“İstanbul üzerine, salt şehir olarak İstanbul üzerine yazmak nasıl olur, olmalı; bunu düşündüm. Orada karşıma dünya üzerinde sadece İstanbul’da yetişen bir çiğdem türü ve bunun dantel motifi çıktı. Ben de ha bire bu motifi ördüm durdum. Dantel geldi, yine zalimin diline karşı zarif dil bağlamında olmadık bir yere oturdu..."
25 Kasım 2021 17:04
Ümran Kartal yayın dünyasının aşina olduğu isimlerden. Varlık dergisinde yetişen Kartal, Müge İplikçi’yle Cımbızın Çektikleri isimli bir deneme kitabı çıkardı. Eski Radikal Kitap editörüydü. Evlendi, Almanya’ya yerleşti, çocukları oldu ama yazmayı hiç bırakmadı. Ve şimdi Edisyon Kitap’tan Harf Öncesi isimli öykü kitabını yayınladı. Kitapta yer alan birbirinden farklı 15 öykü için rahatlıkla şunu söyleyebilirim ki, okuyucusunu farklı bir yolculuğa davet ediyor. Mübadeleyi yaşayanların iç burkan hikâyesini de okuyabilirsiniz, satırlar arasında İstanbul özlemi çeken birini avutmak da isteyebilirsiniz. Ayrıca konsolosluktaki vize memurunun karşısında cümlelerle oynayan, el işi motiflerle isyanını süsleyen, bu şekilde bastıran birine de şahit olabilirsiniz. Kitaptaki öykülerde harfler, seçilmiş, itinalı sözcükler ve el işi motifler önemli bir yer tutuyor. “Sözcüklerle el işinin nasıl buluşacağını merak ederseniz” işte o noktada hem yazı hem de el emeğinin bir arada metni nasıl güçlendirebileceğine ilginç şekilde tanık olabilirsiniz. Kitapta bence hüküm süren duygu naif bir haykırış. Ümran Kartal’a neden ilk kitabını çıkarmanın bu kadar uzun sürdüğünü sordum. Cevap öyle güzel bir yerden geldi ki, bu kitap ilk olabilirdi, evet, ama bundan önce belki de aklında kaç kitap yazıp bitirmişti… Ayrıca ‘ilk kitap’ demek çok sayısal ve bağlayıcı değil miydi?
Kitap çıkarmanın hayalin olduğunu biliyorum. İlk kitabını çıkarman neden bu kadar uzun sürdü? Harf Öncesi’nin sendeki hikâyesi ne?
Kitabın bendeki hikâyesi metin olmakla alakalı. Nitekim 30 yaşımdan sonra ikinci bir hayata başladım; daha o hayata alışamadan anne oldum, derken bir daha anne oldum. Yeni ülke, yeni dil, yeni ev, yeni sorumluluklar… Bunların hepsiyle aynı anda başa çıkmam gerekti. Metanet gerekti. Sıkı bir eğitimden geçtim bu anlamda ve o metanetin yazıya da yansımasını istedim. Yazmak zaten ağırdan aldığım bir uğraş benim. Dile orasından burasından, dört bir yanından, beş-altı-yedi bir yanından, yedi bin yanından yaklaşırım. Bunu yapmazsam içim rahat etmez. Hazırı tekrar etmeye gönlüm elvermez. Böyle ağırdan alır, aheste giderken etrafı ve kendimi seyreden bir tavır, bir meşguliyet oluşur. Bunun içten ve sağlam bir yapı ortaya çıkardığına inanırım. Ben hep yazdım ve bu inanışımı hep hatırımda tuttum. “İlk kitaptır, yaşım geldi geçiyor, aradan çıksın da bir an evvel hayalime kavuşayım” diye düşünmedim. Evet, bir ilk adımdır o, kanıttır, kabuldür, kabul görmektir. Bu açıdan çok önemlidir ve yeri ayrıdır. Ama ben, benim yazmaya olan bu yaklaşımımla belki de dördüncü kitabımı çıkarmışımdır. Cismen, yani mevcudiyet anlamında tek bir kitap görünüyor olabilir ama ona namevcut da, görünmeyen de dahildir. Dolayısıyla, kitabın bendeki hikâyesi görünmeyeni görme uğraşından geçer.
Metinlerinde harflerle, sözcüklerle, el emeği motiflerle bir birliktelik kuruyor, resmen oynuyorsun. Bunun nedeni, sözcüklerin de ince birer oya gibi işlenmesi gerektiğini düşünmen mi?
Hazırı tekrar etmeye, hazıra konmaya gönlüm elvermediği gibi, işimi yalapşap yapmak da istemem. Ama kitapta ayrıca başka bir yanı daha var bu birlikteliğin. İnsana dair temel durumları anlatırken boncuk oyası olsun, dantel olsun, bunların motiflerini malzeme edinip zulüm ve zarafet arasında tezat yaratmak. Olmadık yerde kullanarak, onları hiç ait olmadıkları bir yere, mesela boncuk oyasını konsolosluktaki vize kabininin kurşun geçirmez camına perde niyetine asmak.
17 yıldır Almanya’dasın. Bu öykülerde içten içe bir İstanbul özlemi hissediliyor. Yazdıkça İstanbul özlemin dindi mi? Yazdıktan sonra sana ne düşündürdü?
İstanbul özlemi bir kutudur bende. Kız kardeşimin bana havaalanında verdiği kutu. Kuyumcu kutusudur. İçine o yuvarlak, altın bileziklerin sığdığı. Kâğıttandır. Kapağı metalik yaldızlı gibidir, sırlı, prizmalı, kristalli. Oraya buraya çevirdikçe sarı, turuncu, mavi, yeşil, pembe, kırmızı renkler yanar söner. İçinde bir mektup ve fotoğraf kolajı bulunur. Ben bu kutuyu hep yanımda taşırım; yani o durduğu çekmecede dursa bile, ben nereye gitsem, nereye baksam, ne yapsam yanımdadır. Uyurken bile uykumdadır. İçten içedir ama içinden de çıkılmazdır. Bunu dindirecek bir metnin yolunu yordamını henüz bulamadım.
Gelgelelim şunu yaptım: İstanbul üzerine, salt şehir olarak İstanbul üzerine yazmak nasıl olur, olmalı; bunu düşündüm. Orada karşıma dünya üzerinde sadece İstanbul’da Sultanbeyli/Aydos Ormanı’nda yetişen, çiğdem türü ‘crocus olivieri istanbulensis’ ve bunun dantel motifi çıktı. Ben de ha bire bu motifi ördüm durdum. Masam, kâğıt, defter, yumak kalabalığıydı bir dönem. Defterimin orta yerinde kalem yerine bazen tığın bulunduğu da oldu. Dantel geldi, yine zalimin diline karşı zarif dil bağlamında olmadık bir yere oturdu. Öyle ya, İstanbul’u yazmaya kalkıştığımda, bunu şehrin o tozu dumanı, keşmekeşi, talanı tahribatının içinde dünya üzerinde sadece bu kentte yetişen ve maalesef betona yenik düşme tehlikesiyle karşı karşıya kalan, kaldığı halde hâlâ direnen bir çiğdem türüyle yapmayacaktım da başka ne ile yapacaktım?
Kitaptaki öyküler arasında mübadele dönemi de yer alıyor; vatanı bildiği yerden ayrılmak zorunda kalanların yaşadıkları, acıları… Çok da gerçekçi anlatıyorsun. Mübadeleden böylesine etkilenen birileri var mıydı etrafında?
Vardı… Büyükanne-büyükdedeler, anneannem, babaannem, dedem, büyükbabam mübadeleyi bizzat yaşamış kişilerdi. Patriyot. Öyle anılıyorlardı. Anadilleri Yunanca, daha doğrusu onun birazcık kabası: Patriyotça. Nana diye andığımız annemin babaannesi, ailede hep anlatılır, tek kelime Türkçe öğrenmeden ölmüş. Ben onu tanımadım ama anneanne ve dedemin köydeki evine ne zaman gitsek başka bir âleme gelmişim gibi hissederdim. Anneannem ve dedem Türkçe öğrenmiş olmalarına rağmen, bilhassa kendi aralarında çocukluklarından bildikleri dili tercih ederlerdi. Benim için sadece sesten ibaret bir dil. Bu geldi, kitapta ‘Oda’ adlı metin oldu. Sesin bir hacmi de var neticede. Metin okunup bittiğinde avucumuza üç boyutlu bir mekân bırakabilir.
Bu kitaba hüznün, kendine ait bir dünyanın ve sözcüklerin kitabı diyebilir miyiz?
Özcük, çözcük, gözcük, közcük, mözcük, tözcük... Bunların hepsini diyebiliriz.
Sözcükler senin hayatın sıkıcılığından kaçma yolun mu?
Hayat, sen onu fazla ciddiye aldığında sıkıcı olmaya başlıyor. Oyun gerekiyor o zaman. Az önce “resmen oynuyorsun” dediğin bu. Ama kaçak oynamak anlamında değil. Lay lay lom değil. Üstünü başını hafifletme anlamında. Orana burana yapışmış kalmış, sana musallat olmuş ne kadar isim, etiket, yafta varsa bundan silkelenmek, kendini de, dilini de bütün bunlardan çözmek anlamında. Zamanı da, mekânı da unutup tam bağımsızlığını ilan etmek anlamında. ‘Sökük’ öyküsündeki gibi sırf sökük olmak… Katışıksız, sade, halis, safi… Ancak böyle bir oyunla, çocuklarda olduğu gibi mineral seviyesi hep aynı kalmış, bozulmamış bir kaynak-akılla yazıyı doğrudan bir mesaj verme yeri, yazar olarak da kendimi mesajı ileten aracı olmaktan çıkarabiliyorum. Zemini olduğu halde zeminsiz ya da zeminin sadece kendileri olduğu metinler ortaya çıkıyor o zaman. Dünyası müstakil oluyor. Müstakil sözcüğü de böyle bir yere bağlanıyor zaten; ‘yükünü götüren’. Kendi yağıyla kavrulan, kimsenin buyruğu altında olmayan… Sözün, sözcüğün hükmünü elinde bulundurduğuna ikna olmuş devlet, konsolosluk, bürokrasi, kâğıt işleri, anne-baba, kayınvalide vesaire her türlü otoriteyi nazik akılla göğüslemeyi teklif eden bir dünya oluyor o zaman Harf Öncesi.
Onunla ilgili hayalin ne?
Esasında bundan sonrası teklifini götürdüğü yerlere kalmış. Kimi teklifi kendine yakın görür, kabul eder; ihtimal bu ya, okurken simit yer, simitten susamlar dökülür, bir susam tanesi de o sırada açık duran iki sayfanın arasına düşer. Kimi teklifi baştan reddeder. Kimiyse meraklanır meraklanmasına, sayfaları şöyle bir karıştırır ama teklif ona yine de cazip gelmez, vesaire. İhtimaller bitmez.
Ama ilginçtir, “artık benden çıktı” derken bile İstanbul’dan bunca yolu tepip de geçenlerde elime geçtiğinde kendimi ona kitap ayracı yaparken buldum. İşte yine tığ elimdeydi; zincir çekiyor, ikili tırabzan yapıyor, ilmek sayıyor ve İstanbul çiğdemi motifini bu kez ayraca döküyordum. Dedim ki kendi kendime, “bu da bir öykü sayılır”, başlığı ise: ‘Bir İç Monolog Olarak Kitap Ayracı.’ Kitabımla ilgili hayalim, şimdi düşünüyorum da, galiba onu o kitap halinden mümkün başka bir biçime taşımak, çoğaltmak yönünde de olmuş. Benim kurduğum hiçbir hayalin esiri olmamasını arzu etmeye çıkıyor bu. Çözülmeyi teklif eden harflerin, çözülürken yine bir sayfanın üzerine basılmış, bir cildin içine kapanmış olmaları çelişkisine karşı elimden geleni yapmak. Tığ işi, kendimizi makine icadına iyiden iyiye kaptırdığımız şu çağda, tığın makinesi icat edilmemiş tek el işi gereci olduğu düşünüldüğünde, elden geleni yapmakta hâlâ en tutarlı yöntem gibi geliyor bana ve yapay zekânın yazmaya yeltendiği metinlere karşı zapt edilemez bir yol. İlmekleri giderken bir hayal, sonra başka bir hayal, ardından bir başkası, bir oradan bir buradan, şekilsiz şemailsiz, uçuşan... Kızım henüz yazı yazmayı öğrenmeden önce, ben yazı masamda oturmuş, satırlara bildik harfleri dizerken, bir defter de kendine isterdi, önüne bir sayfa açıp satırları ve zamanla başka sayfaları eğri büğrü çizgilerle doldururdu. Ve bazen de benim defterimi kendi önüne çekmek suretiyle yapardı bunu. O kargacık burgacık çizgiler satırlara tam oturmazdı bile. İki satırın arasında havada asılı kalırdı. Sonra ilkokula başladı. Ve ilkin dedi ki: “Anne, hep sıramızda oturuyoruz.” Harfleri, şekli şemailiyle düzgünce öğreneceği yola girmişti artık. Hepimizin geçtiği yol. Güzel… Güzel de, dediğim gibi, o yol tarafından kuşatılmak olmasaydı… Şimdi ilk soruna dönersek, Harf Öncesi’nin bendeki hikâyesi en çok da kızımın bu eciş bücüş şekillerle dolu sayfalarından, satırlarından geçer.
•