Kendinize ait bir zamanınız var mı? (I)

Gamze Arslan, B. Nihan Eren, Sine Ergün, Deniz Gezgin, Karin Karakaşlı, Melisa Kesmez, Ece Erdoğuş Levi ve Birgül Oğuz yanıtlıyor...

04 Temmuz 2019 10:30

Virginia Woolf, tam 90 yıl önce Kendine Ait Bir Oda’yı yazdı ve geçmişten bugüne milyonlarca kadına feminist bir miras bıraktı. Woolf, kadınlara bir odalarının olması gerektiğini söylerken, aynı zamanda “kendinize boş zaman yaratın” da diyordu. Bir kadının, üstelik yazan kadının odasının olmasının kıymeti büyük. Fakat bir oda, her zaman içinde kaybolduğumuz, her şeyi unuttuğumuz bir yer olmayabiliyor, her zaman bir kurtarıcı da değil. Bu yüzden, bugün en çok mahrum olduğumuz ve dolayısıyla ihtiyaç duyduğumuz şeyi düşünerek, fiziksel imkânın yanına şu soruları ekliyoruz: “Peki, kendimize, zihnimize, düşsel/içsel dünyamıza ait zamanımız nerede? Ya zihnimizin odaları? Yoksa bunlar da mı işgal altında?”

"Para kazanın, kendinize ait ayrı bir oda ve boş zaman yaratın. Ve yazın, erkekler ne der diye düşünmeden yazın!" diyen Woolf’un izinden giderek, 90 yıl sonra yazar kadınlarla “kendine ait zaman” meselesini konuştuk. K24’ün hazırladığı “Kendine Ait Bir Zaman” dosyasının soruşturma bölümünde dört soru sorduğumuz 16 yazar, hem geçmişi ve bugünü irdeleyerek hem de kendi deneyimlerini aktararak yazmanın ve odanın imkânlarını, kendilerine ait zamanı, ekonomik koşulları, zihnin odalarını ve mesailerini tartıştı.

İlk irdelediğimiz şey “oda” kavramı. Virginia Woolf’un işaret ettiği gibi, kendimize ait bir odamızın olması, yazma ya da herhangi bir üretme süreci için yeterli bir çözüm mü, yoksa bir oda kadar hatta bazılarımız için odadan da ziyade, aslolan kendimize ait bir zaman ihtiyacımız mıdır?

Gamze Arslan: Mekânın sınırlarının çözülmeye ve “kendine ait bir oda” fikrinin silinmeye başladığı bir zamandayız sanki. Kadının kendisine ayırabildiği korunaklı odanın evin diğer kısımlarıyla iç içe geçtiği ve sınırlarının belirsizleştiği bir durum var. Kadının ev içindeki görünmez emeği ve kendisine yüklenen sorumluluklar düşünüldüğünde, kapısını kapayıp her şeyden soyutlanabildiği bir odaya sahip olmasının çok ötesinde bir problem var artık. Kadının mekânla kurmaya çalıştığı bağın, erk eliyle bir açmaza dönüştürüldüğü bu zamanda kendine ait bir odadan söz etmek pek mümkün gelmiyor bana. Üretme/yazma sürecinde ev kadın için korunaklı bir yuva hissiyatı yaratırken, erkin ev üzerindeki tasarruflarıyla birlikte bir hapishaneye dönüşebiliyor. Yani kadın eve girip, kendisine ait odasına her adım atışında, üzerindeki sorumlulukları sürekli düşündüğü için bir türlü o odaya ulaşamaz. Son adımıyla odanın kapısına geldiğini düşünürken, evin o odayı sonsuza kadar bir boşluğa fırlattığını görür belki de. Burada kadının üretirken tutunabileceği tek şey kalır geriye: kendine ait zamanı. Buradaki zaman aritmetik ve ölçülebilir bir zaman değil bana göre. Zihinde akıp giden, daha sezgisel bir zaman. Kadın için mekân bu kadar belirlenmiş ve kısıtlanmışken, zihinsel olarak akıp giden zamana sığınmak, o dehlizlerde yazmayı başlatabilmek. Peki, bu mümkün mü?

 

B. Nihan Eren:

13 Şubat Çarşamba

-Saat 10.00’da veli toplantısı.

-Revizyonlu senaryo teslimi.

-Market alışverişi.

-Buzluktan yemeklik indir.

-Rüya’nın bale ek dersi saat 17.00

-Akşam yemeğinden sonra yaz. (Olmadı.)

 

25 Şubat Pazartesi

-Evde bir gün. Tümüyle yazmaya ayır.

-Karnabahar pişir.

(Kar tatili oldu. Yazı iptal. Karnabahar pişti.)

 

18 Mart Pazartesi

-Ofiste dizi hikâye toplantısı.

-Terziden pantolonu almayı unutma.

-Gülfem ve Murat’ın nikâh yemeği saat 20.00/Arnavutköy Balıkçısı.

(Yorgun döndüm. Yazı iptal.)

 

28 Mart Perşembe

-Market alışverişi.

-Buzluğa köfte hazırla, yarısını pişir.

-Rüya’yı Üç Silahşörler’e götür.

(9.00 ve 12.30 arası yazabildim.)

 

30 Mart Cumartesi

-Nişantaşı Anadolu Lisesi’nde Bale Genel Prova saat 15.00-17.00

(Gün bölündü, yazıyı unut.)

Bu benim, yazabilmek ve yaşayabilmek için tuttuğum kendime ait defterimden kısa bir bölüm. Her günü bir satır da olsa belki yazabilirim umuduyla, görev ve sorumluluklarımla birlikte planladığım ama gün sonunda yine yazamadığımı görüp “yazı”nın üstüne bir türlü şöyle görkemli bir tik atamadığım gün ödevlerim bunlar. Sizinle bunu paylaştım çünkü defterime ve hayatıma bakmak zaten, Virgina Woolf’un Kendine Ait Bir Oda’sını sıklıkla düşündürür bana. Yazma uğraşı hayattan çalma gayretidir. Ama gündelik hayat yaka paça hep öyle kavrıyor ki yazmaya oturmanın kendisi bile büyük bir mücadeleye dönüşebiliyor, en çok da kadınlar için. Kendime ait bir odam yakın zamana kadar olmadı. Mutfak ve balkon masalarında, deniz kenarlarındaki kafelerde yazdım. Sonunda bir odam olduğunda ise, o odaya girebilmek için bir de kendime ait bir zamanımın olması gerektiğini, hayattan en çok bunu çalmam gerektiğini öğreneceğimi bilmiyordum. Ama defterim bunun o kadar kolay olmadığını sıklıkla hatırlatıyor bana.

Sine Ergün: İkisi birden. İkisinden de önemlisi etrafınızdakilerin bir edebiyat işçisi olarak size saygı duyması ve –hem zaman hem mekân olarak– gereksindiğiniz alanı işgal etmemeleri. Ya da etrafınızda kimsenin olmaması.

Deniz Gezgin: Yazmak için kendine ait bir odayı bir imkân olarak görebilmem ancak onun oda olmayışıyla mümkündür, yani açıklığı ve geçirgenliğiyle. İlk ve en büyük hayaldir kendine ait bir oda, kendi başına kalabilmek, düş kurmak, bedenlenmek ve en çok da kaçış planı yapabilmek için. Onu bir başımıza inşa ederiz, oda içinde oda kurarız, çocukken bir mukavva kutuyla, çarşaf ya da masa örtüsüyle, bunların yokluğunda belki yalnızca gözlerimizi yumarak ve bir tespih böceği gibi bedenimizi yuvarlayarak bizzat odaya dönüşürüz. Evden kaçmak için ilk yaptığımız kapıyı içerden açmak değil, kapısı dışardan açılamaz bir oda inşa etmektir, düşsel bir oda. Yazmak için de aynı düşsel odaya ihtiyaç duyarız, yazıya daha doğrusu bir biçimde hayata yer açarız ve bunun için çevreyi hatırlamamız gerekir; patikaları, su yollarını geri çağırmamız ve yıldızlardan yön bulmayı yeniden öğrenmemiz. Kendine ait bir oda ya da zaman kıstırıldığımız yerde açtığımız oyuktur. Oyukların dışında kopan gürültü ve savrulmayı düşününce eşiklerin çağlar boyu neden böylesi kutsandığını daha iyi anlıyor insan. Eşik imkândır, hayata açılır ve her türlü kapatılmışlığın hafızasını içinde taşıyan bir duyu organıdır.

Karin Karakaşlı: Yazmak dediğimiz şey aslında bir yanıyla hayatı durdurmak. Bunu yapmak için de hayatın süregiden şekliyle bir derdimiz olmalı. Yoksa niye sadece yaşamakla yetinmeyelim? Yazı işte tam da bu sebepten doğası gereği muhalif. Ya var olan ancak yalanlara boğulan hakikati yakalamak ya da hayal gücümüzle alternatif dünyalar yaratmak için yazıyoruz. Hayatın bütün ihtimallerini selamlamak, sesi kısılmışlara, susturulmuşlara ses olmak için. Bütün bunları yaparken soyutlanmak adına zaman ve mekândan özgürleşmeye ihtiyaç var. Hayatın daha ağır bir tempoyla aktığı zamanlarda bir odaya çekilmek yeterli oluyordu. Ama akıllı telefonlar eşliğinde neredeyse rızamız dışı bir haber bombardımanına tâbi tutulduğumuz, her an ulaşılabilir olmaya mahkûm edildiğimiz bir dönemde, kendine ait zaman özgürlüğün diğer adı. Zaman artık mekânı da kapsıyor. Ve ben kendime ait zamanı bütün diğer seslerin sustuğu, uğultuların dindiği, kendimi, içimde birikenleri işitebildiğim bir sığınak olarak tanımlıyorum. Elimden alınamayacak olan bir mekân kuruyorum ve oradan anılarım ve düşlerim eşliğinde beni daha da özgür kılacak diyarlara yol alıyorum. Ha bir de yollarda iyi hissediyorum. Çünkü rutin çarkını kıracak şekilde zamanın ve mekânın dışına çıkmış oluyorum.

Melisa Kesmez: Yazmak için hayatın içinde ihtiyaç duyduğumuz şey sanıyorum bir boşluk; bir saklanma yeri ve o saklanma yerindeki dokunulmazlığımız. Bu boşluğu tanımlayan iki şeyden biri fiziksel mekân, diğeri de zaman. Kendi yazma pratiğimi düşündüğümde; dışarıdan bir kapıyla ayrılan, sadece bana tahsis edilmiş, küçük de olsa bir odanın hayali bana iyi geliyor. Öyle bir odam yok, eşimle mevcut ev düzenimizin olanakları çerçevesinde “kendime ait bir yazı masam” da yok; evin müşterek alanlarında ve müşterek mobilyalarında -fırsat buldukça- yazıyorum. Bu, kuşkusuz yazma dinamiklerimi etkiliyor. Yazmak için ben de bazen kenara çekilmeye, kendimle baş başa kalmaya, bir süre dokunulmamaya ihtiyaç duyuyorum. Öte yandan, hayattan büsbütün izole edilmiş, kalabalıklardan uzakta bir “yazı evi” fikri de bana korkutucu geliyor. Hayatın patırtısından onu hiç duyamayacak kadar uzaklaşmak yerine, dünyadan sadece birkaç adım mesafede, mesela koridorun ucunda bir arka odada, ya da herkes içerideyken mutfak masasında ara sıra kendi evrenini yaratmak bana en makul çözüm gibi geliyor.

Ece Erdoğuş Levi: Kendimize ait bir zaman, hatta Türkiye’de yazabilmek için insanın parasının da olması gerekiyor yahut ne tezattır ki tam zamanlı bir işi. Bu anlamda, Türkiye’deki durum kadın meselesini de aşıyor bence. Yazmanın, tabiri caizse “yazı işçiliğinin” maddi karşılığı o kadar cüzi ki, sadece bu şekilde yaşamını sürdüren, sürdürebilen kişilerin sayısı, -büyük şöhretlerin dışında- iki elin parmaklarını geçmez sanıyorum. Fakat ana meselemize dönersek, oda kavramı, kendine ait bir dünya yaratıp orada var olabilmek demek, elbette bunun içinde zaman da var. Çünkü genel olarak baktığımızda, kadınlar eşleri ve çocukları için sarf ettikleri uğraş ve zamanı, bence kendileri için harcayamıyorlar. Çünkü evde, sadece günlük yaşamı düşünürsek bile, maddi boyutu bir kenara bıraksak dahi, yapılan tüm planlamaların bilir kişisi durumdalar, bu ister istemez, pek de farkına varmaksızın üstümüze yüklenen bir görev sanki.

Birgül Oğuz: Oda, zaman ve para. Üçü de bir kadın yazar için eşit derecede yaşamsal öneme sahip; Virginia Woolf Kendine Ait Bir Oda’yı yazarken ne kadar önemliydilerse, şimdi de o kadar önemliler. Yazı, bizden çok şey ister; dikkatimizi, bedenimizi, enerjimizi, aslında bütün yaşam kaynaklarımızı, en çok da zamanımızı. Bunları yazıya verebilmek için evvela onlara sahip olmak gerekiyor. Mahrumiyetler kırılganlığımızın derecelerini verir. Kadınlar hepimizin bildiği tarihsel, toplumsal ve ekonomik nedenlerle erkeklere göre daha kırılgan, yaralanmaya daha açık. Kadınların yazar olmasındaki zorluklar, yoksulların yazar olmasındaki zorluklara benziyor. Emeğimizin gasbedilmeye daha açık olması, bunun kanıksanmış bir olgu olması nedeniyle. Mesele, her ne şekilde olursa olsun, bağımsızlığı uzun erimli bir güvence altına almak. Kadınların bedenleri, emekleri ve zamanları zorla içine girilmeye, güvencesizlikle yıldırılmaya, sömürülmeye, işgal edilmeye tarihsel olarak erkeklerden daha açık. Bu yüzden kadınların bir odayı, zamanı ve yeterli miktarda parayı sadece kendilerinin kılmaları için sürekli uyanık olmaları ve bir sürü cephede mücadele vermeleri gerekiyor. Daha da çalışkan, daha da yaratıcı, daha da güçlü, daha da duyarlı, daha da teyakkuzda olmalılar. Oda mı daha temel bir ihtiyaç, yoksa zaman mı, bana ikisi de aynı şeyi işaret ediyor gibi geliyor: kırılganlığın, sömürülmeye ve zedelenmeye açıklığın ve güvencesizliğin aşılması (aslında azaltılması). Zamanımızla ne yapacağımıza karar verme hakkı, tıpkı bedenimizle ne yapacağımıza karar verme hakkımız gibi yaşamsal.   

Peki ya görünmeyen emek, yani zihinsel mesainin yükleri konusunda ne dersiniz? Kadının üzerindeki zihinsel mesainin/yükün göz ardı edilmesi aslında görünmeyen emeğin ta kendisi. Gerçekten bize ait bir zaman var mı, zihinsel meşguliyetler ve psikolojimiz yazı mesaimizi nasıl etkiliyor?

Gamze Arslan: Kadının tek başına sırtlamasının beklendiği temizlik, çocuk yetiştirme, yemek pişirme, kocasının cinsel arzularına yanıt verme, ev idaresi gibi toplumsal normlarla belirlenmiş sorumluluklar, kadının var olamadığı mekânda, kendisine ait zamanın aslında olup olmadığını sorgulamaya götürüyor bizi. Gerçekten böyle bir zaman var mı? Bütün fiziksel yapıp etmelerinin yanında bir de dışarıdan kadının zihnine hükmeden sesler mevcut. “Çocuğunu nasıl sevmelisin?”, “Kocanı nasıl mutlu etmelisin?”, “Ailenle nasıl bağ kurmalısın?”, “Nasıl hareket etmelisin?”, “Ne giymelisin?”, “Kimlerle iletişim kurmalısın?” gibi sorular ve bunlara verilen o belirlenmiş yanıtlarla kadının zihinsel mesaisi de hiç bitmiyor. Mekân tarafından sıkıştırılan kadın, bir de zihninde yankılanan bu sorularla birlikte zaman tarafından da köşeye kıstırılmış oluyor. Bu durum kendine ait zamanı olsa bile yazı mesaisini gerçekleştirememesine götürebiliyor kadını. Yazıyı mekândan çıkarıp, zihninde döndürmeye her başladığında o kıvrımlara da sirayet eden bir ses mevcut. Ama fiziksel varlığa sahip olan mekânın kısıtlanabilmesine karşın, daha uçucu ve elle tutulamaz olan zamanın hapsedilemeyeceğini düşünüyorum. Yani zihne çarpıp duran o boğucu sorulardan sıyrılabildiğinde, kadın kendine ait zamanın kontrolünü tekrar eline geçirebilir. Bu elbette kolay bir şey değildir, kendinden birçok şeyi koparmayı ve beraberinde kanamayı getirir. Ama tam da bu noktada yazı, o zamanın kıvrımlarına dolarak kadını güçlendirecektir diye düşünüyorum. Kadının “kendine ait zaman”ı yazının gelip dolanacağı zihnin kıvrımları bana göre.

B. Nihan Eren: Olduğumuz kişi nedeniyle bazı seçimler yapıyoruz, bu seçimleri yaşamak da yine bizi olduğumuz kişi yapıyor. Zihinsel mesai ve ev içi emek elbette evli ve çocuklu kadınlar için çok daha büyük bir yük. Ve bu yük kadın yazarlar için, aynı oranda bir karmaşaya neden oluyor. Hayatın ritmini koruyarak, yapılacakları unutmamak adına tuttuğum notları gördünüz. Bunların hepsi zihinsel birer yük tabii ki. Çocuk büyütmek ve bir hayatı çekip çevirmek pratik olmayı, gündelik hayatın bütün pürüzleriyle uğraşabilecek sabrı ve çevikliği istiyor. Ama yazmak, düşünsel bir mesele, gündelik hayatın kendi ritmiyle kıyaslandığında bir tür eylemsizlik hâli bile diyebiliriz. Kendi içine dönerek düşünmek, izlemek ve sessiz olmak demek. Yani ev içi emeğin, görünmeyen mesainin, çocuk büyütmenin kendisiyle aslında çelişen bir durum yazmak. Ama bana zamanımı doğru kullanmayı da en çok, yine anne olmak öğretti. Ve hayatı bütün kimlikleriyle bütünlüklü bir şekilde kabul edip yaşamak da yazdıklarımı etkilemiştir. Yani hayatım nedeniyle yazmak için zaman yaratmakta, yazma hâlini korumakta zorlandığım çok oluyor. Ama yine tecrübe ettiklerim ve bu çok yönlü hayatın getirdikleri, bana düşündürdükleri, yaptırdığı gözlemler ve dönüştüğüm kişi sayesinde bunları yazabildim.

Sine Ergün: Yazmak ve yazmakla ilintili eylemlere ayırdığı zamanı başka şeyle geçirmeyi hiçbir yazarın tercih edeceğini sanmıyorum. Buna ancak şartlar zorlayabilir ya da başkaları tarafından zorlanabilir. Yazarın hayatında bu istemsiz gidişat hissedilir. Zihinsel yükü fark etmek ise zor. İş olarak tanımlanmayan birçok sorumluluğun üst üste binmesi, kişinin bir odası ve hatta zamanı bile olsa, masa başına oturduğunda bir tek metni düşünmesine fırsat vermez. Anlayamadığım nedenlerden ötürü ailenin ana belleği çoklukla kadın olur. Bu rol o denli oturmuş ki, sözü edilen kadının buna gönüllü olup olmadığı sorgulanmadığı gibi onca şeyi anımsayabilecek yetide olup olmadığı da sorgulanmaz, o ufak bilgiler sürekli yüklenir ve gerektiği an talep edilir. Kişi bu bilgi türünü küçümsese de onları akılda tutmak zorunda bırakılır. Edebiyat ise odakta olmak ister.

Deniz Gezgin: Emeğin kimin tarafından görünmediği çok mühim. Yakınlarımızın zihinsel meşguliyetimizi görmezden gelmesi hep incitici olmuştur. Bunu farkına varmaksızın yapıyor da olabilirler, eğer aranızdaki zorla kurulmamış bir bağsa onları değişmeye ikna edebilirsiniz. Sevdiğiniz insanlar için fazladan emek harcarsınız ama sonunda buna değer ve gözlerinin önündeki pus perdesi dağılır. Emeğinizin kâr odakları ve yasa koyucular tarafından görülmeyişiyse çok başka. Onları ikna yoluyla değiştiremezsiniz, beton gibidirler. Bunu onların sözcükleriyle de yapmamalı yani onlarla asla uzlaşmamalısınız. Aksi takdirde, sizi bir dil oyunuyla kendi kafesinizin işçisi kılarlar. Sonra da bütün ömrünüz emek mücadelesiyle geçer durur. Zihnimizi onların tahakkümünden arındırarak onlara rağmen yazmak, bundaki ısrar belki gündelik hayattaki çileyi sonlandırmaz ama paha biçilemez bir olanak sunar görünmezlik zırhıyla her yerde serbestçe dolaşabilir, her şeyin içinden geçebilirsiniz. Böyle yaptığınız müddetçe sizi tanımazlar, iyi ki de tanımazlar çünkü ancak bu sayede esir düşmezsiniz.

Karin Karakaşlı: Kendimden örnek verecek olursam, yazmak benim için yaratım sürecinin en rahat olan kısmı. Zira yazmaya başlamadan önce çok uzun zaman sadece biriktirmekle yetiniyorum. Yazarken takılmaktan, aynı cümleleri yeniden ele almaktan hoşlanmıyorum. Benim yazı biçimimde, her şey su gibi akmalı. Bunu sağlamaksa, öncesinde çok fazla hazırlık emeği gerektiriyor. Aylarca, hatta bazen yıllarca notlar alıyor, takıldığım şeylerin bir bütün oluşturmasını bekliyorum. Kimi zaman bir şarkı, bir film karesi, yanımdan geçen birinin mırıldandığı birkaç kelime, bir anda gözümün önünde görüverdiğim ama kim olduğunu henüz bilmediğim bir kurgu karakter ya da bir düşünce… Beni oyan, bitiren, yazmadan da rahat ettirmeyen bir düşünce. Ben bu hazırlık sürecini en az yazmanın kendisi kadar önemsiyorum. Asıl korkutucu olan hiçbir şey düşünemeyecek, hissedemeyecek hâle gelmek. Bir anlamda uyuşmak. Ülkenin genel siyasî ve toplumsal yapısı, kelimeleri, yazma ediminin kendisini çok boşa düşüren bir hoyratlıkta. O yüzden hep küçük kovukları, özel anlamları emekle, çabayla kurmak ve korumak gerekiyor. Yani aslında, yazabilmek için yazmanın kendisinden daha çok gayret sarf ediyorum. Şükür ki, yazı bana rağmen bile içimde. Şükür ki hâlen yazmadan duramıyorum.

Melisa Kesmez: İstisnalar olmakla birlikte, bir ev düzeni yaratmak ve o düzenin devamlılığını sağlamak söz konusu olduğunda, kadının taşıdığı zihinsel sorumluluk kuşkusuz daha ağır.  Hele de işin içinde çocuklar varsa. Dolayısıyla yazan bir kadının yazan bir erkeğe göre farklı olanaklara sahip olduğunu, yazma mesailerinin farklı şekillendiğini düşünüyorum. Kadının hayatın kalabalığı içinde kendine gereken özel alanı açması için (bu alanı sadece zihninin içinde açması için bile) fazladan çaba sarf etmesi ve erkeğin ekseriyetle radarına girmeyen bir dizi organizasyon içine girmesi, bu süreçte belki vicdanıyla boğuşması ve o boşluğu -neredeyse- hak etmesi gerekiyor. Sanırım çoğumuzun doğal yollarla sahibi olduğu, gerçekten bize ait bir zaman yok; o zamanı yaratmak için kararlılık göstermemiz gerekiyor, ki tek başına bu mücadele bile kadın yazarın psikolojisini, dolayısıyla yazma pratiğini etkiliyor; kimi zaman olumlu, kimi zaman da olumsuz anlamda.

Ece Erdoğuş Levi: Ben çocuğumu, bakıcı yardımı almaksızın iki buçuk yaşına dek kendi bakmış bir anne olarak, işi biraz bu tarafından ele almak istiyorum. Müthiş bir adanmışlık var ortada, kendinden, kendi zamanından, işinden, her şeyden vazgeçiş var. Fiziksel yorgunluğun yanında, çok sabırlı olmayı gerektiren bir durumla karşı karşıya olduğumuzdan korkunç bir zihin yorgunluğu da. Dahası, yeni sorumluluklara alışırken, yapamadıklarınızın da zihinsel yükü. Şahsen psikolojimin en kötü olduğu günlerde, tabii ki “kendime ait bir zaman”ı bulduğumda, yani kızım anaokuluna başladığında bana en iyi gelen şey yazmaktı. Ama öyle tuhaf geldi ki. Masal’ı anaokuluna bırakıp çıktım, elim boş, sakinlik, sessizlik. Bir tuhaf eksiklik. O kadar bütünleşmişim ki ona yönelik olmakla, bir anda kendime yabancılaştım. O zaman her şey çok daha aydınlandı, yorgunluğumu, ne yaşadığımı o an anladım.

Birgül Oğuz: Emek iyidir, her türlü emek. Sadece dünyayı güzelleştirmez, emek vereni de kendine has bir derinlik ve duyarlıkla güzelleştirir. Emek vermek, dünyayla çok daha sık dokulu bir bağ kurmak demek. Kadınlar emekçi oldukları için değil, adaletsiz bir dünyanın emekçisi oldukları için sıkıntıdalar ve haklı bir öfke içindeler. Özellikle aile yaşantısında ne ağır duygusal ve düşünsel yüklerin altına girebildiklerini, bunun bir kuşaklararası aktarım meselesi olduğunu ve bir sorun olarak ele alınmasının bile 20'nci yüzyılın sonunu bulduğunu, hâliyle adalet duygusunun ancak yıllar sürecek bilinç yükseltme çalışması ve eşitlik mücadelesiyle yerleşebileceğini yadsıyacak değilim. Ama dünyayı kendiliğin bir uzantısı değil, bir kurucu dışarısı olarak görmek ve anlatabilmek için onunla sık dokulu bir emek ilişkisi içinde olmak gerekiyor. Dünyayla daha sık dokulu bağı olan edebî metinleri de daha çok kadınların yazdığını düşünüyorum. Yanlış anlaşılmak istemem, hâlihazırdaki eşitsizliği meşrulaştırmaya, olumsuz bir durumu olumluymuş gibi göstermeye çalışmıyorum. Zaten eşitsizliğin, cinsiyetçiliğin, heteronormativitenin zırvalıkları ve şiddetiyle mücadele ederek geçecek hayatımızın, “mazlum” ya da “ezilmiş” gibi sıfatlara indirgenmesi tehlikesine işaret etmeye çalışıyorum. Neşemi, kadın olmaktan duyduğum gurur ve sevinci, kurbanlar ve zalimlerle ilgili tahakküm anlatılarından korumaya çalışıyorum. Şimdilik, mevcut şartlar altında, düşünme, kaygılanma, plan yapma, öngörme, tasalanma, tahayyül etme emeğini bize dayatılmış bir mesai olarak görmektense kendimizin kılmanın, kendimize katmanın, emeğin ne mene bir güç olduğunu kendimize ve başkalarına düzenli aralıklarla hatırlatmanın yollarını aramak bana daha yaratıcı ve üretken bir tavır gibi görünüyor. Görünmeyen emek ifadesini de biraz sorunlu buluyorum. Emeği veren, verdiği emeği elbette görür. Emek verilen ise emeği görmekle kalmaz, onunla ışır. Emeği görmeyenle, görmek istemeyenle, görmezden gelenle, neyse işte, o kadar da oyalanmaya gerek yok. Kahırla oyalanmaya benzer bu.

Para kazanma kaygısı, ekonomik bağımsızlık, eşit işe eşit ücret mücadelesi, geçim meselesi, aile sorumlulukları bir kadın olarak yazınınızı/yazma mesainizi nasıl etkiliyor?

Gamze Arslan: Geçinmek için yaptığım senaristliğin de yazma pratiği üzerinden şekillenmesi, edebiyat alanındaki yazma mesaimi etkiliyor maalesef. Sektörün birçok şeye sansür uygulaması senaryo yazarken bütün özgürlüğümü gasbedebiliyor. İşin korkutucu yanı, zaman zaman öykü yazarken de bu sansürü kendime uygulamaya doğru gittiğimi fark ediyorum. Tetikte olup, senaryo yazarken benden beklenen kalıpları öyküye yerleştirmekten kaçınmam gerekiyor. Tabii bir de televizyon sektöründeki korkunç emek sömürüsüyle mücadele etme durumu var. Tamamen erkek hikâyeleri üzerine kurulan diziler, yine erkin bakışıyla bir kadın senariste dikte ettiriliyor genellikle. Üstelik bir de sizden dizinin ilk bölümünü ve genel hikâyesini bedavaya yazmanızı isteyip herhangi bir sözleşme olmadan işe başlamanızı beklediklerinde, tam da ekonomik bağımsızlığınıza bir darbe indiriyorlar. Korkunç bir ikilem, ekonomik bağımsızlığınızı toplumun erkek egemen yapısına karşı kazanmaya çalışırken, yine gelip başka türlü bir erkek sömürüsüne maruz kalıyorsunuz. Bu bağımsızlığı kazanmak için erkek dünyasının anlatıldığı dizileri yazmak zorunda bırakılıyorsunuz. Bir de tüm bu dizi mesaisinden sonra kendinize ait yazma zamanını, zihninizi o sansürden, televizyonun istediği faşist arka planlı hikâyelerden kurtarmaya çalışarak geçiriyorsunuz. Benim için öykü yazmaya oturmak demek erkin bakışıyla, diliyle fazladan bir mücadeleye girişmek anlamına geliyor. Artık kendine ait bir odanın yazı mesaisini gerçekleştirmeye yetmediği bir çağda, kendime ait zamanı yaratabilmem için zihnimden erkek egemen “sektör”ün söylemlerini, sansürlerini silip atabilmem gerekiyor.

B. Nihan Eren: Woolf’un, bir kadının yazabilmek için iki şeye ihtiyaç duyduğunu söylediğini biliyoruz. Bu, yalnızca gündelik hayata ve ev sorumluluklarına dair bütün teferruatları dışarıda bırakarak kapanıp yazabileceğimiz bir oda değildir. Bir diğeri de paradır. Kendine ait bir para elbette özgürce kararlar alabilmeyi mümkün kılar. Hayatı idame ettirebilmek uğruna feragat edilmiş türlü amaçları size geri verir. Zorunlu olarak sürdürülebilecek ilişki biçimlerini ortadan kaldırır. Peki ama bu paranın kaynağı neresi olacak? Eğer pek çoğumuzda olduğu gibi çalışmaksa, o zaman da en başında söylediğimiz zamanı kaybediyoruz. Beş yıldır aralıksız sürdürdüğüm dizi senaristliği tüm zamanımı alan bir iş, bu süreçte yazmakla arama acımasızca girdi. Bir de şu durum var tabii yazan bir kadın olarak bir süre mesleğinize ara vererek, kendiniz ve yazmak için bir zaman yarattınız. O zaman da havai bir heves, belki bir yere varamayacak boşa bir uğraş için çabalandığı, aileye yük olunduğu imalarıyla baş başa kalabilirsiniz. Kör Pencerede Uyuyan’ı yazdığım sene, üniversitedeki asistanlıktan yeni istifa etmiştim ve kocamın işi sebebiyle Şile’de yaşıyorduk. Kışın pek kimselerin olmadığı bu yerde o zaman üç yaşındaki kızımla günün uzun saatleri yalnızdık ve yabancıydık. Küçük yerlerde bir anda görünmeye başladığınızda hemen sizin kim olduğunuzu bilmek isterler. Bana ne iş yaptığımı soranlara, o sıralar çalışmadığım için de olsa gerek kitap yazdığımı söylüyordum. Ama kimse aldığı cevaptan tatmin olmuyordu. “Tamam da ne iş yapıyorsun?” Toplum için bir kadının kitap yazması, kadınlara atfedilen evcimenlik, edilgenlik, zayıflık gibi özellikler yüzünden ancak bir boş zaman uğraşı olabilir. Akşam eş eve dönene kadar yabancı olduğunuz bir yerde yalnızlığınızı ve can sıkıntınızı giderecek bir oyalanma, bir hobi... Yazmak gibi ağır, meşakkatli ve uzun üretim saatleriyle geçen, hem bedenen hem ruhen yoran bir çabanın, bir var oluş hâlinin eğer bir mesleğiniz yoksa ve bir de kadınsanız toplumda bir karşılığı olmadığını bu kadar açıkça görmek benim için acı bir deneyimdi.

Sine Ergün: Bilmiyorum. Her gün yeniden başlayan bir mücadele, orası kesin. Bir oda, zaman ve zihni bir araya getirmek. Bu mücadele yazınımı/yazma mesaimi daha değerli kılıyor, gibi romantik düşüncelere sahip değilim. Yazıyla ilişkimi ölçütlerle belirlemedim. Günlük hayatıma yön verirken, işimi, etrafımdaki insanları seçerken hep, edebiyata en çok zamanı ayırabileceğim biçimde düzenlemeye çalıştım. Nispeten işe yaradığı ve yanlış öngörülerle kendimi zora soktuğum zamanlar oldu. Kişi bazen kendi zamanını kendisi de çalabiliyor. Hoş görünmek, kalp kırmamak, göze girmek adına. Şükür, o günleri geçtim.

Deniz Gezgin: Bütün bu külfetle yazıya yöneldiğinizde bazen hâliniz kalmayabiliyor. Yazıyı hıza ve telaşa kaptırmamak için de her defasında durup soluklanma gereksinimi duyuyorsunuz ama yazının başına oturunca artık durdurulmak istemiyorsunuz. Yazı yazmak için açtığınız alan sürekli dolan bir çukur gibi, her defasında yeniden kazmanız gerekiyor. En başta konuştuğumuz o kendine ait oda bu yüzden daima yer ve form değiştirebilir olmalı ve sizinle evin dışına yuvarlanmalı. Çünkü kadınların bu yükü üzerlerinde bulma tarihi, binlerce yıl öncesinde yerleşik hayata geçişle, evcilleştirmeyle bir. Bunu asla unutmamak bizi özcülükten ve her türlü iktidar gafletinden koruyacaktır. Aslında yalnız yazan kadınlar değil, patriyarka tarafından adlandırılan ve durmadan borçlandırılan her kimse kucağındaki yükü sahiplenmekten uzak durmalı ve onu yaratıcısına iade etmeli. Bu, hiç durmadan mücadele etmeyi gerektiriyor, bunun kavgasını yanı başımızdakilerle, yakınlarımızla vermekle başlıyoruz işe. Bizim olanı geri almak birlikte direnmeden çok zor. Bizim olan derken bir sahiplikten, vaat edilenden veya kâr gütmeden söz etmiyorum, bilakis hayatımızı yani özgürlüğü geri almayı kastediyorum.

Karin Karakaşlı: Bütün bu dediklerinize rağmen yazıyorum. Hayat beni yazmak için desteklemiyor. Ve eğer emeğimin karşılığını alma kısmına takılırsam hiç ama hiç yazamayacak hâle geliyorum. Daha saf olduğum yıllarda, sekiz altı mesai döngüsünden kaçınabildiğim müddetçe, özgürlüğümü koruyabileceğime inanırdım. Yazı ve kitap yazarak geçinmenin, istisnalar haricinde pek mümkün olmadığını görünce çevirmenlik, gazetecilik, öğretmenlik, editörlük gibi yazıdan ve yörüngemden çok uzaklaşmayan mesleklere yöneldim. Çok da emek verdim. Ancak her ne kadar farklı deneyimlerle zenginleşsem de içimde bir burukluk var. Kendimi edebiyata bütünüyle adayamadım. Yazının kendisi dışında sektör gereklerini yerine getirmediğim, çevre kurma faaliyetlerine girişmediğim için kendimi “pazarlayamadım.” Bütün bunlar yazmayı aslında yaşamaktan ayrı tutmayan, hatta onu hayatının en büyük tutkusu, nimeti ve laneti sayan bir insana acı geliyor. İçimde çelikten buz gibi bir öfke var. Yirmi beş yıldır üreten bir yazar olarak hâlâ sanki hayattan zaman çalarak ve o çelik öfkeyle yazıyorum. Tek iddiam yazdığım her şeyin sahici olması.

Melisa Kesmez: Yaşam kavgası hiç kuşkusuz hem vakit hem de enerji açısından fazlasıyla talepkâr; para kazanma kaygısı insanı bir dakikacık rahat bırakmayan büyük bir mesele. İnsanı mecalsiz bırakan bu çılgın mücadelenin ortasında yazarlık gibi sanatsal bir faaliyet içine girmek, o alanı para kazanma hırsından korumak ama bir yandan da hakkını savunmak hiç kolay değil. Ben yazarlık dışında düzenli bir işi olan, yaşamak için çalışması gereken biriyim. Bir yanda aile sorumlulukları, bir yanda çalışma zorunluluğu, bir yanda yazarlık. Dengede durması pek kolay değil. Ama bu bölünmüşlük bana iyi geliyor. Yazarlığın benim için kenarda duran, hayatımın merkezine taşımadığım, arada kaçıp nefes aldığım bir yer olarak kalması hoşuma gidiyor. Sadece yazarak geçindiğim, benden biteviye yazmam beklenen bir dünyada yazamazdım, yazıyla olan mesafeli ama samimi ilişkimi ancak başka işler kovalayarak koruyabilirim gibi geliyor. Sanırım bu sayede birbirimizi özlüyoruz yazıyla, yüz göz olmuyor, tatlı muhabbetimizi yitirmiyoruz.

Ece Erdoğuş Levi: Eşim evimizin ekonomisini üstlenmiş durumda. Ama bu beni engellemedi, hep ekonomik özgürlüğüne sahip olma çabasında bir kadın oldum. Mesela hem roman yazan hem köşe yazarlığı yapan hem de editörlük yapan biriyim, tek başıma olsaydım rahatça geçinebilecek bir para hâlâ kazanamıyorum. Öte yandan yazmak dışında yapılan her iş, bizim ana işimizden ve zamanımızdan çalıyor kuşkusuz.

Birgül Oğuz: Kadınların dünyaya yerleşmesi erkeklerden hep daha zorlantılı oluyor, her anlamda, her kulvarda. İleri kapitalizm ve heteronormativite bütün insanları her bakımdan prekaryalaştırıyor; tabii bu durumda kadınlarınki çifte prekaryalaşma oluyor. Aile işleri iyice zor, kadınların patriyarka karşısında en kırılganlaştıkları, en güçsüz düştükleri zaman çocuk doğurdukları zaman. Kadınlar bu sefer kendilerinden de kırılgan/yaralanmaya açık bir varlığı erkeklere, aileye, devlete ve hatta bazen kendilerine karşı korumak zorunda kalıyorlar. Tüm bunların yazıyı ve özellikle yazma mesaisini etkilememesi mümkün değil. Ama etkinin illâ kötü yönde olacağını sanmıyorum. İyi yazının ön koşulu sınırsız güç değildir. Sınırlarla kurulmuş canlı ve yaratıcı ilişkidir.

Yazmak için ihtiyacımız olan "kendine ait zaman" nasıl yaratılır? Kadın yazar olarak kendi zamanına sahip çıkmanın yolları nedir?

Gamze Arslan: “Kendine ait bir oda”yı yıkarak başlamak gerekir gibi geliyor bana. Kadının ev içi özgürleşmesinin mümkün olmadığı bir devirde, mekânların hepsini yıkıp, zihinde akıp giden zamana tutunmaya çalışarak yazmak gerektiğini düşünüyorum. Peki, bu nasıl olacak? Bu sorunun cevabı, gelenek tarafından yankılanan ve kadının yapıp etmelerini sınırlandıran sesleri susturmaktan geçiyor galiba. Bu kolay değil, hiç kolay değil hem de. Ama fiziksel olarak müdahale etmekte zorlanacakları bir yer burası, zihin odaları. Kadın özgürleşmesinin mümkün olması için üretimin hiç durmaması ve emeğin görünür kılınması gerekiyor. Bu da daha fazla yazmaktan ve üretmekten geçiyor. “Yuva”, “ev”, “oda” korunaklı yerler değil artık. Bunlar kadının üretiminin durması ve hayata katılmaması için hiçleştirilmiş kavramlar bana göre. Elimizde kendimize ait zamanımız kaldı bir tek, zihnimizin odaları. Buraya kaçmak ve üretimi/yazıyı burada başlatmak gerekiyor. Mekânları yıkmaya ve buradaki sesleri susturmaya başlayarak kendimize ait zamanımızı yaratabiliriz. Artık kendimize ait odalarımız değil, zihnimizin odaları, yani kendimize ait zamanımız var. Sonrası zihinde yazılanları kâğıda dökmek, üretilenleri malzeme üzerinde şekillendirmek. Sesleri susturalım, kendimize ait zamanı, zihnimizin odalarını temizleyelim. Ve yazalım, mekânın bizi sınırlandırmasına izin vermeden yazalım!

B. Nihan Eren: Ancak “hayır” diyerek yaratılabilir. Önceliklerin sırasını değiştirerek. Ancak bunun o kadar kolay olmadığını kendi hayatıma bakarak zaten görüyorum. “Kendine ait zaman”ın en önemli anahtarı da tabii ki yalnız olmak ya da yalnız kalmayı öğrenmek. Yazmak zaten tek başına çıkılan, tek başına sürdürülen bir yolculuk. Sadece meşguliyetler ve mesuliyetler değil, sosyal olmak, dışa dönük olmak bile yazmayı kötü yönde etkiliyor. Yazmak ve yaşamak her zaman gelgitli bir ilişkidir. Birbirilerinden her daim çalmak, kazanan olmak isterler. Kör Pencerede Uyuyan’ı yazarken telefonumu bir yere kaldırırdım. Hepimizin sevdiği dostları var. Yazmak için ayrılmış zamanda gelen kahve davetleri var. Sosyal medya da yazarken mesafeli durulması gereken bir alan benim için. Yeni dosyamı yazıyorum şu sıralar, peki yapabiliyor muyum? Yapmaya çabalıyorum. Hayatımız çeşitli sorumluluklarla elbette dolu ama hayatın kendisi de sürekli kendine çeken büyülü bir alan. Hayatı güzel, mutlu, iyi geçirmek isteriz hepimiz. Bir masada tek başına uzun saatler boyu oturarak bir dünya yaratmaya çabalamak, bu arzunun kendisiyle çelişiyor. Yani ben kendime “hayır” demekte çok zorlanmışımdır. Ama tüm zorluğuna rağmen yazmanın verdiği coşku da işte yine bana “kendime ait zaman”ı isteten şey. Yazmak için pek çok şeye “Hayır” diyerek “kendime ait zaman”ı yaratmaya çalıştım hep. Kendime, aileme, dostlarıma, atalete, tembelliğe, yaşama arzusuna, hayata... Ama başlı başına kadın olmak, “hayır”ları zorlaştırır hep. Her alanda, her yerde.

Sine Ergün: Yazar olmanın getirdiği ek işler edinme zorunluluğu ile toplumun hizmet sektörüne dönüştürdüğü kadınlık bir araya gelince, gerekli tedbirler alınmazsa göz ardı edilen emek sömürüsü mağduru olmak kaçınılmaz. Bana göre, bir kadın yazar bu coğrafyada, toplumsal rollerinin yaptırımlarına direnmeden verimli bir yazar olarak hayatını sürdüremez. Kendini sorumluluklardan uzak tutmak adına bazı rolleri üstlenmeyip insanlarla etkileşimini en düşük seviyede tutarak direnebileceği gibi bu rolleri üstlenip kendisi ve çevresi için yeniden tanımlama yolunu da seçebilir. Her iki yol da kişisel alan savunması gerektirir, her gün seçimlerinizi ve kim olduğunuzu etrafınıza anımsatmaktan geçer. Yorucudur. Anımsatmanın yöntemi ve biçemi duruma ve kişiye göre değişir. Eğer kişiden zamanı sistematik olarak onun isteği dışında çalınıyorsa, gasbediliyorsa daha keskin yöntemler tercih etmek gerekir. Bir hırsıza nasıl davranırsınız?

Deniz Gezgin: Bir zaman var ki aslında kimseye ait değil. Bunu düşünmekten kendimi alamıyorum. Mevsimlerle, ışıkla, yeşeren ve dönüşenle her şeye yeten zaman insana günden güne daha dar geliyor, bu sıkışıklıkta bir de kendimize ait olanı koparma derdine düşüyoruz. Çünkü bu sayılı zamanda yazmanın da bir zamanı var. Bu yüzden her şeyden önce zamanı zamandan kurtarmak lazım. Kendimizi de bu alıştırılmışlıktan. Bu da ancak yabanlaşarak mümkün, sınırları çitleri kaldırarak, hizayı karman çorman hâle gelinceye kadar geçerek. Kadınlar bunu en eski zamanlardan bu yana birbirine yer yuva açarak, gülüşüp hafifleyerek, kıyıdakine el vererek, bazen fısıltıyla bazen çığlıkla, yazıyla ya da sesle dilden dile çevirerek yapıyor, yapacak.

Karin Karakaşlı: Kendine ait zaman elbette bu zamanı hangi eylem ve boylamda talep ettiğinizle de doğrudan ilgili. Bizimki gibi hayatın bir anda değişebildiği, gündemlerin insanı hazırlıksız yakaladığı coğrafyalarda “kendine ait zaman” talebi çoğunlukla insana âdeta utanması gereken bir lüks gibi hissettiriliyor. Hani neredeyse eğlendiğiniz, kendinizi unuttuğunuz anlar için utanç hissediyorsunuz. Çünkü daha elinizi yüzünüzü yıkamadan kimlerin göz altına alındığına, hangi davanın nasıl sonuçlandığına bakma ihtiyacındasınız. Yani bizimkisi çabalı hayat. O yüzden kendine ait zaman kişisel kararla pek yaratılacak gibi değil. Onun yerine akışa teslim olarak, koşullar ve maddiyatla belirlenmeyen içindeki o ateşi korumak gerekiyor. Aradan geçen yıllar içinde hayır demeyi, beni zehirleyen ortam ve insanlardan uzak durmayı öğrendim. İçime ve evime çekildim. Her an yazmanın değil, asıl yazmadan, yapmadan hayatımı tamamlamak istemeyeceğim şeylerin peşindeyim. Bir film, oyun ya da diziden, bir kitaptan, resimden, fotoğraftan, müzikten etkilendiğimde, bir insanın varlığından heyecanlandığımda en az kendim üretmiş kadar mutlu oluyorum. Bunlar bana yaşadığımı hissettiriyor. Gerisinin de artık fazlaca önemi yok.

Melisa Kesmez: Bunun için sanıyorum gereken iki şey var; biri kararlılık, diğeri de sorumlukların paylaşılması konusunda dayanışma. İkincisi zor olsa da başaranlar var ama bence ilkinin önünde bir engel yok; yazma arzusu tamamen kişisel, kişinin kendisinden başkasını ilgilendirmiyor. Üç çocuk büyütmüş ve yirmiye yakın kitap yazmış Ursula K. Le Guin’in “Balıkçı Kadının Kızı” denemesini bilirsiniz; orada şöyle der: “Bir yazarda olması gereken tek şey taşak değil. Ne de çocuktan arınmış bir mekân. Hatta ne de, doğrudan verilere dayanarak söylersem, kendine ait bir oda, gerçi karşı cinsin ya da en azından onun evdeki temsilcisinin iyi niyeti ve iş birliği gibi bu da müthiş bir kolaylık sağlar. Ama bunlar olmasa da olur. Yazarda olması gereken tek şey bir kalem, bir miktar da kâğıttır. Bu yeterli. Yeter ki, o kalemin ve kâğıt üzerine yazdıklarının tek sorumlusunun yalnızca ve yalnızca kendisi olduğunu bilsin. Bir başka deyişle, özgür olduğunu bilsin. Tam özgür olmadığını. Hiçbir zaman tam özgür olmadığını. Belki çok kısmen. Belki yalnızca bu tek edimde, bu kurtarılmış an, yazan bir kadın olarak zihnin gölünde avlanırken. Ama burada sorumlu, burada özerk, burada özgür.”

Ece Erdoğuş Levi: Yine yükün bize bineceği bir dizi organizasyondan geçiyor bence. Çocuğun saatlerinin düzenlenmesi, evin, alışverişin, eşin… Fakat bu da belli bir ekonomiyi gerektiriyor. Yine de tümüyle "kendimize ait bir zaman" mümkün değil maalesef bence. Ancak yine çok çalışmayı gerektirir biçimde iş yükü bitirilince kendi yazılarımıza dönebilme imkânı kısıtlı biçimde olabiliyor. Sabahın erken saatlerinden çalınan saatlerde ya da geceleri.

Birgül Oğuz: Israrın gücünü unutmuyorum. İmtiyaz ve imtiyazsızlık üzerine çok düşünüyorum, bu beni uyanık tutuyor. Sınırlarımı kabul ediyor, tarihi kendimle başlatamayacağımı biliyor ve bazı şeylerden özgür irademle feragat ediyorum. Azla idare etmenin tadını çıkarıyorum. Dışlanmak, kınanmak ve hata yapmaktan korkmuyorum. Ailelerden olabildiğince uzak duruyorum. Arkadaşlarıma olabildiğince yakın duruyorum. Hayatımdaki dayanışma ağlarını canlı tutmak için emek veriyorum. Başkalarının üretkenliğinden ve özgürlüğünden esin alan, adalete duyduğu ihtiyacı bütün boyutlarıyla tanıyan, duyarlı ve çalışkan insanlarla birlikte yaşıyorum. Bunlar, bir kadın olarak ömrüme sahip çıkmamı kolaylaştırıyor.

 

Devamı >>>