasında hızla gezindikten sonra, daha gerçekleşmeden haberini yaptıkları birçok olayın tamı tamına o şekilde gelişmesiyle övünen gazeteci, Ka’ya akşamki tiyatro gösterisinde – henüz yazılmamış – “Kar” adlı en son şiirini okuyacağı bilgisini verir. Ka’nın bu huzursuz edici karşılaşmada öğrendiği son şey, şehirde iki gündür durmadan yağan karın üç gün daha dinmeyeceği, şimdiden bütün yolların dünyaya kapandığı haberi olur.
İnsanlarının Allah’ın unuttuğu yer dedikleri ve gururla yalnızlığı aynı anda yaşadıkları bu şehirde, Ka için tuhaf bir güzelliği olan şey, karın iri tanelerle ve bir keder hissiyle durmadan yağmasıysa, bu duygunun şiiri de o hayatın tam kalbine girmekle mümkün olacaktı. İç burkan, sarsıcı bir toplumsal meseleyi araştırmak için bir gazeteci kimliğiyle gelmişti, herkes onun aynı zamanda şair olduğunu biliyordu ve bazılarını tanıdığı, bazılarını tanıdığına inandığı, bazılarını da tanımak isteyeceği Kars’ın bu yalnız ve gururlu insanlarıyla karşılaştıkça zaman zaman kendini en az onlar kadar anlaşılmaya muhtaç da hissedecekti. Derslere başörtülü öğrencileri almayarak onları rencide eden, gururlarıyla oynayan Eğitim Enstitüsü’nün Aydınlanmacı müdürünü öldürmek için Tokat’ın bir köyünden, karın bazen imkânsız kıldığı– ve intikam hayallerini de beslediği– uzun bir yolculuktan sonra Kars’a gelmiş bir meczup dincinin art arda ateş ettiği sırada, Yeni Hayat Pastanesi’nde, eski üniversite arkadaşları Ka ile İpek baş başadır ve bu şehrin acımasız gerçekliğiyle Ka’nın kafasındaki mutluluk hayallerini aslında birbirine mahkûm edecek olan bu korkunç olay, onun için hâlâ tam bir başlangıç değildir. Kendine bile itiraf etmekte zorlansa da, Ka bu soğuk ve ücra şehre aslında İpek’i görmek, onunla evlenmek ve çok yalnız bir hayat sürdüğü Frankfurt’a birlikte yeni bir mutluluk vaadiyle dönmek için gelmiştir.
Çocukluğunun oyunlu karanlık gecelerini hiç de anımsatmayan bir sıklıkla, soğuk havanın şehirdekiler için artık bir beklentiye dönüştürdüğü elektrik kesintileri arasında partisinin odasında üniversiteden eski arkadaşı (aynı zamanda küçümsediği başarısız şair) Muhtar’la ve ardından içten içe gazeteci kimliğine yorduğu güvensiz bir hisle yakışıklı İslamcı terörist Lacivert’le yapacağı görüşmeler, Ka’nın sırasıyla, siyasete hiçbir zaman merak duymamış talihsiz bir siyasî sürgün olarak duyduğu gurur ve utancı, içinde belli belirsizce güçlenen şair yanını, kıskançlığını, üstünlük kurma ve bundan hemen suçluluk duyma eğilimini, biraz da erkeklere özgü kardeşlik ve arkadaşlık duygusunu açığa vurur. Muhtar’ın başarısız evliliği, ondan da başarısız şairliği ve bunların yarattığı daha da kesif bir yetersizlik hissiyle buz gibi soğuk gecelerde ölümü arzularken birdenbire, gözlerine dolan bembeyaz bir ışık gibi önünde açılan bir kapıdan girip tanıdığını, hayatını kurtardığını anlattığı bir şeyhle kısa bir süre sonra Ka’nın da görüşmesi, az önce oteldeki odasında İpek’e yakın olmanın heyecanıyla (Ka’da derin bir mutluluk uyandıran bir hafiflikle şiirinin güzelliğinden konuşurlar) ve iki gündür bu şehirde başından geçenlerin neredeyse olduğu gibi doluşmasıyla yazdığı “Kar” şirinin hâlâ kaybolmamış hayalleri içinden, aklındaki Allah fikrini alaycılık ve korkuyla açığa çıkarır. Siyasetin, intiharcı kızların, günahın, gurur ve mağrurluğun da konuşulduğu bu sohbetten hemen sonra Ka bir de adını “Gizli Simetri” koyacağı bir şiir yazar ve bu ilham verici ismi bu kadar erken bulabilmesini şiirlerin– tıpkı âlem gibi– kendi tasarımının ötesinde olduğu gibi garip bir düşünceye bağlar. Şehre geldiğinde rüyalarda olacağı gibi uzun uzun yağan karla, kül rengi paltosunun içinde gezindiği, seyrettiği yapayalnız sokaklarla kurduğu yakınlığın yerini gittikçe kafa karıştıran bir ilişkiler ağı içindeki başka türlü bir yalnızlık duygusunun aldığını sezmemiz zor olmaz: Yine de, etrafı zamanın donduğu izlenimi uyandıran bir beyazlığa bürümüş kar altında, bir grup İmam Hatip Lisesi öğrencisi arkadaşla kendini içinde bulduğu merak dolu sorgulayıcı sohbet (“Siz bir ateist misiniz” diye sorar biri, “Lapa lapa yağan bu karı Allah’ın yarattığına inanıyor musunuz, inanmıyor musunuz” der öteki) ya da İpek’in kız kardeşi Kadife ile önce Kars’tan, hiç bitmeyen kışından; karın başörtülü, ablası gibi ela gözlü bu kadında uyandırdığı hayatın güzelliği ve kısalığı duygusundan, insanları birbirine benzettiğinden, sanki bütün düşmanlıkların ve hırsların üzerine sessizce yağdığından; sonra da ölçülü karşılıklarla dinden, intihar eden kızlardan, bir zamanlar kendisinin de ateist olduğunu itiraf eden Kadife’nin gizli bir sırdaşlık ve yakınlık duygusu uyandıran ince bir öfkeyle– ve ablasına âşık olduğunu bildiği bu Batılılaşmış, Avrupa’yı tanımış adamı hep biraz sıkıştırmaya çalışarak– bahsini açtığı, inananların gururuna bağladığı haklılık ve adalet sorunundan konuşarak yürüdükleri uzun dakikalar Ka’da hâlâ bir çeşit iyimserlik uyandırabilmektedir.
Biraz da romanın edebî dertlerine dikkat çekelim çünkü bunda Ka’nın kişiliği, şair kişiliği ve elbette Kars’ta geçirdiği zamanla ilişkili güçlü bir yan var. Arkadaşının dört yıl sonra Almanya’da öldürülmesiyle soğuk bir kış günü Kars’a gidip olaylı üç günde başından geçenleri araştıran romancı Orhan Bey’in, artık her şeyin normal göründüğü bu şehirde Ka’yı tanıyanların ondan hoşnutsuzlukla bahsetmelerini, Ka’nın burada yaşadıklarını sonradan ayrıntılarıyla yazdığı defterleri, kendisine Frankfurt’tan gönderdiği mektupları, sahnede gerçek bir ihtilalin yaşanacağı tiyatro öncesinde “Allah’ın Olmadığı Yer” isimli şiirini okuyuşunun da göründüğü televizyon kayıtlarını, İpek’e yazdığı ama hiçbirini göndermediği mektupları düşünerek oluşturmaya karar verdiği romanın kalbinde yoğun bir anlama ve anlaşılma çabası kadar, Ka’nın kaybolmuş on dokuz şiirinin altıgen bir kar tanesinin anatomik yapısı üzerinde dizildiği esrarengiz simetri yatar. Ka’nın Kars’taki kütüphanede rastladığı bu kar kristalinin resmine sonradan, Almanya’da defterlerini karıştırırken üzerinde şiirlerle rastlayınca hem onun bu resimde ne kadar içe işleyen bir yan bulduğunu hayal eder, hem de Mantık, Hayal ve Hafıza akslarına yerleştirilmiş şiirlerin kederli arkadaşına bu şehirde tam olarak hangi durumların, olayların ya da duyguların etkisi altında geldiğini– notlarından da hareketle– anlamaya çalışır. Bu noktadan sonra, bir kar tanesinin birleştirdiği bütün bu kayıp şiirleri, romanın dünyasından, belki de durmadan yağan karın bir felaket ve beklenti hissiyle birbirlerine yaklaştırdığı ve hepsi de Ka’yı derinden etkilemiş bu insanlardan, hayatlarımıza soğuk bir keder hissi işleyen neredeyse hiçbir şeyden bizler de okur olarak kolay kolay ayıramayız.
Türkiye gibi, siyasetin insanların kaderini belirlediği bir ülkede, sıradan herhangi bir dönemin hatırlatabileceği her türlü toplumsal, dinsel, ahlaksal çatışmayı görünürde kendine dert eden bir roman, zihnimizdeki bu kalıcı fotoğrafı ne ölçüde değiştirebilir? Romanı okuyacak herhangi dikkatli bir edebiyat okuru, buna kendince cevaplar arayacaktır.
İnsanları evlerine, otel odalarındaki güvenli köşelerine, tıkış tıkış çayhanelere, kendileriyle ve birbirleriyle baş başa kalabilecekleri her neresi varsa oraya mahkûm eden inatçı bir kışın hüküm sürdüğü yoksul bir şehirde geçen romandan yine de belirgin bir örnek vermek gerekirse: Şehrin bütün ileri gelenlerinin, sanat meraklılarının, çalışanlarının, en çok da öğrencilerin hıncahınç doldurduğu Millet Tiyatrosu’nda, gezgin bir tiyatro kumpanyasının oynadığı yoğun dinsel, toplumsal açmazlara, göndermelere sahip “Vatan Yahut Türban” oyunu sırasında sahnede birdenbire gerçeğe dönüşen bir ihtilal olur ve askerlerin tüfekleri ilkin bunun hâlâ oyunun bir parçası olduğunu düşünen şaşkın seyircilere doğrultulur, çok geçmeden de ateşlenir. Bu büyük gösteriyi günlerdir merakla bekleyen Kars halkı, bulundukları yerde televizyonlarından tuhaf bir şeylerin döndüğünü anlar, ama bir korku duygusuna kapılmaz çünkü hem televizyondan izledikleri, güvenli bir uzaklıktadır hem de pencerelerinin kenarında durmadan yağan masalsı kar, gördüklerine bir tür inanılmazlık havası katmaktadır.
Romanın yer yer yoğun bir ayrıntıyla anlatılan bu bölümleri hafızamızı şöyle bir yoklayarak aynı anda bir Türkiye tarihi gerçeği ve bitip tükenmeyen bir metafor olarak yaratıcılıkla kullanılan “kar” imgesinin başka bir yansıması olarak okuyabiliriz. Kış, belki de kimi kötücül şiirlerde geçeceği gibi, devlet fikriyle yakından alakalı bir uğursuzluk, bir felaket işaretidir. Ka, hep bir keder duygusuyla seyrettiği Kars’ın yoksul insanlarının üzerine yağan karı hiç böyle bir şiirin içinde düşünmedi, ama zaten o, bu şehrin sürüp giden acılarından değil, güzelliğinden, insanlarının en derindeki temizliğinden bahsedebilmek istiyordu. (“İhtilal Gecesi” şiiri de bu olaydan değil, ailece radyodan dinledikleri çocukluğunun ihtilallerini hatırlattığı için hafızadan, bir tür unutkanlıktan ve çocuksu hayallerden besleniyordu.) Ka’nın sezgiyle yaklaştığı bu düşünceye benzer bir şeyi, ihtilal gecesini araştırmak için yıllar sonra Kars’a gittiğinde şimdi bir bayi deposuna çevrilmiş eski Millet Tiyatrosu’nda dükkân sahibi Muhtar Bey’den romanın yazarı da “şehri anlatırken” dikkat etmesi gereken bir talep olarak işitecektir.
Sahnedeki bu gerçek ihtilal ile romanın sonlarına doğru yine sahnede tuhaflık hissi uyandırarak gerçeğe dönüşecek başka bir oyunun anlatıldığı bölümler arasında, özellikle Ka’nın İpek’i son kez göreceği ânın sonrasında her şey o kadar tanıdık, büyük bir gerçeklik etkisi yaratarak o kadar umutsuzca ilerler ki, tek başına şehri terk etmek zorunda olan Ka’nın yokluğunda bütün Kars’ın eski normal günlerine döndüğü duygusu, hiç durmadan yağan karın bile sanki şehri terk ettiği sezgisiyle iç içe geçer. Ka’nın tek tek tanıdığı, şüphe ve iyimserlikle aralarındaki karmaşık bağların bir parçasına dönüştüğü bütün bu insanlar artık biz okurlar için de merakla daha çok tanımak isteyeceğimiz yanlarıyla, diyelim gurur ve anlaşılma istekleriyle değil, en sonunda yine birbirlerine mahkûm olmuş, uzak, ücra bir şehirde kendi kısıtlı dünyalarına dönmüş hâlleriyle görünmeye başlamışlardır. Bu yüzden, sahnede başını açan Kadife’nin darbeci tiyatrocu Sunay Zaim’i bütün Kars’ın televizyondan izlediği oyunda silahla öldürmesini, Lacivert ile İpek arasında yaşanmış güçlü bir aşkın ayrıntılarını, bu yakışıklı ve bir çocuk kadar sevecen İslamcının saklandığı yerde özel timciler tarafından öldürülmesini yüreğinde Ka’nın kıskanç ihbarıyla birleştiren İpek’in, sonradan romancı Orhan Bey’e de açacağı duyguları ya da yollar yeniden açılınca darbeyi soruşturmak için başlatılan çalışmanın açığa çıkardığı siyasî ve kişisel kimi başka ilişkileri öğrendikçe bir keder, bir eksiklik hissine kapılırız ve bu güzel kitap artık sonlanmaya yaklaştıkça bile çözülmeye devam eden bütün bu dünya, Kars şehri ve insanları, tıpkı eriyen kar gibi, içimizde buruk bir etki bırakır. Dört yıl sonra karlı bir kış günü Kars’a gittiğinde Ka’nın arkadaşının da daha yakından tanıyacağı bu hayat, ona hep şiirsel görünmüş ilham verici güzel yanından artık uzaktır.