Kaygalak’ın şiir coğrafyasına bir giriş denemesi

"Bazı şairler ya da şiir kitapları bir coğrafi terimle özdeşleşmeye temayül gösterebilirler, biz de bu temayülün izinden gidersek Kaygalak’ın müstakil bir Dağ ya da kendi sınırlarını çizme istidadında bir Kale’ye yakıştığını söylemek abes olmaz."

22 Eylül 2022 18:47

Metin Kaygalak’ın Everest tarafından basılan toplu şiirleri Siyah Divan uzun süredir baskıları tükenmiş şiir kitaplarını içeriyor; yayınlandığı vakit büyük ses getiren Ortodoks Oğlanlar için Fücur kitabı da şairin yaptığı eklemeler ve değişikliklerle beraber Siyah Divan’da yerini almış.

Siyah Divan, Kaygalak’ın şiir serüvenini topluca okuyabilme imkânı verdiği kadar bir şairin kendi şiirinde yaptığı değişiklikleri de izleme fırsatını okuyucularına sunuyor.

Kaygalak’ın şiiriyle kısa bir karşılaşma, onun şiirine dair temel izlekler, özgül yönler, kavi entelektüel damar, üslubunda belirgin işaretler hakkında ilk elden bilgi sahibi kılacak bir tanışıklık. Kaygalak’ın şiirindeki başat unsurlar göz önündedir diyebiliriz, zira söz konusu olan cesamet sahibi bir şiirdir. Bu göz önünde olma hali başlangıçta kolay anlaşılırlığı ve açıklık ihtimalini çağrıştırsa da onun şiiri için bu geçerli değil. Göz önündelik Kaygalak’ın şiirinde bir kolaylık değil, bir zorluk, bir aleladelik değil, bir yabanlık olarak bulunur. Şiirinin kapısından girebilmek için geniş bir birikime, gönüllü bir derinleşmeye, mikro tarihsel bakışa, resmî söylemi reddetme cesaretine ve kuvvetli bir empatiye ihtiyaç duyulur. Şiiri bu vasıflarla geniş bir ovaya nazır bir yerde (Banusra, Beriye, Mezopotamya misal) kurulmuş, tüm heybeti yahut gedikleriyle görünür bir kale gibidir. Bir şiir yazısı için makul ve kullanışlı görünmeyecek bu metaforu Kaygalak’ın şiirindeki dağ gölgesi, dağ varlığı yahut daha kapsamlı bir ifadeyle dağ görgüsünü düşünerek, yine şiirinin geniş bir coğrafyada cesamet kazanan yapısını göz önünde bulundurarak kullanma cesareti gösteriyorum. İlk kitapları lirik tonu, renkliliği ve zengin görüntüsüyle kalenin kapısını gösterirken, son iki şiir kitabı Ortodoks Oğlanlar için Fücur, Doğu Kapısındaki Jönglör kalenin kendisine, yani çarpışılarak ele geçirilmesi gereken geri kalan kısmına denk düşer gibidir. Bazı şairler ya da şiir kitapları bir coğrafi terimle özdeşleşmeye temayül gösterebilirler, biz de bu temayülün izinden gidersek Kaygalak’ın müstakil bir Dağ ya da kendi sınırlarını çizme istidadında bir Kale’ye yakıştığını söylemek abes olmaz.

Peki, nedir bu göz önünde olan şeyler? Belki ilkin kelimeleridir. Kaygalak’ın hem geniş zihinsel bir coğrafyadan hem de buna eş fiziki bir coğrafyanın tarihinden özenle derleyip getirdiği, getirmekle kalmayıp kendine ait kılabildiği mükellef ve özel lugat. En olmaz berzahlarında dolanacağız kelimelerin dizesinin de işaret ettiği bazı sözcükleri sıralarsak: Ortodoks, fücur, berriye, karasungur, belkiya, jonglör, remildar, füsunkâr, meş’um, infal, kazzaz, mezmur, aksan, cari halk, ağu… Bu zengin sözlük sadece nicelik açısından (tarih, müzik, mitoloji, teoloji, mikro tarih, felsefe, hetorodoksi inançlar…) değil, aynı zamanda eylem yüklü, devingen kelimeleriyle de dikkat çeker.[1] Sözcükler tarihin ve coğrafyanın yüküyle doludur. Kendi şiir dilini kurabilme istidadında olan bir şair için bu durum ilk elden tehlike arz eder. Zira bu çaba şiirin özerk bir alan olması açısından kelimeleri işleyememek, onları birer işaret olarak bırakmak manasına da gelir; anonim bir hafızaya, bir kültürel söyleme teslim olma ve folklorik kalma/olma[2] tehlikesinden bahsediyorum. Ama Kaygalak bu tehlikenin farkında; kelimeleri dönüştürme, kırma, sentaks ve bağlamını bozma, cümleleri kendine has bir bakışın dizgesine oturtmayla (çocuk aklım... ikna yüzüm... beni yaban edecek sözü nerden buldum da)başardığı için “şiirin düşmanı” olabilecek anonim söylemin ağına takılmaz. Kelimelerin bildik/tarihsel çağrışımlarını tersyüz ederek (Resuli bir kimya, kesik bir Şam, Berriye’nin mutsuz bilinci) malzemeyi mükellef bir zanaatkârlıkla işleyebilmesiyle Kaygalak’ın bu sorunun üstesinden daha ilk şiirlerinden geldiğini görebiliyoruz. Öyle ki, okuyucu ilk defa söyleniyor ve işitiliyor olduğunu sanabilir birçok kelimenin. Çoktan unutulmuş yahut çok özel niş bir alanı işaret eden kelimelere özgün bağlamlarla yeniden hayat veren bir şiir var karşımızda. Kaygalak’ın üslubundaki çok seslilik, müzikal zenginlik; kaybolan, görünmezliğe mahkûm edilen bir coğrafyanın en uzak, en cılız seslerinin derlenmesiyle bir senfoni şekline bürünür.

Kaygalak’ın devingen ve yüklü kelimeleri birer atlas, birer lahit gibi durur şiirinde; hem bir bütünün parçası olarak hem de müstakil bir şekilde kendi heybetinin varlığıyla. Bu durum onun Türkçe şiirdeki şahsi konumuna denk düşer kanımca. Kendisi de öncüllerine benzemeyen, sonrakilere önemli etkiler yapmış, kendine ait bir kişilik kazanmış olmasına muadildir. Kelimeler birbirini hırpalamadan, birbirini ötelemeden, sınır ve mülkiyet kavgasına düşmeden bir birliktelik oluşturmuşlardır. Şairin dünyaya, coğrafyaya, kültüre bakışının birer vesikası gibidir bu durum. Alevilik, Sünnilik, Yaresan, Kürt, Yahudi, Ermeni, Doğu, Batı gibi bu coğrafyanın adeta “bitki örtüsü” olan halkların mahsulü olarak görebiliriz şiirini.

Kaygalak için bunları söylemek onu dar bir coğrafyaya hapsetme, şahsi varoluş damarından (“Varlık ve Şiir” adlı erken bir deneme yazarak bu alana dikkat çeken nadir insanlardan biri olarak) yoksun kolektif bir derlemeci derekesine indirme algısı yaratabilir. Ama şiirine yakından bakıldığında durumun bunun tam tersi olduğu görülebilir.

Kaygalak şiirinin tarihsel yükü hem bilindik manada tarihin hem de siyasi tarihin içinde oluşmuştur. Türkçe yazan bir Kürt şair olmasına karşın birçok Kürt şairden çok öte bir alan açtığını söyleyebiliriz. Yıllardır toplumsal ve siyasi sorunların yaşandığı bir coğrafyada meydana gelen şeylerin bir şekilde gelme, dili bulma ihtiyacı vardır. Bu bir yönüyle Heidegger’ci anlamda dile gelme vazifesini üstlenmeye niyetli bir şiir olduğunu gösterir. Bir dönemin, bir ulusun, bir coğrafyanın acı tatlı deneyimlerini aktarmak için kendine form bulması kendiliğinden olmasından çok, bilinçli yaratıcılar ve sanatçıların eliyle olur. Dile gelmek sanatın ister istemez ilk varlık bulduğu alanıdır. Bu ister şahsi olsun isterse kolektif bir hafızanın sözcülüğüne soyunsun, kendine ait bir lugat, dizge, söylem gerektirir. Bu söylem içeriğiyle ne kadar mutabık olursa, onun hakikatine ne kadar yaklaşabilirse bir o kadar başarılı sayılır. Kürt sanatında bu konuda bir dönemin sözcülüğünü hakkıyla yapmış bir dile gelme biçimi olarak dengbejleri sayabiliriz. Cumhuriyet’ten sonra da hem fiziki hem zihinsel bir anlamda bir tür dilsizliğe mahkûm edilen başta Kürtler olmak üzere bu coğrafyanın tüm ahalisi ya bilindik, duru, kendine uzak Türkçenin içinde konuşmak ya da kendine bir dil bulmak durumundaydı. Toplumsal ve bireysel deneyimler yıllardır farklı kollardan akan suların bir yerde birikip bendini çatlatacak birikmişliğini andırır. Bu birikimin dile gelmesini sağlayacak bir form, bir üslup, en geniş anlamıyla bir dil bulmak kaçınılmaz olur. Akla Ahmed Arif’in lirik ve geleneksel epik söylemi gelebilir; kırklı yılların birikimi bir şekilde kendini onun sesinde buldu. Ama seksenler ve doksanların bakiyesi farklıydı. Saldırı ve yok etme biçimi çok daha sofistikeydi (Madımak Oteli yangını ve Kaygalak’ın hem öğretmeni hem ilk şiir hocası Metin Altıok’un burada yaşamını yitirmesi mesela) ve her alana yayılmış durumdaydı. Arada kalmalar, göçertmeler, modern yaşamın kıyısında varlık mücadelesi vermeler, metropollere giden Kürtlerin yalnızlığı, yabancılığı, şehrin kıyısında şehrin kapısından girememenin, orada durup beklemenin, şehirle söyleşme yolunu bulmak gibi onlarca faktörün içinde olduğu agresif, kırılgan, karışık bir deneyim bakiyesi mevcuttu. Sanırım bu sofistike malzeme Ahmed Arif’in dizgesinde taşınamayacak kadar modern ve çeşitliydi. Arif’te eşkıyaların tek atımlık tüfekleri, seglavi atların toynak sesleri, hançerin parıltısı vardır. Tankın, topun, diri diri insan yakmanın sesleri için yeni bir şeyler lazımdı. Uzun bir dönem büyük bir sessizlik, bir dilsizlik hali mevcuttu. Bu sessizlik Kürt cenahında ürün vermemeye denk gelir. Altmışlardan doksanlara kadar verilen Kürtçe ürünler ya da Kürt tandanslı sanatçılar bir elin parmağını geçmez. Haliyle Kürt’ün yeni dünya ve baskın dil karşısında en fazla şiveye yahut memleketten getirilmiş birkaç ünleme sığınarak (Arif’te bu ünlemler bolcadır: oy havar, hey...) ürkütmeyen bir Anadoluculuk kavramına yapışıp bir iki kelam edebilirlerdi ancak. Kaygalak öncesi Kürt tandanslı şiirlerde çoğunlukla kendini (kürtlüğü ya da farklılığını) yumuşak ve güvenlikli bir zeminde anlatma, egemeni korkusuna değil, anlayışına ve insanlığına seslenme, egemen karşısında ortak maziyi, ortak duyarlıkları, ez cümle paydaları bulup çıkarma istidadı varken (Ahmed Arif’in 33 Kurşun şiiri bu yargımız için mükellef bir örnek), Kaygalak şiirinde bu bütünleştirici gibi görünen ama hep birinin ezip diğerinin ezilmesine yol açmış naif haliyle beyhude, oyalayıcı damarı elinin tersiyle cesurca itiyor. “bana vefa gösterme! / gücenmenin saatiyle ihmal et! / benim de nasibim olsun o mahrum. / şer bilen yakub sevinsin. / mayalı dilim / bana mesafelerin masum toprağında / diz çökert! / ki haz edeyim hırpani / bir itirafla / bu latin pişkinliğimdir diyeyim / işte bu son sünnet” Bunun gibi onlarca örnekle yeni hali pür melali/duyarlığı teşhis ve tespit edip ona uygun bir dil yaratma çabasına girdiğini, bunu başardığını görüyoruz Kaygalak’ın. Eğer bir dil yaratmaktan bahsedilecekse, Kürt cephesinde buna en çok yaklaşanlardan biri belki Kaygalak’tır[3] demekte bu minval üzerine bir beis görmüyorum. Bu yargımız onun şiirinde sonraki geniş etkileme alanıyla da test edilebilir. Sadece Türkçe yazan Kürt şairleri değil, Kürtçe yazan şairleri de, sadece şairleri değil, öykücü ve romancıları da etkileyen, onlarla bir hat, bir yön tayin etme kudretinde bir dil ve biçemdir söz konusu olan. Bu dilin –tarihsel kırılmanın karşılığı olan bu dilin– sadece tarihî bir değeri yoktur. Yıllardır bir cemaat olarak görülüp öyle algılanan bir halkın içinde boy vermiş bireysel duyarlıklar da kendine yer bulmuştur.[4] Toplumsal ve bireysel, arzu ve hafızanın iç içe geçtiği, bireyi ötelemeyen, bireyin gerçek hayattaki karşılığının, temsilinin hakkını verme çabasında bir dil. Sanırım Kaygalak şiirinin başat özelliklerinden birinin de bu olduğunu söyleyebiliriz. Sadece özelliği değil, öznelliği de buradan varlık buluyor gibidir.

Kendi şiirini kurarken elbette Kaygalak'ın el aldığı birçok şair vardı. Ece Ayhan, Cemal Süreya, İsmet Özel, Hilmi Yavuz’u çeşitli etkileme alanları üzerinden Kaygalak şiirinin öncülleri olarak görebiliriz. Özel’in, daha çok kendinden emin, öne çıkan, sözünü sakınmayan gümrah söyleyişiyle şiirine bir renk verdiğini söyleyebiliriz. Süreya’nın Kısa Türkiye Tarihi tematik bir çıkış yolu, hatta biçimi de göstermiştir Kaygalak’a; ama Süreya’nın Kısa Türkiye Tarihi bir fragman, bir şimşek gibi kalan, fakat hâlâ direnen bir alandı. Kaygalak Kantonalarla ona bir tür şerh düşmüş, yahut tefsire soyunmuş görünebilir. Lakin onun coğrafyası daha geniş olduğundan, Süreya’nın girmediği, belki de girmek istemeyeceği, hatta giremeyeceği birçok sahaya cesaretle girebilmiş, özgün bir halklar tarih okuması yaratabilmiş. Süreya ile aynı duyarlığa, aynı denize akıyormuş gibi görünse de, uzantıları ve ebatları farklı iki nehir gibi akarlar. Ece Ayhan için de aynı metafordan yararlanabiliriz. Ayhan’ın atlasında Fırat ve Dicle değil; Maveraünnehir (Seyhun, Ceyhun nehirleri arasında kalan bölge) vardır ve mevcudiyeti daha çok zihinsel mahiyettedir. Elbette solgun bir halk çocukların ayaklanmasının kalbinde dizesinde Fırat ve Dicle’nin yankısını bulabiliriz. Kaygalak’ın atlası Fırat ve Dicle’yi de kapsar, daha doğrusu kavrar ve bu nehirler hem zihinsel hem de fiziksel bakiyeleriyle bulunurlar ve akış halindedir. Kan dökülerek, sınırına ve akışına müdahale edilmesiyle yani hem zihinsel hem de fiziksel varlıklarıyla. Bu atlası genişletme ve kendine ait kılma atağı Kaygalak’ta hem nicelik hem nitelik olarak “Ece’ye rağmen” bambaşka bir alan açar.

Kaygalak’ın Atlas’ı sadece içerdiği coğrafi yerlerle değil, coğrafi yerlerin politik hafızasını, tarihsel imgesini sorgulamasıyla ve bilinen algıların dışına çıkmasıyla da dikkat çeker. Şu dizelere bakmak yeterli: “Filistin’de kaybolan serhildan/ bir intifadayla göründü Sur’da/ Bu kez Edward’ın attığı taş/ oradaki Said’in bendeki Said’e uzaklığı/ Said’in Said’e uzaklığı/ Gazze’nin Amed’e uzaklığı.” Gazze’nin Amed’e uzaklığı, Amed aleyhine tüm yakınlaştırma çabalarına rağmen hâlâ birçok Kürt’ün beyninde bir kıymık gibi durur. Kaygalak bu şiirinde kıymığı sarih bir şekilde ortaya koyar. Böylece Kaygalak’ın şiir atlası kültürel sesleri kapsadığı gibi siyasal bakış, kolektif vicdan ve entelektüel reddiyeyle de bu yerlere yeni bir sınır çizer ya da sınırları sorgular, diğer manasıyla müdahale eder. (Elbette bu müdahale egemenin müdahale etmişliğine bir müdahaledir.) Ece’yi en çok anımsatan kitabı Ortodoks Oğlanlar İçin Fücur’da yaptığı değişiklikler bu farklılığı daha da belirgin kılmıştır. Ece’yi besleyen dereler zihinselken, Kaygalak’ın hem fiziksel hem de zihinseldir diyebiliriz. Ece gibi o da mikro bir tarihçi hassasiyetiyle girişir işe. Koca tarihi bir şiir cümlesine sığdıracak kadar uğraşır, cenk yaparlar nesneleriyle, vuruşurlar iki şair de; önce geniş bir mıntıka temizliği yapılır: Yalan, çer çöp arınır ve hakikatin yalanla, resmî söylemle sarmalanan yapısı soyulur ve bir dize olarak şiirlerinde can bulur. İki şair de yalanın ve zoraki tarihsel tanımlamaların karşısında nesnesine adını koyana ya da mahiyetini iadeyi itibar edene kadar çarpışırlar. Bu yüzden iki şairin şiirinde bu çarpışmanın sesleri, bir cengin devingenliği vardır. Bu devingenlik şiiri hem dokunabilir hem de ses öğesinin güçlü olduğu bir şiir yapmaktadır. (Kaygalak’ın şiirinde ses son derece belirgindir; Ece’ninkinde ise şiirden daha önde ve berraktır.) Böylece cesamet kazanan bu şiirler okunurken okuyucunun nefes nefese kalması biraz da bununla alakalıdır.

Sonuç olarak belirgin ve başat özelliği derin ve zengin bir entelektüel birikim ile buna eşdeğer bir söyleşme/irdeleme cesareti üzerine kurulu olan bu şiir kanlı canlı, devingen, durmadan işleyen bir şiir olmayı da başarıyor. Kaygalak’ın şiir bakiyesi toplu ve özenli bir basımla okuyucuların karşısına çıkmış bulunuyor. Her şeyin hızla unutulduğu, gündemin çok sık değiştiği bir coğrafyada meselelerin genel geçer sathi yapısıyla oyalananlardan çok temelde yatan derin kadim olguları içermesiyle ilgilenenlere çok şey söyleyebilecek bir şiir kanımca. İyi şiirden sanırım çağın şartlarına göre kendinden yeni şeyler üretme kapasitesine de sahip olması bekleyebiliriz. Bu minval üzerine bu girdap gibi unutuşa karşı iyi bir hatırlatma ve kendine dön, kendine gel çağrısına dönüşecek potansiyele de sahip bir bakiye var karşımızda.

 

NOTLAR: 


[1] Kaygalak’ın şiir lugati için müstakil çalışmalar gerektirecek potansiyelde olduğu için burada birkaç şey söyleyip geçmek durumdayız.

[2] C. Süreya’nın “Folklor Şiire Düşman” metnindeki bağlamı baz alarak.

[3] Roman alanında buna en iyi örnek belki de Mehmet Uzun’un külliyatıdır. Bir dil yaratmak iddiası ve arzusunda olan Uzun buna ciddi mesai ayırmış, edebiyat ve sanat yazılarını böyle bir başlık altında kitaplaştırmıştır. Ama Uzun’un geleneksel hafızanın ve söylemin kelime dağarcığını büyük bir saygıyla alıp yeniliklere gitmeden kullanması, eserlerinin özerk ve özel üslubuna kavuşmasına engel olmuştur, denebilir. Kaygalak benzer bir beslenme kaynağına rağmen bu tehlikeyi sezip bertaraf etmiş biri olarak da dikkate değerdir.

[4] Burada uzak bir örnek olsa da işlevleri bakımından yakın duran bir örnekten bahsetmek gerekir. Ciwan Haco’nun bir yazıda oldukça geniş bir şekilde ele aldığımız bu yeni yaşama denk düşen müzisyenliği hatırlanabilir. Kaygalak’ın şiiri Ciwan kadar, (yeni bireysel hal ve duyarlıklar) hatta ondan daha çok Şivan Perwer’in (epik tonu ve etkileme kapasitesiyle) müziğinin etki dünyasıyla paralel nüveler barındırdığını, bu konuyu irdelemenin ilginç sonuçlar vereceğini düşünüyorum.