Kimsiniz?

Galerist'teki Bedbahtlıklar ve Yeni Hazlar sergisi / "Türk Mata Hari" Emine Adalet ve Benli Belkıs / Yahya Kemal'in kaçışı ve dönüşü / Hayatta Kalma Sanatçıları / Armağan Çağlayan

29 Kasım 2021 16:30

Tepebaşı’ndaki Galerist sanat galerisinde sanatçı TUNCA, Bedbahtlıklar ve Yeni Hazlar (11.12.2021’e kadar) sergisinde 1912’de bir kavgaya karıştığı için Galata rıhtımından gemiye atlayarak Paris’e kaçan, sonra Weimar Cumhuriyeti yıllarında Berlin’de spor hocası ve boksör olarak faaliyet gösteren, hatta Marlene Dietrich’e antrenörlük yapan Mekteb-i Sultani öğrencisi Sabri Mahir’in rivayetlerle dolu hayatını ve Berlin’de çekilmiş bazı fotoğraflarını esas alan bir “Kayıp Türk” hikâyesi kuruyor. “Korkunç Türk”, “Dört Kişiye Karşı Savaşan Adam” gibi lejandlar taşıyan siyah-beyaz kartpostallar büyük boy tuvallerde ikonlaştırılıyor; boksörlük mesleğinin “heykelleştirilmiş” eşyaları (boks ayakkabıları, eldivenleri vb.) ile birlikte sunuluyor.

Sabri Mahir kimliğini besleyen iki boksör daha var sergide; biri, sürrealistlerin en renklilerinden biri, boksör ve gezgin Arthur Cravan ile Amerikalı boksör Jake la Motta. Martin Scorsese’nin Jake la Motta’nın hayatını konu alan Kızgın Boğa filminin jeneriğini bir video filmde canlandırmış TUNCA. Sergide bu isimleri birbirine bağlayan tema, bir tür karşı konmaz çekip gitme arzusu; Cravan ve Mahir, La Motta ve serginin broşüründe anılan Nietzsche hep bir arada “bireyin mutlu olabilmek için kendini tarihle ilişkili olduğu kadar tarih-dışında tutması gerektiği”, “hatırlamak kadar unutma yetisine de ihtiyaç duyduğu” fikrini örüyorlar.

Sabri Mahir hikâyesine çok benzer biçimde, son birkaç yıl içinde yazılan iki ilginç biyografi de adları bilinen ama hayatları enine boyuna araştırılmamış maceracı iki kadını ele alırken aynı yönteme başvuruyordu. Şaziye Karlıklı’nın kaleme aldığı Emine Adalet: Kara Kaküllü Kız - Türk Mata Hari’nin Müthiş Hikâyesi adlı biyografi, Sabri Mahir’le aynı dönemlerde Almanya’ya giden dansöz Emine Adalet’in macera dolu ve “mecburen” Nazilerle dirsek teması halindeki hayatını ve dönüşünü konu ediniyordu. Ondan önceki kitap, Benli Belkıs, Efsane Aşkların Kadını  ise –yolu Almanya’dan da geçmekle birlikte– daha lokal bir alanda, İstanbul sosyetesi gibi dar bir çapta alışılmadık bir hareketliliğe cesaret etmiş Benli Belkıs’ın çocukluğumdan beri kulağımda olan efsanesine ışık tutuyordu. Bir yandan da bu karakterleri birbirleriyle eşlerken “Sabri Mahir’in maceracılığı Arthur Cravan’ınki gibi birçok alana kol atmış bir maceracılık mıydı?”, ya da “Emine Adalet’in cesaret ettiği şeyler Marlene Dietrich’in cesaret ettiği şeylere denk miydi?”, “Sadece aynı zamanlarda yaşamaları onları birbirlerine eş kılar mı?”, “Onları aynı biçimde ‘tarih-dışı’ kılar mı?” diye de sorulabilir.

“Galata rıhtımından bir gemiye binerek kaçma” noktasına dönersek, anladığımız kadarıyla özellikle Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarında bunu başkaları da yapmış. Çeşitli Jön Türklerin yanı sıra rastgele böyle iki kişiyi hatırlarsak, mesela Pierre Loti’ye yazdıkları mektuplarla Les desenchantees romanına esin veren “bezgin kadınlar”dan en az bir tanesi veya babasına haber vermeden, Messagerie Maritime şirketinin Memphis vapuruyla “uzun ve endişeli bir yolculuktan sonra” Paris’e kaçan Yahya Kemal de akla gelebilir. Yahya Kemal (Şehsuvar kelimesinden türettiği soyadıyla Beyatlı) kaçışının ertesinde babası tarafından affedilip üniversite eğitimi görmesi şartıyla on yıl Paris’te kalmış. Ama Yahya Kemal’in kendini “tarihle ilişkili olduğu kadar tarih-dışında da” tutup tutmadığı tartışmalı. Kaçışı her ne kadar yaşadığı toplumun verdiği "sıkıntılı" tarihle ilişkili ise (birçoğumuz için bu tarih hem geçmişte hem de şimdide böyle), kendini “tarih-dışı” tutma yolundaki sürgünü de sadece gözü pek bir maceracılıkta değil, köklere ilişkin yeni bir tarihsel tanım bulmasıyla son buluyor. Çünkü buralı bizler, olası ki, tarihimizden hakkıyla azade olabilecek kadar ciddi biçimde “kendi tarihimizle ilişkili” olmadığımızdan, “kendimizi tarih-dışı tutma çabalarımız” da “sersefil olmadan dönüp gelmekle” sonuçlanabiliyor. Yahya Kemal’in Baudelaire’le Nedim arasındaki mecazi yolculuğu da Michelet’den analoji yoluyla devşirdiği bir milli kimlik felsefesiyle geriye vatana dönmesi ve “Kanlıca’nın ihtiyarları”nın hatırladığı sonbaharlar kadar derin konuların yanında “şen atlılar” hakkında çocuksu-tarihî şiirler yazmasıyla sonuçlanıyor. “Unutma yetisi”ne sahip olduğumuzu sandığımız anda birden “hatırlıyoruz”, yeniden “hatırlama yetisinin” derinliklerinde buluyoruz kendimizi. Yahya Kemal’in deyişiyle, “velhasıl” şöyle ya da böyle, “o rüya duruyor yerli yerinde”.

Bu rüyanın kimi zaman kimilerimiz için kâbus olmasının sebebi aslında belki de kendimizi bir aynanın karşısında bulmuş gibi yapıp da kendi kendimize esas soruyu sormaktan kaçınmamız: “Kimsin sen?” Kendini sadece koşullar dolayısıyla değil, belki içgüdüsel olarak da tarih-dışı tutup labirentinde kaybolmayı göze almış bir Minotaur gibi yumruklar savurarak bilinmeze karışan Sabri Mahir mi, yoksa belki de kendini tamamen tarih-dışı tutmanın mümkün olmadığını sezerek sadece gerisingeriye Galata rıhtımına değil, içinde yaşadığı tarihe de dönüş yapan Yahya Kemal mi?

Belki –hatta tabii ki– aynı sorular başka toplumlar ve (toplumsal) tarihler için de geçerli. Bunun böyle olduğunu görmek üzere Hans Magnus Enzensberger’in fütursuzca sübjektif, utanmazca dedikoducu, ürkütücü derecede taraflı, çok kendine özgü biçimde biyografik derlemesi Hayatta Kalma Sanatçıları –  20. Yüzyıldan 99 Edebi Vinyet kitabını okumak çok zihin açıcı. Ezelden sürgüne yazgılı gibi görünen Witold Gombrowicz’den bilerek faşist olmayı seçen Ezra Pound’a, süslü-püslü Gabriel D’Annunzio’dan binbirsurat Cocteau’ya, “Türk bir şair olmak kolay olmasa” da şiiri “tepetaklak etmeyi” seçen Orhan Veli’den ülkesinin en zengin komünist yazarı Alberto Moravia’ya kadar bu 99 vinyet –minik portre, eskiz– bize bir biçimde, her şeye rağmen hayatta kalmayı, yani her şeyden önce “yazdıklarını yazmayı” becermiş, tanıdık-tanımadık 99 yazardan bahsediyor. Kolayca ıskalanabilecek bir “alternatif best-seller” bu lezzetli kitap. Önsözünde şöyle diyor Enzersberger:

“Her şeyi atlatmış olanların listesi uzun tutar. Onların tutumlarının ortak paydasını bulmak mümkün değil. (…) Bunların üzerinden çok zaman geçti, diyecektir gençler. Sahi mi? Uyum sağlamak, talihli tesadüfler, uzlaşmalar ve farklı anlamlara çekilebilecek tercihler, geçmiş günün hadiseleri mi? Onlardan bir şey öğrenemez miyiz?”

Bu yerinde saptamalarda itiraz edeceğim nokta, Enzensberger’in önceki kuşaklarla sonrakiler arasında, bazen bir klasik olarak ortaya çıkan “gençliğe çemkirme” refleksi; “… diyecektir gençler. Sahi mi?” Büyük harfle yazılan “Tarih”in bu hep tekrarlanan, “yeni gelen kuşakları kendi değerlerine göre ilgisiz, hatta ‘tarih-dışı’ sayma eğilimindeki önceki kuşak” fenomeni bir sarmal, hatta bir düğüm. Oysa her kuşağın kendine ait bir tarihi olduğunu düşünmek mümkün.

Nitekim “sadece kendi merak ettiklerini soran” eski televizyon yapımcısı yeni YouTuber’ın da bunu fark ettiğini görüyorum. Bu programın konukları kendini temsil konusunda tam da kuşak alışkanlıklarına göre sınıflandırılabiliyorlar. En eski tevellütlü konuklar durmadan ne zorluklar çektiklerini anlatıp kendilerini acındırma –bazıları çok dokunaklı Türkiye hikâyeleri anlatsalar da– alışkanlığındalar; onlardan bir sonraki kuşak ise kariyerlerini nasıl adım adım yönettiklerini birer kariyer mühendisi gibi anlatmaya meraklılar. En genç kuşak ise tanımlı kimliklerini, cinsiyetlerini, hatta bazen bedenlerini değiştirmeyi hayal edebilen, bazıları değiştiren ve bunu dile getirenler ki, Armağan Çağlayan’ın dört bir yana kol salmış konu ve konukları arasında en çok onları ilgiyle dinliyor insan.

NOTLAR:
Arthur Cravan hakkında her şeyi, TUNCA'nın da yararlandığı, Nilda Taşköprü’nün hazırladığı Havada Dumandım (Kırmızı Kedi Yayınları) adlı küçük, turuncu kitaptan izlemek mümkün. Nietzsche alıntısı, TUNCA'nın sergi broşüründeki Serra Yentürk’ün küratör yazısından. Şaziye Karlıklı’nın güzel biyografik kitapları Doğan Kitap’tan ve biyografi deyince sadece methiye ya da hagiografi anlayan bir kültürel ortamda ışıldıyorlar. Her zaman ilginç bir konu olan Yahya Kemal hakkında Pınar Aka’nın Ses, Anlam ve Mazi: Etkilerin Kavşağında Yahya Kemal Şiiri (İletişim) ve tabii Beşir Ayvazoğlu’nun ismiyle müsemma Yahya Kemal: Eve Dönen Adam adlı “ansiklopedik biyografi”si (Kapı Yayınları) iyi kaynaklar. Okuması başlı başına zevk olan Enzensberger’in Hayatta Kalma Sanatçıları, Tanıl Bora’nın çevirisiyle İletişim’den. Çağlayan’ın konuşmaları, 196sekiz adlı YouTube kanalının labirentlerinde.

 

 

GİRİŞ RESMİ:


Bedbahtlıklar ve Yeni Hazlar  sergisinden:
Der Schreckliche Turke (Babes), 2020, asitsiz kağıt üzerine füzen, 150 x 96 cm (çerçeveli)
İsimsiz, 2021, seramik, 107 x 30 cm, Ed. 2 + 1 AP