Kerem Eksen: Yıllar sonra “tarih” adı verilecek olan, yaşandığı hâliyle mutlak kabul edilip yorumlanacak olan, artık dönüşü olmayan bir anlatının parçalarıyız, sanki o anlatıya şimdiden hapsolmuş gibiyiz...
15 Haziran 2017 14:20
Kerem Eksen’in öğretim üyesi Fikret’in hikâyesini anlattığı ikinci romanı Uyku Krallığı, Everest Yayınları tarafından geçtiğimiz günlerde yayımlandı. Fikret, kronik sinüzitten yatağa düşünce, tarih doktorası yaptığı Wisconsin günlerini ve İstanbul’daki gençlik yıllarını hatırlamaya başlıyor. Geçmişe gidiş gelişlerde kendi gerçeğiyle yüzleşiyor. Zaman zaman da “bir Fikret tarihçisi” Fikolog ile şenlikli bir konuşkana dönüşüyor.
Kerem Eksen, Seyyar Sahne’nin kurucuları arasında yer aldı, tiyatroyla uğraştı. Çeviriler yaptı. İTÜ’de felsefe dersleri veriyor. Eksen’le Uyku Krallığı üzerine konuştuk.
İlk romanınız Buradayız’dan (2013) dört yıl sonra, ikinci romanınız Uyku Krallığı yayımlandı. Yazmayı sürdüren, ikinci romanını yayımlamış bir yazarın bir iddiası olduğunu kabul edersek, Uyku Krallığı sizin için ne ifade ediyor? Sizin dünyanızda neye karşılık geliyor?
Aslında Uyku Krallığı’ndaki tarih, tarihçilik, tarihçinin bugünde var olması gibi temalar, Buradayız’ı yazmadan önce de beni meşgul ediyordu. O zamanlar, baş karakteri bir tarihçi olan roman-deneme karışımı serbest bir metin yazma fikrim vardı, hatta buna yönelik birkaç girişimim de oldu. Buradayız üzerine çalıştığım dönemlerde yavaş yavaş bir roman kurgusuna dönüştü bu fikir, giderek tarih meselesinin etrafında başka anlatı hatları oluştu. Pek başarılı bir tarih okuru sayılmam açıkçası, ancak tarih denen şeyin kendisi beni müthiş heyecanlandırıyor. Tarih üzerine düşünmek bize ikili bir varoluşumuz olduğunu hatırlatıyor: Bir yandan bir “bugün”ün içinde çırpınıyoruz, onu kendimizce inşa etmeye, dönüştürmeye, bazen de anlamaya çalışıyoruz. Bir yandan da bundan yıllar sonra “tarih” adı verilecek olan, yaşandığı haliyle mutlak kabul edilip yorumlanacak olan, artık dönüşü olmayan bir anlatının parçalarıyız, sanki o anlatıya şimdiden hapsolmuş gibiyiz. İşte bu ikili varoluş bana çok etkileyici geliyor. Romanda da buna dair sezgilerin peşine düşmeye çalıştım.
Öte yandan, dediğim gibi, romanda tarih dışında anlatı katmanları da var. Biraz daha genel bir başlık bulmaya çalışırsam, beni asıl ilgilendiren şeyin insanların anlam ve mutluluk arayışları olduğunu söyleyebilirim. Verili koşullar ne olursa olsun, insanlar birtakım dünyayı anlamlandırma yolları ve mutlu olma stratejileri icat etmekten vazgeçmiyorlar, bazen bu uğurda delice şeyler yapıyorlar, her şeyi yıkıp baştan yapıyorlar vb… İşte bu çabanın kendisi sonsuz bir malzeme. Aşk, arkadaşlık, siyaset, din, hepsi bu arayışın ürünleri…
Buradayız’da Selim’in, Uyku Krallığı’nda Fikret’in “yazan” özneler olduğunu görüyoruz. Foucault’nun “yazmak, bir toplumsal grubun içinde dolaşmayı hedeflemiş olan bir sözün destekçisinden başka bir şey değildi.” sözünü hatırlayacak olursak, sizin “yazan” karakterlerle amaçladığınız nedir?
Yazmak, yukarıda sözünü ettiğim dünyayı anlamlandırma stratejilerinden biri neticede. En önemlisi ya da en yücesi değil tabii, böyle bir hiyerarşi kurmanın da pek anlamı yok zaten. Her iki romanda da yazan ya da yazmak isteyen karakterleri merkeze almam, bir yanıyla, yazma isteğinin ve eyleminin neye benzediğini az çok bilmemle ilgili. Kişisel olarak da ilginç buluyorum insanlardaki bu yazma çabasını. Sonuçta neyi amaçladığımızı, ne yapmaya çalıştığımızı, ne zaman “işte, oldu” diyeceğimizi kesin olarak bilemeden uğraşıp duruyoruz. Uçsuz bucaksız bir alan var önümüzde, orada kendimizce birtakım hatlar, sınırlar, yollar çizmeye çalışıyoruz, üstelik bunu çoğunlukla büyük bir ısrar ve kararlılıkla yapıyoruz. Bütün bunlar hem ilginç, hem de tanıdık benim için. Dolayısıyla yazan karakter, yukarıda anlattığım o arayışa dair verimli ve tanıdık bir malzeme sunuyor bana.
Akıncılar’daki ev Fikret’in geçmişinden ve şimdisinden çıkış aradığı bir mekan gibi sunuluyor. Bu noktada, bellek muktedir bir konumda yer alıyor diyebiliriz. Bellek, deneyim alanına dönüşüyor. Fikret’in yeni bir geçmiş ve şimdi inşa etmesi, yeni başlangıçlar için mi?
Yeni bir geçmişten ziyade, geçmişin yeniden inşası diyebiliriz herhalde buna. Bu da zaten her türlü hatırlama faaliyetinin olmazsa olmaz bir parçası. Fikret’in bu yeniden inşa faaliyetinde bir amacı olduğunu söylemek zor. Daha ziyade, beklenmedik bir zamanda, koşulların (hastalık, dışarıdaki dünyanın yangınları vb.) etkisiyle yavaş yavaş geçmişe çekiliyor. Böyle şeyler yaşarız ya bazen, örneğin uzun bir yolculuk esnasında, yıllardır zihnimizin bir köşesinde kalmış bir geçmiş parçası aniden çıkagelir, biz de onun peşine düşeriz, oradan başka anlara sıçrarız. Yeni başlangıçlara vesile olur mu bu? Belki “başlangıç” iddialı bir kelime, ama ufak da olsa bir dönüşüme yol açabilir, belki belli belirsiz bir aydınlanmaya, bir şeylerin yeni anlamlarla kuşatılmasına… Fikret’te de böyle bir dönüşümden söz edebiliriz sanırım. Ancak daha fazlasını söylemek istemem, gerisi okura kalsın.
Fikret’in kendi hakikatini arayışını parçalı bir anlatıyla oluşturuyorsunuz. Sizin kurduğunuz/parçaladığınız bu dille ne tür bir geriliminiz olduğunu merak ediyorum.
Bir anlatıyı kurmak ve parçalamak başlı başına gerilimle örülü süreçler. İnsanın anlatıyı nereden kuracağına, hangi unsurları seferber edip hangilerini dışarıda bırakacağına, kurulmuş gibi görünen şeyi neresinden parçalayacağına, ortaya kaç parça çıkacağına vb. karar vermesi gerilimli işler. Bu gerilim bazen yoruyor tabii, ancak gerilimde hayır vardır diyerek avutuyorum kendimi. Gerçekten de bir hayır var ama, bütün bu gerilimlerin arasında bir an geliyor ve sanki gerilim çözülüyor, “işte, bu tam da olması gerektiği gibi oldu” diyor insan. Yazmanın zevki de böyle anlarda ortaya çıkıyor sanırım. Ama öncesindeki gerilim olmadan böyle bir zevki yaşamak mümkün değil.
Romanın sonunda, “Metin Üzerine Birkaç Not” başlıklı bir bölüm var. Kitaptaki bazı örtük ya da açık göndermeleri, okurun merakını gidermek ve çevirmenlerin katkısının altını çizmek için bu bölümde açıklıyorsunuz. Okurla nasıl bir etkileşiminiz var?
Her ne kadar yazarların tek tek bazı okurlarla karşılaşma ve onların tepkilerine kulak verme fırsatı olsa da, “okur” dediğimiz en nihayetinde soyut, belirsiz ve biraz da gizemli bir kitle. Bu soyut muhatabı düşünmek, onu hesaba katmak, ondan bir şeyler beklemek pek manalı değil bence. Hani her seçim döneminden sonra “seçmen falanca partiye şu mesajı verdi” gibi değerlendirmeler yapılır, oldukça saçma bulurum bu tür lafları, buradaki “mesaj veren seçmen” soyutlaması son derece yanıltıcıdır. Genel anlamda bir okurdan, bir okur tepkisinden, okurun sevgisinden ya da ilgisizliğinden bahsetmek de böyle yanıltıcı bir şey olsa gerek. O nedenle ben metni yazarken daha ziyade birtakım somut okurları düşünürüm, çevremdeki insanları, arkadaşlarımı, ailemi… Metin yayınlanmadan önce de, yayınlandıktan sonra da onların fikirlerini öğrenmek isterim, bazılarıyla uzun uzun konuşur ya da yazışırım, ikna olduğum önerileri de (eğer çok geç değilse) dikkate almaya çalışırım. Bu anlamda, “okurlar umurumda değil, kendim için yazıyorum” diyemem, diyen yazarları da pek anlayamıyorum doğrusu. Genel anlamda “okur”u önemsememiz mümkün değil, ancak şu veya bu okuru pekâlâ önemseyebiliriz. Az önce yaptığınız alıntıda Foucault’nun da dediği gibi, bir toplumsal grubun (belki metnin kendisinin oluşturduğu grup neyse onun) içinde dolaşacak bu söz, onlar yokmuş gibi davranarak nasıl yazabilirim ki?
Bir gün Uyku Krallığı başka dillere çevrilirse, Türkiyeli olmayan okur romanda ne bulsun istersiniz?
Genel anlamda “okur” benim için soyut ve karanlık bir kategori olduğu için, Türkiyeli olmayan okurdan da ne beklediğimi tam olarak bilmiyorum açıkçası. Ancak sorunuz üzerine düşünürken, aklıma ilk anda neredeyse otomatik olarak Batılı okurun geldiğini fark ettim. Bunda bir sorun var tabii. Her ne kadar günümüzde dünyanın birçok farklı coğrafyasında romanlar, hikâyeler, şiirler yazılıyor olsa da, çeviri eserler temelde Avrupa ve ABD merkezli bir piyasada ve kamuoyunda dolaşıma giriyor; o nedenle de insan hemen oraya yerleştiriyor kendini. Oysa üzerine düşündükçe, başka coğrafyalarda, örneğin Arapça ya da Farsça konuşulan coğrafyada romanın hangi okura neresinden değebileceğini düşünmek daha ilginç geldi bana. Sanki oralarda daha güzel sürprizlerle karşılaşabilirmişim gibi hissettim.
Belki sorunuzun şöyle bir genel cevabı olabilir: Birtakım okurların romanda benim hiç aklıma gelmemiş bir şeyleri bulması ve bunun bana “evet, doğru ya” dedirtmesi beni çok mutlu ederdi.
Siz okur olarak ne tür metinlerin izini sürersiniz, arkasından gidersiniz?
Okuduğum ve sevdiğim metinler hakkında çok uzun konuşabilirim, o nedenle kısa bir özet vermeyi deneyeceğim. Sanırım birkaç tür metnin izinden gittiğimi söyleyebilirim: Birincisi, Tolstoy gibi, büyük trajediler bile anlatsa esas ustalığı hayatın kılcal damarlarında dolaşabilmek olan yazarların metinleri… Son zamanlarda okuduğum Alice Munro’yu bu grupta sayabilirim örneğin, gerçekten müthiş bir yazar. İzini sürdüğüm ikinci tür metinler, güçlü üsluba sahip olan, ses işçiliği kuvvetli metinler. Céline gibi, Bernhard gibi, gene son zamanlarda okuduğum Alfred Döblin gibi canlı bir sesi olan yazarlara büyük hayranlık duyuyorum. Olay anlatımına dayanan ve gücünü esas olarak olay örgüsünden, kurgudan ya da görsellikten alan metinler aynı derecede ilgimi çekmiyor, olay ne kadar çarpıcı, ilginç ya da sürükleyici olursa olsun… Bir de son zamanlarda kurgu, belgesel ve denemeyi bir arada yoğuran yazarlara ilgi duymaya başladım. Geoff Dyer ya da Svetlana Aleksiyeviç gibi birbirinden çok farklı yazarlar bu açıdan ilgimi çeker oldu. Burada çok güçlü ve giderek güçlenen bir damar var. Son olarak, iyi mizah metinlerine her zaman hayran kaldığımı söyleyebilirim. Bu bağlamda gerçek bir şaheser olan Laurence Sterne’in Tristram Shandy’sini anmadan geçmeyeyim. Şu sıralar da Jonathan Safran Foer’in Aşırı Gürültülü ve İnanılmaz Yakın romanını okuyorum, onun da mizahi açıdan oldukça güçlü bölümleri var.
Hem çeviri hem de özgün metin deneyiminiz var. İkisi de dil, düşünce, yazma gibi zihinsel süreçlerle ilgili. Çevirinin özgün metinlerinize etkisi, katkısı ya da kısıtları söz konusu mu?
Çevirinin (ki benim durumumda edebiyat değil felsefe/tarih metinlerinin çevirisinden söz ediyoruz) edebiyat çalışmam üzerinde doğrudan, tek yönlü bir etkisi olduğunu söyleyemem, ancak karşılıklı olumlu bir etkiden söz edilebilir. Malum, çeviri faaliyeti hiçbir zaman mekanik bir süreç olarak işlemiyor, çevrilen metin tamamen teknik bir içeriğe bile sahip olsa… Çevirmen, sadece kaynak dile ya da çevirdiği konuya dair bilgisiyle çalışmıyor, aynı zamanda bir cümlenin nasıl tınladığına (sadece kulakta değil, zihinde de nasıl tınladığına) dair birtakım sezgilerle de çalışıyor. Bu sezgiler eksik olduğunda, çeviri baştan sona “doğru” bile görünse, bir türlü “iyi” çeviri diyemiyoruz ona. Bir şeyler bizi zorluyor bu çevirileri okurken, üstelik bazen tam olarak neyin zorladığını da fark edemiyoruz, zira aslında her şey yerli yerinde görünüyor. İşte bu sözünü ettiğim sezgi, edebiyat olsun olmasın, her türlü metin için bir mesele. Dilin kurallara indirgenemeyecek olan, belki “estetik” diye adlandırabileceğimiz boyutu… Bu açıdan, çeviriyle uğraşmak edebiyatı, edebiyatla uğraşmak çeviriyi besliyor olsa gerek.
Metinlerini çevirdiğiniz Foucault'nun düşünsel ve edebi hayatınıza özel bir etkisinden söz edilebilir mi?
Biraz serbest uçuş yaparak şöyle bir tespitte bulunayım: Foucault’nun insanı ve insani pratikleri tarihte konumlandırma biçimi bana oldukça romanesk geliyor. Sanırım bunun temelde iki sebebi var: Birincisi, Foucault tarihe bakıp birtakım felsefi kavramsallaştırmalar yaparken, neredeyse hiçbir zaman açıkça ortaya konmuş normatif bir çerçeveden konuşmuyor, sanki bir düzeyde olup bitenleri olduğu şekliyle anlamaya çalışıyor. (Aslında Fikret’in “hepsi kabulüm” deyişine denk düşen bir tavır var Foucault’da.) Bu da bence bir romancı tavrına yaklaştırıyor onu. İkincisi ve galiba daha önemlisi, Foucault, büyük oranda Nietzsche’nin (ve tabii bir düzeyde de Marx’ın) etkisiyle, esas olarak belirli bir anda ve bağlamda ortaya çıkmış olan bir kuvvetler alanının analizini yapıyor. Foucault’yu okurken, tarihin bir noktasında, çoğul bir kuvvetler alanının nasıl şekillendiğini, böyle bir alanda hangi söylemsel ya da söylemsel olmayan pratiklerin öne çıktığını ya da icat edildiğini, hangilerinin geri çekildiğini ya da kaybolduğunu okuyoruz. Ve tüm bu analizler, her ne kadar birtakım kapsayıcı kavramlarla işlese de, temelde tekil olanın, tarihin belli bir anına özgü olanın analizleri. Yani genel anlamda “insan”ın değil, belli bir anda yakalanan insani kuvvetler çoğulluğunun analizi... İşte burada bir romancı tavrına yakın bir şeyler var. Ya da şöyle: Bir filozof ancak bu kadar romancı olabilir. Sanki Foucault’nun eseri, birtakım verili koşullarda yaşamlarını sürdürmek için sürekli olarak pratikler alanını yeniden örgütleyen, böylece kendilerini ve koşullarını sürekli şekillendiren insanların uçsuz bucaksız romanı gibi... En azından ben böyle düşünmeyi seviyorum.
İstanbul Teknik Üniversitesi’nde çalışıyorsunuz, akademisyensiniz. Akademiye, akademinin formalizmine nasıl bakıyorsunuz?
Akademide iki temel faaliyet alanı olduğunu söyleyebiliriz: Hocalık ve araştırmacılık (zorunlu idari işleri bir kenara bırakabiliriz). Hocalık çok severek yaptığım bir iş, bunu meslek olarak sürdürebildiğim için kendimi şanslı hissediyorum. Araştırma faslı biraz daha netameli benim için, zaten sözünü ettiğiniz formalizm de esasen burada beliriyor. Benim branşım olan felsefe zengin ve heyecan verici bir alan, ancak akademik üretim tarzının ve onu kuşatan dinamiklerin bu heyecanın ciddi bir kısmını alıp götürdüğünü hissetmemek elde değil. Gene de akademik araştırmanın hakkını vermeye çalışıyorum, başka türlü bu mesleği sürdüremem. Tabii edebiyatla uğraşan, yani bir anlamda yazıyı bir özgürlük alanı gibi düşünmeye çalışan biri için akademinin formalizmi bir kısıtlama ve gerilim unsuruna dönüşüyor. Ancak bundan kaçmam mümkün değil, yaşayıp bunun güzel şeylere vesile olmasını ummak zorundayım.