Yarım kalmış bir nehir romanın Yarım Adam’ı

"Yarım Adam; Yeşil Gece, Sodom ve Gomore, Yaban, Fatih-Harbiye, Üç İstanbul gibi kendisinden önce yazılmış romanların arasında hak ettiği yeri almalı, romanın dönemin temel meselelerini birey-toplum çatışması bağlamında nasıl somutladığı, ayrıntılarla nasıl dallandırıp budaklandırdığı üzerine daha çok düşünülmeli, karşılaştırmalı okumalarla 'fark'ı tespit edilmelidir."

 

Hilmi Ziya Ülken (1901-1974) sosyoloji ve felsefe alanındaki çalışmalarıyla bilinen, döneminin epey üretken bir yazarıdır. Çalışma alanlarının çeşitliliğiyle ve bu çeşitlilikten ödün vermemiş bir entelektüel olmasıyla tanınır. 1921 yılında Mekteb-i Mülkiye’yi bitiren Ülken, aynı yıl Darülfünun-ı Osmani’de Edebiyat Fakültesi Beşeri Coğrafya kürsüsüne asistan olur. Asistanlığı boyunca fakültede felsefe tarihi ve sosyoloji öğrenimi görür. 1933’e dek sosyoloji, felsefe, tarih ve coğrafya öğretmenliği yapar. Uzmanlık eğitimi için Almanya‘ya gittiği 1934 yılına kadar Umumi İçtimaiyat (1931) ve Türk Tefekkürü Tarihi (1932-33, 2 cilt) kitapları yayımlanmıştır.

Sonrasında ölümüne dek felsefe tarihi ve sosyolojinin farklı alanlarına ilişkin yaklaşık 20 kitap yayımlamış, birbiriyle tematik ve karakteristik düzeyde bağlantısı bulunan, sekiz ciltlik, “İnsan Meddücezri” başlığıyla bir roman dizisi yayımlamayı planladığı bilinmekle birlikte, bu dizinin yalnızca iki cildi elimize ulaşabilmiştir [Posta Yolu, Yarım Adam (Şirketi Mürettibiye Matbaası, 1941)]. Bu iki romanın 1941 yılından sonra yaklaşık 70 yıl boyunca yeni basımlarının yapılmadığını da belirtmek gerek.

Entelektüel yaşamı boyunca beşeri bilimlerin hemen her dalında düşünen ve üreten bir yazar olan Ülken için “roman” türü, birey-toplum ilişkisini çatışmaları ve etkileşimleriyle doğrudan betimleyebilen, “iç ve dış âlemlerin med ve cezrini bütün kompleksleri ve tezadlarile veren yeni destan”dır.[1] Romanlarının ve edebiyat üzerine yazılarının azlığı nedeniyle, edebiyat eleştirmenleri Ülken’in romanlarına gerekli ilgiyi göstermemiş, yazarın romancılığı etraflıca değerlendirilmemiştir. Eleştirmenlerin ilgisizliğiyle paralel ilerleyen bir okur ilgisizliğine de dikkat çekmek gerekir elbette. Sosyoloji ve felsefe eğitimi görenlerin, bu alanlarda akademik çalışmalar yapanların kayıtsız kalamayacağı bir isim olmakla birlikte, hakkında yazılan yazılarda Ülken’in romanlarına değinen, Posta Yolu ve Yarım Adam romanlarını ismen de olsa anan kişi sayısı epey azdır.

Romanların yayımlanmasından yaklaşık 40 yıl sonra, 1979 yılında, Rauf Mutluay’ın yazarın romanlarını değerlendirdiği “Hilmi Ziya Ülken’in Roman Dünyası ‘İnsan Meddücezri’” yazısı yayımlanır.[2] Mutluay bu yazıda bir kahvehane sohbetinde Faruk Nafiz Çamlıbel’in Ülken’e dair söylediği şu sözleri aktarır:

“Bir süre aynı evde kalmıştık. Hilmi Ziya uzun uyumazdı. Biz yatar, kalkar, onu hep masa başında çalışırken bulurduk. İnanın, sandığını karıştırsanız en az on, onbeş romanı çıkar...”

O romanlara şu zamana dek ulaşan olmadı. Ama yayımlanmış romanları bugüne ulaştı. İş Bankası Kültür Yayınları her iki romanı da 2012 ve 2014 yıllarında yayımladı (Yarım Adam’ın baskısı tükenmiş görünüyor epeydir). Psikolojik derinlik, kurgu ve çok-katmanlılık açısından Yarım Adam’ın daha başarılı bir roman olduğunu düşünürüm ben. Ancak her ikisi de hiçbir zaman Yakup Kadri’nin ya da Peyami Safa’nın romanları kadar dikkat çekmedi, tartışılmadı, kanona dahil olmadı.

Erken Cumhuriyet dönemi romanlarında sıkça karşımıza çıkan temaların Yarım Adam’da da işlendiğini görürüz. Yurtdışında eğitim görmüş ya da Batılı bir eğitim almış, Batıyı tanıdığını düşünen ama ülkesine yabancı aydın tipinin “halkla” karşılaşmasını, tereddütlerini, duygusal ve düşünsel anlamda güçlü bir kadınla karşılaştığında yaşadığı kafa karışıklıklarını, Yarım Adam’da tam da yazarın “kuruntulu insan” tanımına denk düşecek biçimde iç içe izleriz:

“Kuruntu, kendini tanımamak demektir. İçindeki güce inanmamak demektir. Toplumun baskısını diyapazon gibi ruhunda bin defa büyüterek bir bardak suda fırtına çıkarmaktır. Gölgesinden korkmak ve kendi sesine anlam vermektir. Kuruntu, hayatına bir yatak kazamamak, tereddütler, kararsızlıklar içinde kalmaktır. Birlikten gafil olmak, fakat birliğe kurban gitmektir. Kadere inanmamak fakat kaderin elinde ezilmektir.”[3]

Uzun süre Almanya’da iktisat eğitimi gördükten sonra 1919 sonbaharında İstanbul’a dönen Mehmet Demir, mütareke döneminin İstanbulu karşısında hayli şaşkın ve ürkek durumdadır. Romanın başında önemsiz görünen bir sahne, romanın temel meselesini de ortaya koyar aslında. “Yarım adam” Demir, ailenin bazı miras işlerini halletmek üzere vapurla Bursa’ya gitmektedir. Vapurdayken, bir adam birdenbire öfkeli bir şekilde koşarak Demir’in yanından geçer. Bu sırada Demir’e sertçe çarpar ve onun can acısıyla sendelemesine neden olur:

“Bu kabalığı ihtar etmeyi düşündü. Fakat hareketini gecikmiş buldu. Arkasından gelen fısıltı ve gülüşmeleri duyunca öfkesi hiddete inkılap etti. Şimdi bütün bu kalabalık onunla eğleniyormuş gibiydi. Yüzüne birdenbire kan bastı. Bu hareketin altında ezilmemek için şiddetli bir mukabelede bulunmanın tam zamanı değil mi? Bununla birlikte hâlâ bir şey yapamıyordu: Herifin arkasından koşmak, kalabalığa yüklenmek veya sadece kamaraya çekilmek.”[4]

Gündelik hayat içinde kurgulanmış bu sahne, Peyami Safa’nın Fatih Harbiye romanında Şinasi’nin yere düşen kemençe torbasıyla mücadele ettiği sahneyi anımsatır bana. Demir de pek çok açıdan Safa’nın tereddütlü karakterlerine benzer:

“Gözü hep koltuğun kenarında yere düşmüş kemençe torbasına gidiyordu. Evvelâ onu oradan kaldırmayı arzu eder gibi oldu ve oraya doğru bir adım attı. Durdu, vazgeçti, etrafına baktı, odanın dağınıklığı içinde rahat oturamayacağını hissederek tekrar torbayı yerden kaldırmaya karar verdi, iki üç adım gitti, yere doğru eğilirken gene vazgeçti. İçinde büyük bir mücadele cereyan ediyordu; torbayı yerden kaldırmasını emreden birçok fikirler, meçhul diğer birçok fikirlerle şiddetli bir çarpışma halindeydi.”[5]

Şinasi “Doğulu”, Demir “Batılı” bir eğitim almış olsa da, her ikisi de karasızlıktan donup kalma, tereddütler içinde azap çekme, basit bir gündelik olayda bile iradeli davranamama konusunda akraba roman karakterleridir. Üstelik her iki romanda da, erkek kahramanlardan daha cesur ve atak olan, duygu ve düşüncelerinde bocalamalar yaşasalar da bunların üstesinden gelebilmek için eyleme geçebilen kadın karakterler Nur ve Neriman’dır.

Vapurdaki çarpışma olayına tanık olan “bir Garplı kadın kadar tabii, fakat bir Hintli begüm gibi örtülü” Nur, ansızın kalabalığa doğru ilerler ve “haşin bir tavırla hepsine çıkışır”. Homurdananlar dağılmaya başlar ve genç kız “cesur bir delikanlı gibi emin adımlarla” Demir’e yaklaşarak onunla konuşmaya başlar. Kız, verilmesi gereken tepkiyi vermiş, Demir genç kızla konuşup konuşmamayı düşünene kadar kızın kendisi gelip onunla konuşmaya başlamıştır bile. Bu kararlılık, aktiflik ve ne istediğini bilme hali kızın “cesur bir delikanlı”ya benzetilmesine yol açarken, Demir’i de, açıkça söylenmese de “kadınsılaştırır”.

Demir’in, tanımadığını sık sık vurguladığı halkıyla ve aynı anda âşık olacağı kadınla karşılaşması, daha doğrusu her ikisiyle de “ilk çarpışması”, sonraki çarpışmaların da habercisidir ve bana kalırsa dönemin romanları arasında kuruntulu aydın tipini en etkili gösteren sahnelerden biridir bu. Cumhuriyet dönemi romanlarının pek çoğunda görmeye alışık olduğumuz gibi, aşka ve halka giden yolları ayrı ayrı katetmekte zorlanacak olan Demir, daima kuruntular içinde kıvranacaktır. Diğer romanların tereddütlü erkekleri gibi Demir’in de cinsel açlıkları, aşk ilişkilerine yönelik kafa karışıklıkları, ideal toplumda “kadın”ı nereye koyacağını bilememesi, çoğu zaman siyasi hamleleriyle maskelenir. “Milli şuur” bağlamında gösterdiği ani ve duygusal tepkilerini besleyen, milli şuurdan ziyade arka planda işleyen bu bireysel açmazlar, kararsızlıklar ve ham duygularla ne yapacağını bilemez oluşudur.

Demir, aşkını sahiplenme iradesinden yoksun, en ufak bir engelde vazgeçmeye hazır karakteriyle siyasi yaşamında da her türlü başarının uzağında bir adamdır. Fikirden eyleme, eylemden fikre salınışları arasında bir denge tutturamamış ve sevilme ihtiyacıyla çırpınırken, siyasi davasını da bu ihtiyacın yerine koymaya çabalamıştır. Dolayısıyla aslında bir “dava”dan söz etmek de zordur. Kişisel arzuları ve sırtında hissettiği toplumsal görevleri birbirini ketler ve bu ketlemeler her ikisini de sürekli boşa çıkarır.

Demir, Hilmi Ziya Ülken’in eleştirel mesafe aldığı bir karakter gibi görünse de, romandaki özeleştirel ton dikkat çekicidir aslında. Ülken, kendisini uzağında konumlamadığı bir perspektiften Türk aydınını yaylım ateşine tutar. Rauf Mutluay yazısında Demir için “Hilmi Ziya Ülken’in kendi özeleştiri ve gözlemlerini yüklenmiş kişidir” derken, Kurtuluş Kayalı da “Hilmi Ziya bir anlamda Posta Yolu’nun Murat’ı, daha çok da Yarım Adam’ın Mehmet Demir Bey’idir” der. Kayalı’ya göre Ülken, “kendi düşünsel yönelimi konusunda olduğu gibi, şahsiyeti konusunda da sürekli bir hesaplaşma ve arayış içinde yaşamıştır”.[6] Ülken, roman tarihinde Türk aydınına yönelik en keskin eleştirilerden birini sunmuştur okura. Demir dolayımıyla, kendisi de gerçeğin acımasız yükünü sırtlanarak payını alıyordur bu eleştiriden. Demir, halk adamı Niyazi’nin kendisine yönelik öfke dolu sözleri üzerine şöyle düşünür:

“Bir şey yapamıyorum. Gölgemden bile korkuyorum. Miskin, değersiz adamın biriyim. Bu delinin hakkı var! Yüzüme karşı acı acı bağırdığı için ona öfkelendim. Fakat yerden göğe kadar hakkı var! Hakikaten işe yaramaz bir tufeyliden başka neyim?.. Kendimi dev aynasında görüyorum. Kafamın içindekini gerçek sanıyorum. Halka verdiğim öğütlerden hangisini yaptım? Hangi sözümü tuttum? Ortalığı sözle tehdit ettim. En küçüğünün karşısına çıkmadan ürküyorum… Belanın yerini gösterdim. Şimdi ondan günahım gibi ürküyorum!”[7]

Türkiyeli entelektüelin temel problemlerinden biri olarak işaretlenen “halka nüfuz edememe” sorununun, romanda çoğu zaman “tasallut” kuruntusuyla birlikte ele alındığına tanık oluruz. Demir’e, tüm yabanlığı ve iradesizliğiyle halkın içine atılınca bir “halk ezgisi”, girdiği camiden hızla çıktığında “arkasından lanet eden cemaat hayaleti” ve kırda gezinirken kızgın bakışıyla tepesine dikilen “köylü hayaleti” musallat olur. Aşağılık kompleksleri, iradesizlik ve eyleme geçme beceriksizliği içinde, toplumla ilişkisindeki kopuk iletişimi aşk ilişkisinde de sürdürür. Tanımadığı ve göremediği kadınla bir bütün olmak istedikçe eksikliği büyürken, tanımadığı ve göremediği halka karışmak istedikçe ondan daha da uzaklaşır. Demir’in halka karışma arzusunun motivasyonu insanları anlamaya ya da onların dertlerine çare olmaya çalışmak değil, kendini unutmak, hiçbir zaman tam olarak sahip olmadığı benlik bilincini kitlede eritmektir.

Yarım Adam; Yeşil Gece, Sodom ve Gomore, Yaban, Fatih-Harbiye, Üç İstanbul gibi kendisinden önce yazılmış romanların arasında hak ettiği yeri almalı, romanın dönemin temel meselelerini birey-toplum çatışması bağlamında nasıl somutladığı, ayrıntılarla nasıl dallandırıp budaklandırdığı üzerine daha çok düşünülmeli, karşılaştırmalı okumalarla “fark”ı tespit edilmelidir. Ama elbette bunların mümkün olabilmesi için romanın yeni baskısının yapılması, kitabın piyasada bulunması gerekecektir.

 

NOTLAR: 


[1] Hilmi Ziya Ülken, Şeytanla Konuşmalar, İstanbul: Ülkü Matbaası, 1942, s. 141.

[2] Rauf Mutluay, Sosyoloji Konferansları Dergisi, s. 17, s. 56-70.

[3] Hilmi Ziya Ülken, Aşk Ahlâkı, İstanbul: Dünya Aktüel, 2004, s.104.

[4] Hilmi Ziya Ülken, Yarım Adam, İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2012, s. 11.

[5] Peyami Safa, Fatih-Harbiye,  İstanbul: Ötüken Yayınları, 1999, s. 34-35.

[6] Kurtuluş Kayalı, Türk Düşünce Dünyası, Ankara: Ayyıldız Yayınları, 1994, s. 177.

[7] Hilmi Ziya Ülken, Yarım Adam, s. 343.