Türkiye'de hukuk namına kırıntılardan başka bir şey kalmadığından, hukuka duyulan güven giderek azaldı. Bu erozyonla doğru orantılı olarak kendi adaletini sağlama eğilimi de güçlendi
26 Nisan 2018 13:49
Şevket Altuğ geçenlerde bir mülakatında güzel bir hususa dikkat çekti. Altuğ, ne zamandır bir yapımda rol almıyor oluşunu, kabaca ifade etmek gerekirse, dizilerde sakallı, silahlı külahlı adamlardan geçilmiyor, sakal bırakmayınca oyunculuk, silah sıkmayınca dizi olmuyor mu, diye tepki göstererek açıklıyordu. Doğru söze ne denir? Silahlarıyla öldürdükleri insanlar bir tarafa, insanı soğutmadıkları bir sakal kalmıştı zaten!
Bu doğru tespite ilaveten, Türk dizilerinde ya da Türkiye’de tutan dizilerde (en azından Osmanlıcı çerçöpleri ve benzerlerini sarfınazar ederek konuşursak) son dönemde özellikle bir leitmotif gözüme çarpıyor: Kendi adaletini sağlamak. Eskiden iyi kalpli mafyacılıkla dayatılan bu eğilimin, Behzat Ç.’deki adlî tıp uzmanı ve yardımcısıyla erken dönemde tepe noktasına çıktığını düşünmüştüm. Gerçekten de Doktor Barbaros ile Sancho Panza’sı Muzaffer’in kötü adamlara karşı incelikli planları ve cinayetleri geniş kesimlerde müthiş bir sempati uyandırmıştı. Fakat son dönemde bir İspanyol dizisi olan La Casa de Papel hepsini silip süpürdü ve onların “Çav Bella” eşliğinde AB eleştirileri yapa yapa giriştikleri Darphane soygununun hikâyesi Türkiye'de belki de dünyada hiçbir ülkede olmadığı kadar bir çılgınlığa dönüştü. Son olarak iki iddialı Türk dizisinde de benzer bir eğilim göze çarpıyor: Dip’te zenginden kırpıp yoksula para aktaran hacker gençler ve Şahsiyet’te seri cinayetlere girişen Alzheimer hastası ihtiyar adam.[1]
Türkiye’de hukuk namına kırıntılardan başka bir şey kalmadığından, hukuka duyulan (ve zaten az olan) güven giderek azaldı. Bu erozyonla doğru orantılı olarak kendi adaletini sağlama eğilimi de güçlendi. Bu eğilim, gündelik hayatta laf arasında söylenen, “ulan çeker vururum”culuktan çok öte; kendi adaletini sağlamanın kaba biçimleri kuşkusuz bundan ibaret değil. Sağcıların ya da gericilerin kendi adaletlerini sağlama biçimleri var: Adalet derken kastettikleri, yüzyıllar öncesinin en iğrenç, en hunhar düşüncelerinin (töre cinayeti, sözde namus cinayeti, kan davası, mahallenin namusu) dayatılması. Bu zaten süregelen bir olgu. Ama son dönemde, özellikle de AKP gericiliğinin iyice yerleşmesi ve bütün muhalefet ve itiraz alanlarını (kolektif ya da bireysel) kapatmasıyla birlikte, kendi adaletini sağlama eğilimi sağcı-gerici olmayan kesim için de güçlenmeye ya da en azından sempatik addedilmeye başladı.
Ben bunun durduk yere olmadığını düşünüyorum. Daha doğrusu, sosyolojik bir vaka olarak, bu eğilimin Türkiye’de muhalif ya da seküler kesimlerde çok ilgi görmeye başlamış olmasının sebepsiz olmadığına inanıyorum. Bizim cenaha eskiden bireysel kurtuluş önerilirdi. Anne babalarımızdan duyduğumuz “önce altın bileziğini koluna tak”çılıktan güç alan bu ideoloji; içinde yine de bir huzursuzluk olanlara, devrimcilik yapacağına kendi postunun derdine düş, oku, çalış, yüksel, sonra yine değiştirirsin dünyayı diyordu. Diziler, filmler bireysel “başarı örnekleri”yle dolup taşardı. Bunun ayrılmaz bir parçası olarak, şatafatlı, lüks hayatlar süren insanların gözümüze gözümüze sokulması hâlâ varlığını sürdürüyor. Fakat Türkiye’de siyasal İslamcılığın tüm yozluğuyla çökmesinin ardından, bu kayırmacı düzenin bizden birilerine yükselme şansı tanımayacağı anlaşıldığından, görülen o ki, burjuva ideologları yoksul ya da orta hâlli ailelere mensup kişilere zengin abi-ablalardan biri hâline gelecekleri bireysel kurtuluş vaaz etmek yerine, bir tür bireysel yok oluş (ya da çarpık bireysel terörizm[2]) önermeye başladılar.
Bu “kendi adaletini sağlama” eğiliminin birçok açıdan sorunlu olduğunu, sorunu çözmek yerine kalıcılaştırdığını, yer yer kangrenleştirdiğini belirtmek lazım. Sol ya da seküler çevrelerde bu tür yarı kriminal-yarı solcu eğilimin en güçlü ve görünür olduğu İç Savaş öncesi İspanya’dan bir örnekle meramımı daha iyi anlatacağımı düşünüyorum.
Bugünün turist dostu kenti Barcelona, 1936’da başlayan İç Savaş öncesi yıllarda İspanya’nın Chicago’su olarak bilinirdi: Amerikan gangster filmlerinin etkisinin yoğun şekilde hissedildiği kentte güvenlik asgari, bireysel ve kolektif suç oranı azami düzeydeydi. Eylemler “kontrol dışı güçler” anlamına gelen ama aynı zamanda cebre başvurmaktan medet uman kişileri de anlatan incontrolats tabiriyle anarşistlere atfedilmişti. Nasıl olmasın ki! Anarşist önderlerden Bakunin kanun kaçağını (“soyguncuları”), “hakiki ve biricik devrimci, güzel lafların ardına, bilgiç retoriğine sığınmayan, uzlaşmaz, yılmaz, boyun eğmez bir devrimci” diye tarif etmişti.[3] Keza anarşist felsefede bireyciliğin şahikası olan Max Stirner de suçtan ve ahlaksızlıktan övgüyle bahsetmişti.
Ne var ki, kendi adaletini sağlama eylemleri anarşistlerin çok ötesindeydi. Ülke iyiden iyiye militarize olduğundan; soygun, gasp, kamulaştırma ve cezalandırma dışında, cezalandırmanın özel bir biçimi bilhassa öne çıkıyordu: Paseo. Gezmeye çıkarmak, kaçırıp öldürmek anlamındaki paseo, Amerikan gangster filmlerinden alınmış bir tabirdi. Gece yarısı bir mezarlığa ya da şehrin dışındaki izbe bir yere götürüp gerçekleştirilen infazları anlatmak için kullanılıyordu.
Bu tür bireysel cezalandırma eylemleri, askerî darbe kısmen püskürtülüp İspanya fiilen ikiye bölündüğünde, devrimcilerin elinde kalan topraklarda iyice güçlendi. Ezilenlerin şiddeti egemen kültür ve ideolojiden ayrı düşünülemez. Egemen sınıfın belirlediği kültür, onu ayakta tutan zor aygıtları ortadan kalktığında misliyle geri döner. İspanya’da da böyle oldu. Fakat örgütlü ve düzenli bir karşı duruştan ziyade, bireysel eylemler görüldüğünden, paseo’nun sembolleştirdiği kanundışı eylemlerin yaygınlaşması, karşıdevrimcilere ve gericilere yönelik cezalandırmalarla sınırlı kalmadı. Kısa süre sonra, paseo kurbanları arasında sosyalistler, komünistler, anarşistler ve tabandaki öncü işçiler de sayılmaya başladı. Üstelik bunların hepsinde “siyasî” saikler işbaşında değildi, kişisel hesaplar da aradan çıkartılıyordu.
Belki en önemlisi, anarşistlerin düştüğü zor durumdu; lümpen ve suçlu unsurlar (ve onların peşi sıra karşıdevrimciler) anarşist örgütün saflarına doluşmuştu. İspanyol anarşistlerinde hırsızlık ve suç kavramı lümpenlik temelinde meşrulaştırılmıyor değildi.[4] Alanının en önemli tarihçilerinden Chris Ealham efsanevi anarşist Durruti’nin bir dilenciye para vermek yerine, cebinden tabanca çıkarıp “al bunu, para istiyorsan bankaya git” dediği vakayı sembolik bir örnek olarak aktarır[5] ve anarşistlerce “Barcelona’daki anarşist yeraltı ile küçük suç kardeşliği kesimleri arasında öngörülen ‘ittifak’”a dikkat çeker.[6] Bu ideolojik yanlışlıktan güç alarak anarşist örgüt CNT-FAI’nin saflarına doluşan kriminal unsurlar CNT-FAI’yi silahsız bırakmıştı, zira anarşist önderlik bu kesimleri kontrol etme becerisinden yoksundu. Aynı şekilde, CNT-FAI birçok faşist ve ajan için de sığınak olmuştu ve tüm bunlardan ötürü –faşist örgüt Falange ile bir kelime oyununa dayanan– Fai-lange terimi gündelik hayatta sık sık kullanılıyordu.[7]
Dolayısıyla gericilerle anladıkları dilden konuşma eğilimi, bir süre sonra, gericilerden ziyade devrimcileri ve gericiliğe karşı durmak için kazanılması gereken “kararsız” toplumsal kesimleri vurmaya başlamıştı. Ama belki hepsinden önemlisi, enerjinin kolektif mücadele yerine bireysel müdahaleye kaydırılmasına yol açmıştı ki, İç Savaş’ta bundan daha kötü bir kayıp olamazdı.
İspanya analojisi bir tarafa, her şeye rağmen, kendi adaletini sağlamak burjuva hukuka karşı bir başkaldırı olarak görülemez mi? Kuşkusuz açıyı iyi ayarlarsak görülebilir, ama her başkaldırının başkaldırılan şeyin ötesine geçmeyi düşündüğünü ya da geçebileceğini zannetmek doğru değildir. İslamcıların burjuva demokrasisiyle ilişkisi gibi düşünmek lazım. İktidarda olmadıkları dönemde, kendi gerici fikirlerini beslemek için, devrimci jargondan ödünç aldıkları kelime ve kavramlarla burjuva demokrasisinin yetersizliğini eleştirirlerdi. Nietzsche, Heidegger vb. isimlere merakları buradan geliyordu. Ama onların derdi burjuva demokrasisini yadsıyıp aşmak değil, ondan daha geri bir işleyişe döndürmekti. Demokrasi onlara az değil, fazla geliyordu.
“Kendi adaletini sağlama”cılıkta da pozitif hukukun aşılması benzer bir gericiliği barındırır. Mevcut düzen içinde ve devrimci bir düzenin inşasında bir hukuk sistemi ya da hukukî işleyiş hukuksuzluktan çok daha iyidir ve herkesin kendi adaletini sağlamasına karşı bir ilerlemeyi ifade eder. Kendi adaletini sağlama, en iyi ihtimalle, daha iyiye heves etmek ile daha gerici olana sarılmayı birleştirir. Bu açıdan, belki de en iyi ve gerçekçi örnek La Casa de Papel’deki Berlin’dir. Dilinden devrimci marş “Çav Bella” düşmez, davasına bağlılığında bir eksik yoktur, ama sonuçta bir tecavüzcüdür.
Elbette kendi adaletini sağlamak çok geniş bir kavram: En güzeli, hiç de âdil olmayan mevcut adalet sistemi yerine, bu sistemin mağdur ettiklerinin ayağa kalkıp toplu bir eyleme girişerek başka bir adalet ve toplumsal-ekonomik sistem koymaları. O zaman kendi adaletini sağlama eylemi tadından yenmez! Nitekim sol için bu tür kültürel salvolara direnmenin esas nedeni de bu: İçinde bir şeyler yapma hevesi olanları, zaten uzak durulan kolektif-örgütlü mücadeleden daha da uzaklaştırmaktan başka bir işe yaramıyor.