Bazı yiyecekler kalabalıklara yazgılı. Tek kişilik mutfaklardan, bir başınıza kurduğunuz sofralardan pek haz etmiyorlar
01 Şubat 2018 14:40
Bazı yiyecekler kalabalıklara yazgılı. Tek kişilik mutfaklardan, bir başınıza kurduğunuz sofralardan pek haz etmiyorlar. Sizi tek başınalığınızdan pişman etmek ister gibi bir hâlleri oluyor. Bir afralar tafralar, laf sokmalar… Kocaman popolarıyla bir o yana bir bu yana salınıp göz devirmeler… Velev ki onlarla mutfakta bir başınıza kaldınız, sizi saatlerce meşgul edebilme potansiyelleri var. Sonrasında da günlerce buzdolabınızı ve hatta midenizi…
Ha, hoyrat davranabilirseniz sözüm sizden dışarı. Ama israfla başınız hoş değilse vay hâlinize…
Elbette kışın lahanadan, yazın karpuzdan bahsediyorum.
Devrim olacaksa, apartmanca lahana ve karpuza girdiğimiz gün olacak. Gerçek dayanışma neymiş o zaman öğreneceğiz.
Bu yiyecekler tek kişinin harcı değil ama yine de insan manavdan alıp gönlünce, kararınca yemek istiyor. Fakat insan tek başına bir lahanayı ya da karpuzu nasıl yiyebilir ki?
Alt tarafı bir tabak kapuska, iki dilim karpuz yiyeceğim yani.
Lahana ve karpuzu saymazsak, tek başınalığın mutfağının epey keyifli ve yaratıcı olduğunu söyleyebilirim. Mutfakta bir başıma olmak, kendime yaptığım en büyük yatırımmış gibi geliyor. Gerçek bir meditasyon ve kendimle en hakiki temas alanı… Şimdi ve burada’yı deneyimlediğim yerler arasında açık ara en önde olanı.
Bir kokular diyarı olarak mutfak, beş duyumuzu harekete geçirebilecek yegâne yer belki de. Zeytinyağındaki baharatların dansı, kaynayan sulara sebzelerin teslim oluşları, birbirlerinin sıralarını asla gasp etmeyen sos malzemeleri, cozurdayan tereyağı, narin yeşillikler, alı al moru mor diğer sebze ve meyveler…
Kişinin mutfakla kurduğu ilişkinin, kendisiyle kurduğu ilişkiye dair önemli ipuçları verdiğini düşünüyorum.
Nasıl vermesin? İçe alımın en bariz mekânı orası değil mi?
Kişi alelacele mi yemek yapıyor, başkasına mı yaptırıyor, dışarıdan mı besleniyor, ne kadar sabredebiliyor, yemeğin demlenmesine izin veriyor mu, yoksa yemeği bir an önce başından savuşturmaya mı çalışıyor, aç karnına nasıl muamele ediyor, tabağını, masasını nasıl düzenliyor? Ne kadarını başkasıyla paylaşmak istiyor, yoksa başkasının kendisiyle paylaşmasını mı önemsiyor?
Aileden devraldığı yemeklere mi düşkün, yoksa mutfakta devriâlem mi yapıyor?
Bu soruların cevapları kendimizle ve hayatla kurduğumuz ilişkinin özeti niteliğinde aslında…
Mutfak, aynı zamanda bir çocukluk mekânı.
Hangimizin çocukluğuna dair hatırladığı bir mutfak imgesi yoktur ki?
Benim çocukluğumun mutfağı, patlıcan kızartması kokusuna eşlik eden sarımsaklı domates sosunda saklı… Birtakım anılarım ancak ve ancak o kokunun bana duyumsattıklarıyla gün yüzüne çıkabiliyor. Şu an bile ağzım ayrı sulanıyor, geçmişimin yaz akşamları ayrı…
Kahvaltının mutlulukla bir ilgisinin olup olmadığını bilmiyorum ama enginarı özlememin annemi özlememle kesin bir ilgisi var.
Çoğumuzun zihnindeki mutfak imgesi orayı mesken, sığınak edinen ya da orayı reddeden “anne” temasına ait olabilir.
Mutfakla kurduğumuz ilişki, anneyle kurulan ilişkiden de geçiyor biraz.
Kendimizi beslemeyi ilk olarak anneden, daha doğrusu onun memesinden, memeyi bize veriş biçiminden öğreniyorsak, kendimizi besleyiş tarzımız nasıl etkilenmesin bundan!
Annemizden içsel ve dışsal olarak nasıl beslenebildiysek ya da beslenemediysek, kendimize olan yaklaşımımız da bir bakıma onun tekrarları, telafileri ya da karşıtlıklarıyla sürdürülüyor.
Anne yemeklerine bu bağlamda baktığımızda onların ayrı bir öneme sahip olduğunu düşünüyorum. Birçok arkaik duyguyu koskoca yetişkinler olsak da bize hissettirebilme becerisine sahipler. Benim gibi düşünen başkaları da olacak ki “dışardaki” menülerde ilk sıraları “anne köftesi,” “anne mantısı,” “anne dolması” alıyor.
Son zamanlarda ortaya çıkan Slow Food (yavaş beslenme veya yavaş yemek hareketi) devriminin de anne/ev yemeklerine dönüşte büyük bir etkisinin olduğunu düşünüyorum.
Slow food; fast food, hızlı yaşam ve yerel yemek geleneklerinin kaybolmasına ve endüstrileşen tarıma karşı bir tepki ve bilinçlendirme hareketi olarak ortaya çıkmıştır.
Slow food, insanın lezzet için yemesi gerektiğini düşünür. Sebze ve meyvelerin eski usullere göre yetiştirilmesini, geleneksel yollarla pişirilmesini ve yemeklerde sadece doğal malzemelerin kullanılmasını savunur. Böylelikle hem yemek yemenin gerçek tadına varılacağına hem de yanlış beslenmeden kaynaklanan hastalıkların önüne geçilebileceğine inanır.
Bu anlamda tam da anne yemeklerinden bahseder gibidir.
Tabii, anne yemekleri demişken baba yemeklerini de es geçmeyeyim. Benim zihnimin mutfaklarında daha çok annemin değil, babamın tencere kapatışları, hamur yoğuruşları, balık ve silme deniz canlısından harikalar yaratışı var. (Kızma anne!)
Ancak özellikle ülkemizde yemek yapmanın da diğer birçok şey gibi cinsiyet kalıplarına hapsolduğunu görüyoruz.
Efendim, yemek yapmak dünyanın en insancıl şeyi olduğu gibi dünyanın en unisex eylemi, bana sorarsanız. Dünyaca ünlü şeflerin, aşçıbaşıların erkek olduğu düşünülürse erkekler de bu konuda en az kadınlar kadar başarılı. Buna rağmen “elinin hamuru”nu kadına ilk kim yakıştırdıysa buradan kendisine sitemlerimi iletiyorum, ömrü “çabuk çorba”larla geçsin!
Varoluşun neredeyse tüm evreleri mutfaktan geçip oradan mideye gidiyor.
Kutlamalar, doğumlar, ölümler…
Örneğin rakı masası, bir taçlandırma ve kederlenme müessesesi olarak yüzyıllardır görevinin başında.
Yemek fizyolojik bir ihtiyaç olmasının ötesinde, bambaşka anlamları barındırıyor.
Her kültür kendi özel gününe göre yemekler hazırlayarak, o yemeğin yapılması ile özel gün arasında sembolik bağ kurulmasına neden oluyor. Doğumlarda lohusa şerbeti, ölümlerde helva kavurmak, diş çıkarma ve diş buğdayı/bulguru gibi sembolik eşleşmeler veya bereketi arttırması için narın kullanılması kültürel anlamda bize oldukça tanıdık gelen ritüeller.
Dinî inanışlarda da yemeklerin yoğun sembollerini görüyoruz. Hristiyanların vaftiz törenlerindeki şarap ve ekmek, Yahudilerin “hamursuz” bayramları, Müslümanların şeker bayramı, aşure ayı ve oruç gibi uygulamaların ekseriyetle “yemek yeme/yememe” üzerinden anlamlandırılması ilk aklıma gelen örnekler…
Bir nesneyi içe almak ya da almamak varoluşsal meselelerimizin başında geliyor. Duygusal, fiziksel ya da cinsel olarak içe almak veya içe alınmasına aracı olmak…
Bir şeyi yediğimizde onu içe alarak sahip olduğu özellikleri de bünyemize katarız.
İlkel kavimlerde görülen kanibalistik pratiklerde bu mantık üzerinden sürdürülen birçok gelenek var.
Ölenin gücünü, tecrübesini, savaş becerisini, ruhunu, onu yiyenler bünyelerine katarlar. Kültürümüzde de verilen cenaze evi yemeği, sosyal antropologlarca şamanizmden kalma kanibalistik bir alışkanlığa, inanca bağlanıyor.
Bizde de 40 yıl hatrı sayılan kahveler boşuna mı?
Yemek davetlerinin de “besleme” ve “içe alma” bağlamında epey anlamlı olduğunu düşünüyorum.
Mutfağından geçmediğiniz veya mutfağınızdan geçirmediğiniz biriyle olan ilişkinizi ne kadar derinleştirebilirsiniz? Midenin yukarısında bir yerlerde kalır o ilişki… O kadarlıktır.
Tabii, boğazınızdan geçtiği zaman da mideye oturma riski vardır ama hayatın neresinden tutarsanız tutun, elinize ilk gelen riskler değil midir zaten…
Konu lahana ve karpuzdan nerelere geldi.
Yaşadığım semtte yemek yemek için dışarı çıktığınızda içeri giriyor gibi oluyorsunuz.
“Fatoş Abla’nın Mutfağı,” “Bizim Ev,” “Serkan Usta,” “Köyüm Pide,” Ayşe Teyze’nin ya da Figen Abla’nın muhteşem yemekleri ilk aklıma gelenler…
Birtakım ablalar, teyzeler mahalleliyi doyurmaya çalışıyorlar.
Evden sokağa çıkıyoruz ama eve öykünen onlarca lokantayla karşılaşıyoruz.
Niçin kendi evimiz değil de eve benzeyen yerler?
Tek başına lahanayla baş edemeyenler ya da koca karpuzun hüznünü paylaşmak isteyenler için mi oradalar?
Sahi, lahana ve karpuzun yalnızlıkla bir ilgisi olabilir mi?