Kendi ağzından Nâzım Hikmet ve şiiri

"Modern edebiyatımızın kilometre taşlarından, serbest şiirin öncülerinden şair Nâzım Hikmet 3 Haziran 1963’te, henüz 61 yaşındayken hayatını kaybetmişti. Ölüm yıldönümünde şairi gençliğinde yayınlanan birkaç anket ve röportajla analım istedik..."

03 Haziran 2022 08:30

 

Nâzım Hikmet 3 Haziran 1963’te, henüz 61 yaşındayken hayatını kaybetti. Modern edebiyatımızın kilometre taşlarından, serbest şiirin öncülerinden şair Nâzım Hikmet, kendi deyişiyle bir “yazıcı” olarak sürdürdü yaşamını. Henüz 16 yaşındayken yazdığı “Servilikler” şiiri ile başladığı yazın hayatı boyunca şiirin dışında, roman, hikâye, masal, piyes, deneme ve tercümelerden oluşan koca bir kitaplık bıraktı ardında.

Nâzım Hikmet’in ölüm yıldönümünde, şairi gençliğinde yayınlanan birkaç anket ve röportajla analım istedik. Ama önce, 1961 yılında kaleme aldığı “Otobiyografi” isimli şiirden gençliğine ait birkaç dizeyi okuyalım:

1902’de doğdum
doğduğum şehre dönmedim bir daha
geriye dönmeyi sevmem.
üç yaşımda Halep’te paşa torunluğu ettim
on dokuzumda Moskova’da komünist Üniversite öğrenciliği
kırk dokuzumda yine Moskova’da Tseka-parti konukluğu ve
on dördümden beri şairlik ederim.

kimi insan otların kimi insan balıkların çeşidini bilir
                                                    ben ayrılıkların
kimi insan ezbere sayar yıldızların adını
                                                   ben hasretlerin
hapislerde de yattım büyük otellerde de
açlık çektim açlık grevi de içinde ve tatmadığım yemek yok gibidir.

Şairliği, yazarlığı ve siyasi mücadelesinin yanı sıra sözünü sakınmayan kişiliğiyle tanınan Nâzım Hikmet’in okuyacağımız ilk röportajı 1929 yılından. 1930’lardan 1970’lere kadar yaptığı röportajlarla ünlenen usta gazeteci, yazar Hikmet Feridun (Es), 1929 yılında henüz 27 yaşında genç bir şair olan Nâzım Hikmet ile bir röportaj yapar. “Nâzım Hikmet bey nazımın en büyük düşmanı” başlıklı bu röportaj, 6 Mayıs 1929 tarihli Akşam gazetesinde yayınlanır. "Edebiyatımız Ne Halde" üst başlığıyla yapılan bir soruşturmadır bu.

– Söylemem…

– Niçin?

– Çünki edebiyatımız hakkında fikrim yok. Benim anladığım edebiyat mefhumu ile bu gün yapılan edebiyat arasında dağlar kadar fark var.

– Nasıl fark?

– Bu günkü edebiyatın şiarı: ‘şiirin başladığı yerde şuur susar, şuurun başladığı yerde şiir susar’ halbuki ben şuursuz şiir olacağına kani değilim… Onun için, bu günkü edebiyatımızı anlamıyorum.

Anlamadığım şey hakkında da bir şey söyleyemem… Fakat, benim anladığım edebiyata doğru yola çıkmış bazı şahsiyetler vardır. Bundan başka sen, hiçbir zaman profesyonel edip olmayan İzzet Melih B., Mithat Cemal B., Halide Nusret H.larla mülâkat yaptın. Bunlar olsa olsa edebiyatın amatörleridir. Halbuki, ben, profesyonel kunduracı, şoför, marangoz gibi profesyonel bir yazıcıyım…

Amma, Abdülhamid’in marangozluğu gibi marangoz değil. Milyonerin otomobil kullanması gibi şoför değil.

– Peki… Sana bir şey sorayım: bir yazında ‘Kuyruğuma pervane takcağım’ diyorsun… Bunu tasrih eder misin [belirtir misin]?

– Benim idealize ettiğim şey pervanedir. Ben papatyeyi değil pervaneyi anlatıyorum. Papatye de pervaneye benzer, onun da kanatları vardır; ona ben pervaneyi tercih ederim.

Göğsüme papatye takacağım! diyen şairler olduktan sonra, ben neden kuyruğuma pervane takmayayım?..

– Bu papatye ile pervane neyin sembolüdür, izah eder misiniz?

– Papatye endüstrinin eli dokunmadığı ham mevadın sembolüdür. Pervane de, sanayiin sembolü… Ve ben, sanayiin yarattığı içtimaî hayattaki muayyen bir sınıfın şairiyim. O zümrenin dertlerini, acılarını, ihtiyaçlarını anlatırım.

– Niçin şiirlerini daima serbest nazımla yazıyorsun?

Nâzım Hikmet, pervane gibi birdenbire harekete geldi!.. Yerinden fırladı. Rüzgârının şiddetinden masanın üstündeki eşya birer birer yere düştü.

– Azizim, sen bana hakaret ediyorsun: nazım da ne demek? Ben nazım yazmıyorum. Veznin en büyük düşmanıyım. Ben çoban değilim ki kaval çalayım…

– Peki, 835 Satır’ında kullandığın ifade vasıtası nedir?

– Mimarî… Benim için en iyi şair mimara en yakın olan şairdir. Edebiyatta amali erbea [devinimli olan]değil müsellesatı küreviye [küresel trigonometri] hâkimdir.

Nâzım Hikmet daha birçok şeyler söyleyecekmiş gibi elini kaldırdı…

Fakat sustu…

Sonra da ilâve etti:

– Hani ben bir şey söylemiyecektim?.. Amma da çenem açıldı ha… Kâfir, beni faka bastırdın.

Bu röportajın yayınlanmasından bir ay sonra Nâzım Hikmet, Zekeriya Sertel tarafından çıkarılan Resimli Ay dergisinde, haziran ve temmuz aylarında yayınlanan “Putları Kırıyoruz” başlıklı imzasız yazılarıyla edebiyat dünyasında olay yaratır…

Sırada Nâzım Hikmet’in katıldığı bir anket var. Anket edebiyat dünyasını 1930’lu yıllarda epeyce meşgul eden “Hececiler” hakkında. Edebiyat tarihimize “Hececiler” ya da “Beş Hececiler” olarak geçen bu akımın öncü grubunu oluşturan beş şair; Orhan Seyfi Orhon, Enis Behiç Koryürek, Halit Fahri Ozansoy, Yusuf Ziya Ortaç ve Faruk Nafiz Çamlıbel’dir. Bu şairler I. Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı yıllarında hece vezninle yazdıkları şiirlerle tanınmışlar, Ziya Gökalp’tan etkilenerek milli edebiyat akımının bilinen isimleri olmuşlardır. Usta şairlerle genç şairler arasındaki bu tartışma dönemin edebiyat dergileri ve gazetelerinde süregelir.

“Nâzım Hikmet Söylüyor”

Yıl 1936'dır. Nâzım Hikmet, Kurun gazetesinin “Hececiler” konulu anketine katılıyor. Kurun gazetesinde 1 Nisan 1936’da başlayan genç edebiyatçılarla yapılmış anket dizisi “Gençlerle Başbaşa”, aralarında Reşat Enis, İlhami Bekir, Necip Fazıl, Suat Derviş, Fikret Adil, Nizamettin Nazif, Behçet Kemal Çağlar ve Nahit Sırrı’nın da bulunduğu edebiyatçıların görüşlerine yer verir. Bu genç edebiyatçılardan biri olan Nâzım Hikmet, 21 Mart 1936 tarihli Kurun gazetesinde “Hececiler sözünün ne olduğunu anlatsın bir kere…” başlıklı anketle katılır yazı dizisine. Noktasına, virgülüne dokunmadan bir bölümünü aktaralım:

Teessüs etmiş şöhretler ve bu arada 1914-1918 harbi sıralarında ve onu takip eden yıllarda yetişmiş ve hece vezninin yerleşmesine hizmet etmiş olanlar, kendilerinden sonra yeni bir nesil yetişmediğini iddia ettiler. (…)

İnanışları ne olursa olsun bu gençlerle görüşerek kendi haklarındaki iddialara ve umumiyetle edebiyat meselelerine dair ne düşündüklerini öğrenmek ve okuyucularımıza bildirmek istedik.

Nâzım Hikmet Söylüyor

Şair Nâzım Hikmet ile şöyle konuşuldu:

– Hececiler kendilerinden sonra, bugüne kadar yeni bir edebî nesil yetişmediğini söylüyor ve eserleri nerede diyorlar, ne dersiniz?

– Hececiler sözünün ne olduğu anlaşılsın bir kere. Ziya Gökalp, Orhan Seyfi, Yusuf Ziya, Faruk Nafiz, Halit Fahri, hatta Rıza Tevfik ve sonraları Emin Recep, Necmettin Halil, Halide Nusret, Vâlâ Nûrettin, hatta Celâl Sahir hece vezninin ‘Halk edebiyatı’ndan köylü, esnaf ve tekke şiirlerinden alıp, ‘Babıâli edebiyatı’na sokulmasına önayak olmuşlar, bu hususta büyük yardımlar etmişlerdir. (…)

Yalnız şunu bir kere daha tekrar edeyim ki ‘Hececiler’ kendilerinden sonra YENİ bir edebî nesil yetişmediğini söylemekte bilhassa vezin bakımından haklıdırlar. Hececilerle kullanmış oldukları vezinden başka bir vezin kullanan nesil olarak YENİ bir edebî NESİL yoktur. (…)

– Dünkü ve bugünkü edebiyat hakkındaki düşünceleriniz?

– Bizim bugünkü küçük burjuvazi edebiyatı tam bir çıkmaza gelip dayanmıştır. Bence… Faruk Nafiz’in ‘Canavar’ı kadar olsun ‘radikal’ bir eser veremeyecek haldedir.

– Eskilerden ve yenilerden beğendikleriniz?

– Çok eskileri geçerek Ziya Paşa’yı, Hâmid’i, Halide Edib’i, Refik Halid’i; yenilerden Suat Derviş’i, Sabahattin Ali’yi, Niyazî Remzi’yi, İsmet Hüsnü’yü ve tamamen başka bir bakımdan İdris Ahmed’i beğenirim. Eski ve yenilerden muhtelif bakımlardan beğendiklerimin isimlerini daha çoğaltabilirim. Fakat bundan ne çıkar?.. Bunlardan her birini niçin beğendiğimi anlatmadıktan sonra?.. Niçin mi anlatamıyorum; çünkü bu bir anket cevabına sığmayacak kadar uzun olur.

– En çok beğendiğiniz yahut en çok muvaffak olduğunuz eseriniz hangisidir?

– Çocuklarımı severim. Fakat hiçbirini beğenmiyorum. Yapmalarını istediğim işi gereği kadar, istediğim gibi, omuzlarına aldıkları vazifeyi bihakkın [hakkıyla] yerine getirerek yapamıyorlar. Ama benden sevdiğim bir yazımı soruyorsanız bence o ‘Duvar” isimlidir. ‘1+1=1’ adlı kitapta çıkmıştır.”

“O duvarınız, vız gelir bize vız!..”

Kurun gazetesi Nâzım’ın “en sevdiği” “Duvar” şiirini aynı gün başka bir sayfada –son kıtası eksik olarak– yayınlar. “Duvar”, Nâzım Hikmet ve Nail V. imzalarını taşıyan 1+1=1 isimli şiir kitabında yer alan şiirlerden biridir. Şiirlerinde “Nail V.” İmzasını kullanan komünist, şair, gazeteci, “Ağa Han Uluslararası Mimarlık Ödülü” sahibi mimar Nail Vahdeti Çakırhan ile birlikte 1930 yılında yayınladıkları 1+1=1, Nâzım Hikmet’in başka bir şairle ortak yayınladığı tek kitaptır.

Kitabın ilk şiiri olan, Nâzım Hikmet’in yazdığı “Duvar” şiiri şöyle başlar:

İzmir’den Akdeniz’e dökülen ve yakında Bombay’dan Hint Denizi’ne dökülecek olan emperyalizmin Şarkı saran duvarı hakkında yazılmıştır.

Ve şöyle biter:

O duvar,
o duyar, o duvar.
O duvarın dibinde
Bizimkiler kurşunlanıyorlar…

Bu şiirin ardından Nazım’ın “en beğendiğim” dediği –elbette 1936’ya kadar– 1925 tarihli “Cevap” başlıklı şiir gelir:

 

Nâzım Hikmet’in aynı yıl Son Posta gazetesinde 19 Birinciteşrin (Ekim) 1936’da yayınlanan, yazar Kemal Tahir’in yaptığı “Edebiyat Röportajı: Şair ve Yazarlarımız Bu Sene Bize Ne Okutacaklar?” başlıklı röportaja geldi sıra. Röportaja Nâzım Hikmet’ten başka Suat Derviş, Sadri Ertem, Reşat Nuri ve Fikret Adil katılmış. Nâzım’ın cevaplarını birlikte okuyalım:

Önümüzdeki neşriyat mevsimi için muharrir ve şairlerimizin ne gibi eserler hazırladıklarını sorduk. Aldığımız cevapları sırasile neşrediyoruz. 

Nâzım Hikmet:

– Neler hazırlıyorsun üstat? dedim.

– Evvelâ Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin adında bir epope.

– Mevzuu?

– Malûm ya Osmanlı tarihinde bir köylü ve esnaf isyanı vardır. Şeyh Bedreddin isyanı. İşte onu yazıyorum. O devrin derebeylik nizamı içinde basit bir sosyalizm hareketi olan bu isyan beni eskidenberi sarıyordu. İlk fırsatta yazmayı çok istiyordum. Bu fırsat geldi.

– Bitirdiniz mi?

– Bitirdim.

– Şeyh Bedreddin’i bir sembol olarak mı alıyorsunuz?

– Şeyh Bedreddin’i neden bir sembol olarak alayım? Şeyh Bedreddin geri devir içinde ileriyi görmüş bir adamdır. Fakat tabiî istikbali derli toplu, ihata [kavrama] etmesine yaşadığı zamanın bilgileri mâniydi. Ben kitabımda, o devrin havasını yaratmaya çalıştım. Osmanlı edebiyatından, Divan edebiyatından, bilhassa halk edebiyatı motiflerinden istifade ettim. Kitabımı daha ziyade tarihlere sadık kalarak yazdım. Gazel ahengini, halk türkülerini ve âşık koşmalarını, Enderun şiirini bütün bunların kendine hâs seslerini serbest nazımda denedim. Kitabım, bu bakımdan beni çok uğraştırdı.

– Daha başka?

Son Posta’da neşredilen ‘Kan Konuşmaz’ romanını kitap halinde bastırmayı düşünüyorum.

– Daha, daha…

– Bir de müstakbel cemiyeti yani şu ‘İyi günler göreceğiz çocuklar’ dediğimiz yarınki cemiyeti, onun bitmez tükenmez sevinç ve saadetini anlatmak istiyorum. Yani muhakkak doğacağına inandığım mesut hayatın hikâyesi.

– Daha başka.

– E, işi uzattın artık, bu arada Marksizm’in klasik eserlerini tercüme etmek istiyorum.

Bir de faşizme dair romanım vardı. Onu gözden geçireceğim. Artık kes, yeter, yapacağız demek o kadar tatlı ki sabaha kadar bu mevzuda konuşabiliriz.

Nâzım Hikmet’in 1930’lu yıllarında yaptığı röportaj ve anketlerden örnekler elbette bu kadar değil, kitaplarda daha çoğu var…

“Haziranda ölmek zor”

3 Haziran 1963… Ajans telekslerinden kötü haber bütün dünyaya duyurulur: “Şair Nâzım Hikmet, sabah saatlerinde Moskova’daki evinde öldü.” Nâzım, geçirdiği kalp kriziyle aramızdan ayrılır. 5 Haziran’da Yazarlar Birliği’nin düzenlediği kalabalık bir törenle Rus yazarların mezarlarının bulunduğu Novedeviçiy Mezarlığı’na gömülür. Ölmeden önce, Nisan 1953’te yazdığı “Cenaze Merasimim” isimli şiiriyle adeta veda eder dünyaya: 

Bakacak arkamdan mutfak penceremiz.
Balkonumuz geçirecek beni çamaşırlarıyla.
Ben bu avluda bahtiyar yaşadım bilemediğiniz kadar.
Avludaşlarım, uzun ömürler dilerim hepinize…

Ölümünün ardından zaman zaman “Vasiyet” isimli şiiri akla gelerek, mezarının ülkeye getirilmesi gündeme gelen Nâzım Hikmet, 27 Nisan 1953’te Moskova’da Barviha Sanatoryumu’nda yatarken kaleme aldığı “Vasiyet” isimli şiirinde şöyle der: 

Yoldaşlar, ölürsem o günden önce yani,
–öyle gibi de görünüyor–
Anadolu’da bir köy mezarlığına gömün beni
ve de uyarına gelirse,
tepemde bir de çınar olursa
taş maş da istemez hani…

Demiştir demesine de, malum, mezarlıklar konusunda şöhretimiz iyi değil. O yüzden bırakalım Nâzım’ı, Moskova’da güven ve huzur iyince yatsın!..

1984’te yitirdiğimiz, toplumcu şiirin önde gelen isimlerinden, bütün alçakgönüllüğü ile çağına tanıklık eden şair Hasan Hüseyin Korkmazgil’in 1977’de yazdığı “Haziran’da Ölmek Zor” isimli uzun şiirinin son bölümü ile Türkçenin en büyük şairlerinden biri olan Nâzım Hikmet’i selamlıyoruz…

yıllar var ki ter içinde
taşıdım ben bu yükü
bıraktım acının alkışlarına
3 haziran ‘63’ü
bir kırmızı gül dalı
şimdi uzakta
bir kırmızı gül dalı
iğilmiş üzerine
yatıyor oralarda
bir eski gömütlükte
yatıyor usta
bir kırmızı gül dalı
iğilmiş üzerine
okşar yanan alnını
bir kırmızı gül dalı
nâzım ustanın 

gece leylâk
ve tomurcuk kokuyor
bir basın işçisiyim
elim yüzüm üstümbaşım gazete
geçsem de gölgesinden tankların tomsonların
şuramda bir çalıkuşu ötüyor
uy anam anam
haziranda ölmek zor!

Yazıyı Nâzım Hikmet’in şu satırları ile bitirelim:

“Bir de müstakbel cemiyeti yani şu ‘İyi günler göreceğiz çocuklar’ dediğimiz yarınki cemiyeti, onun bitmez tükenmez sevinç ve saadetini anlatmak istiyorum. Yani muhakkak doğacağına inandığım mesut hayatın hikâyesi.”