Sahiden de sürekli yakınılan yokluklar yaratıcı bir negatif veri olmamış mıdır Türkçe edebiyatta? Büyük şairler, büyük romancılar, büyük öykücüler belli bir uçurumu veri alarak yaratmamış mıdır o büyük eserleri...
06 Aralık 2018 14:05
Orhan Koçak bir süre önce “Karşılaştırmalı edebiyat burda niye olmuyo?” diye bir soru ortaya atmıştı bu sayfalarda.[1] Dili yanağında bir ironiyle meşhur bir “yokluk tespiti” yankılamasıydı muhakkak. Karşılaştırmalı edebiyata dair bir sorunun retoriğinde çınlayan bir karşılaştırmalı yoklama. Ama buradakini oradakiyle değil, yine buradakiyle karşılaştıran başka türlü bir yoklama…
Türkiye’de entelektüellerin, akademisyenlerin, yazarların, okurların konuşmalarında, fikir efkâr muhabbetinin koyulaştığı içkili ya da kahveli sohbet ortamlarında illa bir noktada çıkar şu eksiklik ve mahrumiyet sözü: “Bizde … yok!” “Biz”in kim olduğunun pek bir önemi yoktur, o baştan bu ülkedeki herkesin ait olduğu, içinde olmak zorunda olduğu bir kapandır. “Yok” da burada bir yazgı olarak alınır, öteki tarafın hep üstün bir model olduğu bir karşılaştırmanın daima eksik ve ezik tarafında olmak.
Sanki herkes içten içe biliyordur aynı nakaratı tekrar ettiğini ama yine de kendini alamıyordur yokluk tespitlerinden. Olmadığı tespiti bir üzüntü ya da öfkeye yol açmıyor da, daha çok o kişiyi kuşbakışı gören bir bilirkişi konumunda yüceltmeye yarıyor, bu yüzden de belli bir haz ve gönenme veriyor. Eleştirmen içinse ringden nakavtla çıkmasını garantileyen idmanlık bir kum torbası hâline geliyor “olmayan” şeyler. Bu yokluk tespitinin eleştirisi de çoktan yapılmış oysa. “Benden önce bir başkası” düşünmüş, söylemiş bunu:
Türkiye’de eleştiride –yalnızca edebiyat eleştirisinde değil, topluma ya da kültüre yönelik eleştiride de– reflekse dönüşmüş bir yaklaşım var. Bir yokluk tespitiyle, onsuz yapılamayan şu ilk cümleyle başlıyor eleştiri: Bizde felsefe yok, bizde roman yok, bizde trajedi yok, bizde eleştiri yok, bizde birey yok. Demek ki daha baştan karşılaştırmalı bir eleştiri bu. Otoritesini karşılaştırmadan alan, yapıta uygulayacağı eleştirel ölçütü yapıtın kendisinden çok, bu karşılaştırmadan türetmiş bir eleştiri. Cümleye başlar başlamaz bir “biz” tanımlıyor bir de “onlar”. Kendini ancak onlarda olan, bizde olmayan bir şeyden söz ederek, daima giderilmez eksikliğe işaret ederek, her şeyden önce nesnesinin yetersizliğini göstererek inandırıcı kılabiliyor. Gücünü, daha ilk cümlede kendini hissettiren bu yukarıdan bakışa borçlu: “Bizde yok, olamaz da!”
Nurdan Gürbilek Kötü Çocuk Türk’teki “Orijinal Türk Ruhu” yazısında yapıyor bu değerlendirmeyi. Yazı ilkin kitabın çıktığı yıl 2001’de Defter’de yayımlanmış, daha sonra 2003’te Orhan Koçak’ın da olduğu Relocating the Fault Lines başlıklı İngilizce derlemeye de alınmış (demek ki Koçak’ın çeşitli versiyonlarıyla iyi bildiği bir yazı olmalı). O zamandan beri Gürbilek’in bu sözleri, yazısı yeterince okundu mu, bir etkisi oldu mu acaba? O zamandan bugüne tarihli okuduğum yazılarda, dinlediğim konuşmalarda “Bizde … yok” söyleminin otomatik bahis kartı olarak kullanılmaya devam edildiğine, bunun çoğu zaman problem hâline getirilmediğine bakınca okunmamış, etkisi olmamış gibi görünüyor (“niye olmuyo?” yazısıyla ironik de olsa problematik bir yaklaşımla bahse giren Orhan Koçak dışında).
Gürbilek yine Kötü Çocuk Türk’te yokluk tespiti yapan eleştiriye dair bir de şunu söylüyordu: “Taklit ve yüzeysellik eleştirisinin kendisi de kaçınılmaz olarak aynı açmazın izini taşıyordur. Türk edebiyatına tam da sözünü ettiğimiz yabancı ideal açısından bakılmış, karşımızda duran malzeme bir kez daha o ideal açısından yetersiz, yapay ya da yüzeysel bulunmuştur.” Başlıca Şerif Mardin’in Türkçe edebiyatta “daemon”un yokluğu belirlemesini muhatap aldığı paragrafa şu dipnotu düşüyordu bir de: “Batılı aydınlar ısrarla bir anlam fazlasıyla, aşırı mevcudiyetle uğraşırken bizim ısrarla bir eksikten yakınıyor olmamız, bu yokluk tespitine hapsolmuş olmamız, bunun da ötesinde eleştirmenin otoritesini bu tespitten alıyor olması da aynı kapılmanın ürünü değil mi?”
Koçak’ın “Karşılaştırmalı edebiyat burda niye olmuyo?” sorusuna dönelim. Sorunun kasıtlı ciddiyetsizliği, teklifsiz retoriği, kendini tırnak içinde ironik bir korumaya almışlığı göze çarpıyordu hemen. Gücenme refleksine geçit vermeden bunu görmek gerekiyor önce. Her zamanki gibi sohbet eder bir rahatlıkta, ardına bakmadan sıçramalarla ilerleyen ama önüne çıkan sapaklarda ileri geri çatallanan cümleleriyle, lezzetine vardığı bir eleştirellikle kazıyordu bu soruyu. Tırnak işaretleriyle mandalladığı soruyu belki de kendi üzerine vazife görmediği belli bir yüksüzlükle yanıtlamaya çalışıyordu. Bu yazdıklarımı o kadar da ciddiye almayın, gibi bir hâli de vardı dolayısıyla. Nihayet birkaç ay sonra Notos’taki söyleşisinde “Eleştirinin ciddiyetinden ödün vermesi gerekir” de demişti.
Belli ki “burda niye olmuyo?” diye kışkırtıcı bir soruyla yola çıkarak, Ulus Baker yazısında Turgut Uyar’a atıfla söylediği gibi, belli bir takatsizliği veri alıyor, herkesin kendi gecesiyle yüz yüze kalacağı “enerjetik” bir alana giriyordu yine. Söz konusu yokluğu ya da eksikliği iyice yormaya çalışıyordu. Konuyu kestirip atmadığı, kendi sorusunun harflerini kesip atmasından belliydi: “burada”nın “-a”sını düşürüp muhatap alınan mekânı daraltıyor, “olmuyor”un sonunda elektrikli testere gibi çınlayan kesici “-r” sesini düşürüyor, başındaki “neden”i de isteyen bir yakınmanın “niye”sine esnetiyor, sonuç olarak sorunun yakasını, düğmelerini iyice gevşetiyordu: “… burda niye olmuyo?” (Türkçede karşılaştırmalı edebiyat karşılığı “comp lit” gibi bir kısaltma olsa onu da esirgemezdi herhalde.) Olsa ne güzel olur ya da birisi gösterse de okusak tınısı vardı yani sorunun ve altındaki metnin. Seçme isimler üzerinden bir tür soğuk kazıyla “Olabilir mi?” imkânları da nefes alıyordu adı geçen merhumların gözeneklerinde.
Notos’taki söyleşisinde Semih Gümüş’ün bir yokluk belirlemesine “yapan yapıyor” diye yanıt veriyordu Koçak. Sonra belli bir “gelenek” ya da “kültür”ün olup olmamasının önemli olmadığını, bunların “şaibeli, epeyce kof kavramlar” olduğunu söylüyor, Cemal Süreya’nın bir dizesiyle meramını tamamlıyordu: “Uçurumlar birleştirir yüksek tepeleri.” Uyar ve Süreya’nın dizelerini birbirine yankılatıp uçurumları veri alıp tepelere gidelim bir de diyor gibiydi.
Sahiden de sürekli yakınılan yokluklar yaratıcı bir negatif veri olmamış mıdır Türkçe edebiyatta? Büyük şairler, büyük romancılar, büyük öykücüler belli bir uçurumu veri alarak yaratmamış mıdır o büyük eserleri? Şöyle baştan uca uzun bir yay çizersek: Nâzım Hikmet henüz 1920’lerdeki şiirlerini, Orhan Veli “garip” şiirlerini ağdalı, ölçülü divan dilinin bıraktığı uçurumun üzerinden atlayarak sıradan dille yazılabilen bir şiir yaratmamış mıydı? Sait Faik öykülerini bir düzyazı hikâye dilinin yokluğunda yazmadı mı? Yusuf Atılgan’ın yazarın sesi yerine karakterin sesini ve bilincini koyduğu anlatı biçiminin burada bir öncüsü var mıydı? Oğuz Atay neredeyse “hiçbir şey yok!” hissiyatıyla içinde edebiyata dair her şeyin, her türün olduğu iki romanını böyle yazmadı mı? Daha sonraları Bilge Karasu’nun türleri zorlayan, dili kanırtan “metin”lerinin burada ortaya çıkmasının imkân koşulu olacak bir gelenek var mıydı? Son yıllarda Ayhan Geçgin böylesine gergin ve tok ama aynı zamanda sorularla esneyen, aç kalan bir yazıyla böyle melodramatik bir dönemde nasıl çıkmıştı ortaya? Nurdan Gürbilek’in toplumsalı ve edebiyatı indirgemeden kendi teorisini üretebilen ama aynı zamanda düşünen eleştiri biçiminin, “çapraz okuma”larının emsallerini ya da Orhan Koçak’ınki gibi ağır teori cephanesiyle çalışan ama aynı zamanda diyalektik enerjisini, okuduğundan aldığı zevki hissettiren bir eleştiriyi görmüş müydük daha önce?
Ama abartmayalım, bunlar editörün yazarını övüp ululadığı sunuş cümlelerine benzedi biraz, olsun, yalan yanlış değil, bir de böyle okumuş olalım. Dönelim. Hiç yoktan çıkmadı tabii bu yazarlar, her birinin bir şekilde kerteriz aldığı uzak ya da yakın bir ustası veya öncelleri vardı burada. Yine de zincirleme yokluklar, olmayışlar bu yazarları pek de bağlamıyordu. Yokluğun negatifliğinden de buluyorlardı yaratma istikametini. Demek Türkçe edebiyattaki “tepeler”in bir geleneği, birikimi değil daha çok bir “uçurum”u ve yokluğu veri alarak ya da yoksayarak yükseldiğini görüyoruz. Geleneğe, birikime bağlı bir kanon mefhumunun burada geçersiz olduğunu. Bu yazarların her birinin ölçüt olabilecek verili bir kanonun yokluğunda kendi yarattıkları bir kanonu veri aldığını belki de. Diyaloga girebilecekleri bir edebiyat kanonunun yokluklarından yakınmayıp kendi hayal ettikleri edebî panteonlarıyla diyaloga girdiklerini, demek kanoncu edebiyatlardakinden daha sıkı bir “bireysellik”le işe koyulduklarını. O hâlde, kanonun güçlü mevcudiyetiyle orantılı bir bireysel yaratıcılık denklemi, yani Eliot ve Bloom yanlışlanmış oldu, önümüzü tıkayan iki büyük muhafazakâr devre dışı.
“Karşılaştırmalı edebiyat burda niye olmuyo?” sorusunun ilk kısmına dönersek… Belli ki Koçak’ın arayıp bulamadığı sınırları kesin (güncellenmemiş?) bir “mukayeseli edebiyat”, yani kıyas zeminini illâ tesirin ya da zamandaşlığın belirlediği bir anlayış. Gürbilek’in Tanpınar-Benjamin karşılaştırmasının kıyas zeminini meşru bulmaması, akademideki “karşılaştırmacı”ları sorunun dışında tutması ya da kale almaması bu yüzdendi belki. Eksik, zayıf bir örnek olarak da olsa, intihal hafiyesi Erdoğan Alkan’ın kitabını anması da bundan belki. Sürekli zayıf karından ya da eksik örnekten söz etmek yerine, bu noktada Gül Mete Yuva’nın Modern Türk Edebiyatının Fransız Kaynakları çalışması iyi bir örnek olarak anılamaz mıydı acaba? Başlıkta “Fransız Kaynakları” diyordu ama “Halid Ziya’nın nefret ettiği ‘her şeyde bir intihal keşfetmek’ arzusu”ndan beslenen karşılaştırmacılığı daha baştan karşısına alıyordu.
“Mukayeseli”nin değil ama “karşılaştırmalı edebiyat”ın (beraberinde “dünya edebiyatı”nın) bir süredir bize öğrettiği önemli şeylerden biri: Dünyanın herhangi bir yerinden, herhangi bir geleneğinden bir yazar dünyanın herhangi bir yerinden herhangi bir geleneğinden yazarlara, biçimlere bilerek ya da farkında olmadığı dolaylı etkilerle eklemlenip onları dönüştürebilir, onlardan bambaşka bir şeyle ortaya çıkabilir. Yani kanon, kültür, gelenek, birikim mefhumlarının o kadar da bağlayıcılığı yoktur. Koçak’ın kısaca dediği gibi: “Yapan yapıyor.” Dolayısıyla edebiyatta güya üstün bir modele, ideolojik olarak dayatılan bir “Greenwich meridyeni”ne kıyasla ortaya çıkan “gecikmişlik” mefhumu da şaibeli. Bu mefhumlar ancak determinist, zorunlulukçu tarih ve gelişim tezlerini varsaydıkları ölçüde geçerli.
Yine de Koçak’ın istediği mukayeseli edebiyata dönecek olursak, kültür ve birikim “kof ve şaibeli” mefhumlar olmaktan çıkıyor. Onun da dikkat çektiği üzere, Tanpınar ile Action française, Proust, Valéry münasebetleri gibi apaçık ama ayak basılmamış yolların öylece duruyor olmasının sebebi olan bir dil engeli var. Yani bu sefer burada olmayan bir şey, bir eleştirmenin birden fazla yabancı dili o dillerdeki edebiyat, felsefe, tarih metinlerini okuyabilecek, üslûbu tartabilecek kadar iyi bilmesi. Jale Parla dışında burada böyle bir eleştirmen olmadı sanırım (Ulus Baker? Ama onun edebiyata kenardan bir bakışı vardı, daha çok Deleuzeyen ve sosyolojik ilgilerle şekillenen). Yine de olabilir miydi ya da olmaya yakın dönemler var mıydı? Çokdilli filolojinin şahikalarından Spitzer’in ve Auerbach’ın İstanbul Üniversitesi’nde bulunduğu dönemde (sırasıyla 1933-1936 ve 1936-1947) yetiştirdiği öğrenciler arasından neden çıkmadı mesela? O sıralardan geçmiş parlak figürlere bakalım: Mîna Urgan, Süheyla Bayrav, Şara Sayın, Berna Moran, Güzin Dino, Sabahattin Eyüboğlu, Azra Erhat. Auerbach’ın birkaçı hariç İstanbul’da yazdığı yazılarını Yabanın Tuzlu Ekmeği seçkisinde derleyip bir de okkalı önsöz yazan Martin Vialon üç parlak ismi daha anıyor o dönemden: Fikret Elpe, Safinaz Duruman, Nesterin Dirvana ama onların yazdığı tek bir şey yok. Bir de Vialon’un söz etmediği, 1944’te Fransız Filolojisi’ni bitirmiş, kendi yolunu çizmiş Cemil Meriç var –onun irfan, ümran, medeniyet mukayeseciliğini nasıl konumlandırmak gerek acaba? Auerbach 1947’de, karşılaştırmalı edebiyatın kurucu metni Mimesis’i yayımladıktan sonra (İngilizce çevirisi 1953’te, Fransızcası 1968’de çıkmış, yani erişilebilirdi) bu isimler bu kitaptan haberdar hâlde en az 30 40 yıl daha yaşadı, ders verdi, kimisi de kendi alanında yazdı. Fakat aralarında karşılaştırmalı meselelere girmiş, bu işin buradaki öncüsü olan yalnızca Berna Moran’ı sayabiliyoruz maalesef. Neden? Buradaki edebiyata Batı’dakilerin türevi (taklidi/çevirisi?) olarak bakıp karşılaştırmaya değer görmedikleri için mi? Başka bir durum da, bu figürlerin (Erhat dışında) bir dilde (Fransızca, İngilizce, Almanca) uzmanlaşmış, başka bir diliyse o kadar iyi bilmiyor olmalarıydı. Olsun, bu da karşılaştırma için gerekli kaynaklara en azından çevirilerden ulaşmak için yeterliydi. Filolojik düzeyde olmasa bile metinlerarası ve teorik düzeyde bir verim alınabilirdi, nitekim Moran karşılaştırmacı bir yaklaşımla Türkçe romanı neredeyse başından sonuna kat ettiği Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış’ta bunu yapmıştı.
Sonraları Jale Parla ve Sibel Irzık Bahtin’in roman ve tür karşılaştırmalarına zemin hazırlayan diyalojik roman teorisini çeviriler üzerinden de olsa buradaki edebiyat eleştirisine dahil edebilmişti. Örneğin, Meltem Gürle’nin “Oğuz Atay’ın Batı kanonuyla diyaloğu”nu yazdığı Ölülerle Konuşmak’ın teorik iskeletinde Bahtin duruyor, bu sayede kanon didikleyici bir Joyce kadar Bahtin’in ve Atay’ın as romancısı Dostoyevski de işin içinde. Böyle bir karşılaştırma kaçınılmaz, çünkü Oğuz Atay kendini daha çok Batı kanonuyla bağdaştırıyor, romanlarındaki yazar ve karakter referanslarıyla daha çok bu kanona gönderiyordu okuru– “orada” okunmak istediğini belli ediyordu. Öte yandan Atay’ın Türkçe romancılarla diyalogu belli bir çerçevede uzun uzadıya ele alınmadı sanırım. Her ne kadar bu romancılara kitaplarında açık göndermeler olmasa da, Kemal Tahir üzerine yazısında, “birtakım aydınlar”ın “yok” yakınmasına cevaben, belli başlı isimlere gönderiyordu okuru: “Kemal Tahir gibi ben de, ‘Bizde çok adam bulunur,’ diye düşünüyorum. Roman geleneğimizin Halit Ziya, Abdülhak Şinasi Hisar, Ahmet Hamdi Tanpınar gibi ustalarının canlandırılması soruna yeni boyutlar kazandıracaktır.” Doğrudan referansların yanında başka karşılaştırma hatları olabilir mi peki? Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın “Deli Filozof”u Hikmetullah ile Hikmet Benol?
Bahtin, Dostoyevski demişken, üç majör Avrupa dilindeki edebiyatlarla beraber Türkçe edebiyatın karşılaştırmaya açık bir diyalogda olduğu Rus edebiyatı ummanı var bir de. Bununla ilgili son olarak Murat Belge’nin Rusça ve Türkçe edebiyatı karşılaştırdığı Step ve Bozkır (2016) çıkmıştı. Belge Rusça bilmediğini kabul ederek başlıyor, zaten üslûp düzeyinde değil, ideolojik ve tematik düzeyde bir karşılaştırma iddiası var, hazır bir kıyas zemininin rahatlığı da tabii, iki taraf için de fazla yorulmuş geç modernleşme ve Batılılaşma meseleleri, merkezde iki tarafın da müzmin tipolojisi “lüzumsuz adam.” Belge’nin 150-200 yıla yayılan panoramik bakışı benzerlikleri verirken farklılıkları düzlemeyen üç boyutlu bir topografya çıkarıyor ama iki gecikmiş modernlik arasında buradakinin eksik ve ezik taraf olduğu “karşılaştırmalı yoklama” yönü ağır basıyor. Koçak’ın dediği “kendini zorlamamış olma” eksikliği kendini belli ediyor, yenisini keşfetmek yerine bildiği yerden okumak.
Yine de bu “kendini zorlamama” meselesi sorunlu görünüyor. Mesela iki veya daha fazla metin arasında açık bir bağlantı, kıyas noktası vardır ya da bulmuşumdur ama bu benim zevk almadan okuyacağım bir şeyse, dolayısıyla teşrihlik araştırma nesnesi hâline gelecekse, buradan da kupkuru, tatsız, inanmamış bir okuma çıkacaksa böyle bir kendini zorlamaya gerek var mı? Okurken, yazarken belli bir gustoyu, tat ve haz almayı gözeten Koçak bu konuda ne düşünüyor acaba? Başka bir yandan Tehlikeli Dönüşler’de Uzun Yürüyüş’ü dışarıda bırakmasına (öncekilerle bağdaştıramadığı için mi, Heidegger’le ya da belli ki Geçgin’in atlatamadığı Deleuze’le uğraşmamak için mi?) “Orhan Bey, kendinizi zorlamamışsınız” mı diyeceğiz? Belli sebeplerle (politik, endüstriyel?), Heidegger ve şürekasıyla, “Deleuze’gil”liklerle uğraşmak istemiyorsa (ki Deleuze’de negativite çoğunlukla hasıraltı edildiği için onu Geçgin’den uzaklaştırmakta gayet haklıdır), Uzun Yürüyüş’ü Geçgin’in önceki romanlarıyla bağdaştıramıyorsa, izlediği okuma prosedüründe, eleştirel çerçevesinde bunların yeri yoksa elbette demeyeceğiz. Eksiklerle eserin mevcudiyetini silmek yerine Koçak’ın kitap boyunca metinleri sürekli fazlalaştırdığı, çoğalttığı momentleri okuyacağız; kendinden önceki güçlü eleştirileri (Fethi Naci-Ekrem Işın) içerip aşmasını, tür ve biçim hattında Lukács-Bloch-Jameson’ı, tarihsel, felsefî, psikanalitik izleklerde Benjamin-Marx-Lacan’ı (teoriyi araçlaştırmadan) Atılgan’a ve Geçgin’e (metinleri malzemeleştirmeden) döne döne bir yaklaştırıp bir uzaklaştırmasını hayranlıkla takip edeceğiz, Deleuze’e, Levinas’a, Blanchot’ya politik-ontolojik gerekçelerle kendi mesafelenmesini kıvranarak izleyeceğiz. Onda olmayanları da kendi sorularımızla okumaya koyulacağız. Fatih Altuğ’un yerinde ifadesiyle, “Koçak’ın sayesinde, yanında, karşısında.” Demek çekim gücüyle çevresinde dönerek– ama sonra merkezkaç kuvvetiyle ondan koparak...
Koçak yakın zamanda “mukayeseli edebiyat”a dair ikinci bir yazıyla eksik bıraktığı noktalara, başka imkânlara işaret etti, yine eleştirel bir diyalog örneği gösterdi. Diyalog ve eleştiri iç içe olabildiği ya da düşünüldüğü ölçüde.
Diyalog ve eleştiri... Blanchot “Diyalog Acısı” yazısına eleştirmen için Kafkavari bir “gözlem”le başlıyordu:
Şu zor eleştiri pratiği üzerine. Eleştirmen neredeyse okumaz. Daima zaman yokluğundan değil, yazmaktan başka bir şey düşünmezken okuyamadığından, ki şayet basitleştiriyorsa (bazen karmaşıklaştırarak), övüyorsa, yeriyorsa, kitabın basitliğini aceleyle bertaraf edip yerine bir yargının doğruluğunu veya kendi zengin idrakinin hayırhah iddialarını koyuyorsa sabırsızlık baskısındandır, tek bir kitabı okuyamadığı için yirmi, otuz, daha nice kitabı okumadan-okuması gerektiğindendir; bu sayısız okumadan-okuma bir yandan onu içine çekip öbür yandan yetersiz geldiği içindir ki sürekli olabildiğince hızla bir kitaptan diğerine, neredeyse hiç okumadığı bir kitaptan zaten okumuş olduğuna inandığı başka bir kitaba geçmeye sevk eder onu, sonunda bütün bu kitapları okumamış olarak –nihayet okumaya başlamasını sağlayabilecek bir esersizleşme içinde– belki kendisiyle çatışacağı bir an gelir, tabii zaten uzun zaman önce kendisi de yazar olup çıkmamışsa. (“La douleur du dialogue”, Le livre à venir)
Blanchot’nun “diyalog”a dair bir yazıya eleştirmenin hâli pürmelaliyle başlamasına bakarsak, en iyi okur saydığımız eleştirmenin aslında birbirimizin sözlerini okumadan-okuduğumuz konuşmaların bir figürü olduğunu da ima ediyor sanki. (Ama şu da var: Sözün sözü ıskalamasıyla yazmaya koyulma hâli, sanki yazı o “acı”yı, burukluğu sağaltacakmış gibi...)
Bir yanıyla da Koçak’ın son söyleşisinde Kraus’tan alıntılayarak nabızcı ironi damarıyla sorduğu soruya çıkıyoruz: “Bu kadar çok okumamaya nasıl vakit buluyorlar?”
Acaba “profesyonel okur”lar adına (akademisyen, bir şekilde yazar veya eleştirmen, yayıncı, editör) şunu da merak etsek haddimizi aşmış olur muyuz: “Bu kadar çok yazmamaya nasıl vakit buluyorlar?”
Bunun üzerine birinci soruya dönüp “Okunuyor mu ki?” diye sorulabilir. Ama “iyi yazı”nın (?) “iyi okur”la (?) bir şekilde daima buluştuğunu unutmayalım, hemen olmasa bile, zamanı gelince. Fazla mı iyimser? Değil. Yukarıda andığımız onca buluşma bunu gösteriyor.