Kırk yedinci ve ilk roman!

Kendi adıyla yazdığı dokuzuncu, takma adlarını hesaba katacak olursa kırk yedinci romanıdır söz konusu olan. Ve Peyami Safa, Noraliya'dan evvel roman adına layık hiçbir kitap yazmadığını söylemektedir 

05 Aralık 2019 12:00

Matmazel Noraliya’nın Koltuğu’ndan evvel roman adına layık hiçbir kitap yazmadığımı sanıyorum.” Peyami Safa’nın bu cümlesini birazdan okuyacağınız Her Hafta dergisine verdiği mülakatından aldım. Matmazel Noraliya’nın Koltuğu’nda okuyucu karşısına böyle bir iddiayla çıkar Peyami Safa. Kendi adıyla tefrika ettirdiği Biz İnsanlar’dan tam on iki sene sonra yayımlanacaktır Noraliya. [1]

Kendi adıyla yazdığı dokuzuncu, Server Bedi ve Serazat gibi takma adları da hesaba katılacak olursa kırk yedinci romanıdır söz konusu olan. 

Dile kolay, tam kırk altı roman! Ve tüm bu romanların yazarı, okuyucuyla buluşacak kırk yedinci romanından önce, verdiği mülakatta daha evvel roman adına layık hiçbir kitap yazmadığını söylemektedir. 

Bu iddialı cümledeki ‘kitap’ kelimesine de vurgu yapmak gerekir. Zira Peyami Safa o güne kadar tüm romanlarını gazete ve dergilerde tefrika ettirmiştir. Hiçbiri doğrudan doğruya kitap olarak okuyucu karşısına çıkmamıştır. Ancak bu defa, Noraliya’da, eserini tefrika ettirmeden kitaplaştırmayı seçer. Bu durum, o tarihten sonra yazacağı on altı roman hesaba katıldığında da ilk ve tektir. [2]

Romanı yayımlayan Nebioğlu Yayınevi dönemin çok satan gazeteleri Cumhuriyet, Vatan ve Hürriyet’e farklı tarihlerde üçer reklam verir.  

Noraliya, daha yayınlanmadan ses getiren, hakkında yazı yazılan bir roman olmasıyla da ilgi çekicidir. 13 Nisan 1949’da çıkacak roman hakkında saptayabildiğim ilk yazı 4 Ocak 1947’de Son Posta’da çıkar. Yazının sahibi Mithat Cemal Kuntay ve başlığı da “Edebiyatta Bir Zafer”dir. 

Yazısında, birkaç gece önce Peyami Safa’nın yazmakta olduğu romanı Noraliya’dan kendisine ve birkaç arkadaşına parçalar okuduğunu söyler Kuntay. Yusuf Ziya Ortaç, daha sonra Ulus’ta yazacağı köşe yazısında, o gece romanı dinleyenlerden bir diğerinin de kendisi olduğunu söyleyecektir. Ancak onlarla da sınırlı kalmaz Peyami Safa’nın çıkmadan önce romanından parça okudukları. Celalettin Ezine ve Bedii Faik de yazacakları köşe yazılarında Safa’nın romanı farklı tarihlerde kendilerine de okuduğunu söylerler. 

Romanının taslağını yanında gezdiren, her rast geldiği arkadaşına, meslektaşına birkaç sayfa çıkartıp okuyuveren, eserine hayran bir Peyami Safa canlanıyor gözümde. Her seferinde aşkla, tutkuyla, adeta kendinden geçerek okuyor belki bir gece önce yazdığı satırları. Sonra soru soran bakışlarını karşısındakilere çeviriyor.

Acaba beğendiler mi? Ne hissettiler dinlerken? Takıldıkları bir nokta oldu mu? Fark ettiler mi Noraliya’nın, Noraliya’mın ne kadar özel ve güzel bir eser olduğunu?

Peyami Safa’nın bakışlarıyla sorduğu bu soruların cevaplarını o dönem çıkan köşe yazıları ve eleştirilerde bulabiliriz. Daha çıkmadan ünü yayılan roman hakkında yayımlandıktan sonra da pek çok yazı yazılmış, dönemin önemli isimleri, takip edilen köşe yazarları Peyami Safa ve bu yepyeni eserini ele almışlardır. 

Yazıların büyük bir bölümü romanı över. Hatta Yusuf Ziya gibi bazıları övmekle de kalmaz, Noraliya’nın Türk romanı için yepyeni bir çağ açtığını iddia eder. 

“Bizde sahici roman Halit Ziya ile başlar. Edebiyat tarihleri bunda müttefiktir sanırım. Aradan Fecri Ati, Hececiler nesli geçtikten sonra, Peyami Safa, hatta kendi sanat mazisini kapayıp Türk romanında yeni bir çağ açtı: Bu sanat eserinin değil, bu sanat vakasının adı Matmazel Noraliya’nın Koltuğu’dur.” [3]

Romanın kusurları yok mudur? Tabii ki vardır. Halit Fahri Ozansoy ve Burhan Belge örneğin, romanı överken zaaflarından bahsetmekten de çekinmezler. 

“Korkarım ki, romanın mevzuunu çok dağıtan ve hareketi durduran bu kısımları okuyucuları sıkmasın. Halbuki, diğer taraftan yazımızın başında da işaret ettiğimiz gibi edebiyatımızda yepyeni bir çığır açan bu his ve kafa eserini, herkesin her satırından ayrı bir zevk alarak okumasını isteriz. Büyük dostum Peyami biraz da kendisi kadar bilgin olmayanları düşünmeli idi! İtiraf edelim ki romanın sonları can sıkıyor ve eserdeki birliği kuvvetlendirecek yerde çok dağıtıyor. İnsana Ribot’dan sayfalar okuyorum gibi hisler geliyor. Sonra romanı tekrar buluyoruz ama çok yorulduktan ve üzüldükten sonra…” [4]

“Peyami eğer düşünüp karar verdiğim gibi bu romanda kendi kendini aşmış ve bir bakıma göre de bu romanda ele aldığı problemleri yenmiş bulunuyorsa, bize, bundan da daha güzelini verecektir. Çünkü daha sakinini, daha rahat akışlısını verecektir.

Ben Peyami’yi bu romanında, çok mücadele etmiş, çok boğuşmuş ve çok yorulmuş gördüm. Bunun sebebi, yazdıklarına muvazi olarak bizzat kendi edip ve insan oluşunda, epeyce çetin bir nefis muhakemesinden ve nefis mücadelesinden geçmiş olmasıdır. Öyle sanıyorum ki, bize bundan sonraki eserinde, daha az mütefekkir ve daha çok sanatkâr görünecek­tir.” [5]

Roman hakkında en ilginç yorumlardan birini Rıza Ruşen yapar. 

“Server Bedi ile Peyami Safa el ele baş başa verip bir roman yazmışlar. Gerçi Matmazel Noraliya’nın Koltuğu adını taşıyan romanda yalnız Peyami’nin adı var fakat o kıvrak ve yeni üslupta ve insanı meraktan meraka sürükleyen ince teknikte Server Bedi’nin zeki ve usta şahsiyeti hemen fark ediliyor.” [6]

Server Bedi ve Peyami Safa imzaları arasındaki geçişlilik, Server Bedi takma adıyla yazılan onlarca popüler romanın Peyami Safa’ya kattıklarını araştırmaya girişmek için ne hoş bir başlangıç. 

Bu dönemin gazete ve dergilerini tararken rastladığım tek negatif yazı Son Saat’te çıkan, Tacettin imzalı ve “Peyami Safa’nın Son Romanı” başlıklı olandır. 

Yazıda roman hem tematik hem de dilsel olarak eleştirilmektedir. Yine de Peyami Safa gibi bir imzayı eleştirirken ihtiyatlı davranmaktadır ‘Tacettin’. Yazısını şöyle bitirir.

“Asıl vazifesi eline aldığı eserin güzelliklerini işaret etmek olan bir insan mevkiinde bulunduğumu düşündüm de yüzüm kızardı. Fakat zaten Matmazel Noralya’nın Koltuğu’ndaki güzellikler ve kıymetler benim belirtmeme lüzum kalmadan kendini gösterecek kudrette. Sonra, o bizim meşhur sözlerimiz de var. Hani, taşı meyvalı ağaca atarlar. Debbağ sevdiği deriyi yerden yere vurur gibi. Ve nihayet Peyami Safa isminin uyandırdığı ümit ve güvenç o kadar yüksekti ki…” [7]

Fakat bu gönül alıcı bitiriş de fayda etmez. Tam bir hafta sonra Peyami Safa gazeteye gönderdiği yazıda Tacettin’e sert bir cevap verir. Peyami Safa cevabında belden aşağı vurmayı seçmiştir. 

“Vaktiyle bir neşriyat evinin başında idim ve bu avukatın bir eserini bozuk Türkçesinden dolayı reddetmiştim. Aynı zatın bugüne kadar hiçbir eser hakkında tenkit yazısı neşretmediği halde benim kitabımın mevzuu, tezi, tekniği ve dili aleyhinde köpürmesinin bütün sırrı budur. Makalesine soyadını almayarak birçok Tacettinler arasında kaybolmaya çalışması da dikkate değer. Fakat ben bu avukatı, mesleğinin dışındaki ihtisas mevzularına karışmamaya ve mahkemelerdeki vazifesinin başına koşmaya davet etmek işini mübaşirlere bırakıyorum. Yoksa bir ihtisas sahibinin romanım aleyhinde vereceği her doğru hükmün başımın üzerinde yeri vardır.” [8]

*

Noraliya hakkında yayımlandığı dönemde çıkan tüm bu yazılar arka arkaya okunduğunda Berna Moran’ın Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış’ta 1983 yılında söylediği her şeyin aslında çok daha önce, 1949’da söylenmiş olduğu görülür. Yaptığım taramalar sonucu saptadığım on bir yazı ve bir röportajda Noraliya sadece tematik olarak değil, dilsel, yapısal ve kurgusal olarak da ele alınmıştır. 

Bu sebeple Matmazel Noraliya yazıları sadece romanın önemini ortaya koymakla kalmaz, 1949 yılında edebiyat eleştirimizin gelişmişliğini, eleştirmenlerimizin donanımını da gözler önüne serer. 

Şimdi sizleri Noraliya’nın yayınlanmasından sekiz ay önce Her Hafta dergisinde yayınlanan “Peyami Safa ve Son Romanı” başlıklı mülakatla baş başa bırakıyorum. 

Peyami Safa ve son romanı [9]

Otuz seneden beri gazeteci, romancı ve mütefekkir olarak ayrı ayrı zümrelerin dikkat ve alakasını devamlı bir şekilde kendisine çeken Peyami Safa’nın on sene içinde imzası ile hiçbir roman neşretmediği malumdur.

Onun üç seneden beri Matmazel Noraliya’nın Koltuğu adında bir büyük roman hazırladığı edebiyat çevrelerinde konuşulmaktadır. Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’nun ve Bir Tereddüdün Romanı’nın yaratıcısı on yıllık bir sükût içinde bize ne çeşit bir olgunluğun eserini verecektir? Bu uzun fasıla Türk romanında bir inkılâp hazırlığını mı müjdeliyor?

Roman iki ay sonra çıkacaktır. Fakat daha evvel Mithat Cemal Kuntay gibi bu romanın bazı kısımlarını muharrirden dinlemiş olanlar yazdıkları makalelerde bu eseri Türk edebiyatının eşsiz bir zaferi gibi selamlamışlardır.

Romanın daha şimdiden onu dinlemiş olanlarda uyandırdığı hayranlık havası Peyami Safa’nın okuyucularında gittikçe genişleyen bir merak ve tecessüsün doğmasına sebep olmuştur.

Muharririn çalışma tarzı ve son romanı için okuyucularımızın duydukları alakayı bu anketimizde karşılamak istedik ve bir arkadaşımızla fotoğrafçımızı üstadın Erenköy’deki yazlık evine gönderdik.

*

Neden iki hüviyete bürünüyorsunuz? Server Bedi neden ve niçin doğmuştur?

Server Bedi annemin adıdır. Server Bedia’dan gelir. Bu müstear ismi otuz beş sene evvel Abdullah Cevdet’in İçtihat mecmuasında ağabeyim İlhami Safa kullanmıştır. Yedi sekiz sene sonra bana intikal etti. Bu imza ile çıkan bütün kitaplar benimdir.

Günü gününe, hiçbir sanat endişe ve mesuliyeti taşımadan ve çok defa göz gezdirmeye bile vakit bulmadan çırpıştırdığım bütün yazılara Server Bedi imzasını atarım. Bu, bir kuluçka makinasının firmasıdır.

Server Bedi romanları da öyle mi?

Hepsi öyle. Ondan günlük yumurta alınır ve bu yumurtaların okuyucudan çok daha fazla beni beslediğine şüphe yoktur. Bu memleket kaleminden başka dayanacağı hiçbir şeyi olmayan edebiyat adamlarını sıkıntısız yaşatabilseydi Server Bedi dünyaya gelmezdi. Nam-ı müstear her memlekette kullanılır. Fakat bunu benim gibi sistemli ve devamlı bir şekilde kullanmak zorunda kalan var mı bilmiyorum.

Edip ve gazeteci

Edebiyat okuyucusu ile gazete okuyucusu arasında ne farklar buluyorsunuz?

Muazzam farklar! Gazete günün emrindedir. Edebiyat ebediliğe hasret çeker. Takvim yapraklarının üstüne roman yazmaktan farkı olmayan tefrikacılık, okuyucunun günlük tecessüs ve özleyişlerine göre ayarlanmış roman vakalarını tertipleme hüneridir. Psikolojik anların bazen yirmi, otuz tefrikaya bile sığmayan süre vahdetini feda etmek, yani bir romanı roman yapan şeye kıymak lazımdır. Gazete okuyucusunun bir göz kırpılırken başlayan ruh halinin sonunda bir ay beklemeye tahammülü yoktur. Gazete aktüalitenin, edebiyat ebediliğin peşinde oldukça bu ikisinin okuyucuları arasında farkların en büyüğü peyda olur.

Gazeteciliğinizle edebiyatçılığınız arasındaki zıtlıklardan neler çekiyorsunuz?

Bunları birbirine karıştırmamak çok zordur. Mesleğimin en büyük sıkıntısı, anlaşılması muayyen bir seviye isteyen meseleleri, ortalama seviyesini tayinde her zaman güçlük çektiğim gazete okuyucularına anlatabilmek için bir öğretmen gibi aydınlık ve kestirme formüller aramak zorunda kalışımdır. Bu yüzden bazen bir basit cümle beni bir saatten fazla yormuştur.

Server Bedi’nin veya günlük Peyami Safa’nın yazılarına benim gerçek benliğimden pek çok şeyler karıştığı olur, fakat Server Bedi’nin Peyami Safa’ya müdahale etmesine elimden geldiği kadar mani olmaya çalışıyorum.

Damgasını günün geçiciliklerine basan ebedilikler vardır. Bazen bir günlük fıkra gazeteciliğe olduğu kadar edebiyata da mal edilebilecek bir gizli cevher birliğinin emrindedir, fakat bunlar azdır. Pek çok defa bir çırpının mahsulü gazete yazısı bütün bir ömrün ruh olgunluğunun mahsulü olan edebi yazıdan ayrılır.

Makaleleriniz ile fıkralarınız arasında yarınki nesillere kalmasını istediğiniz yazılardan bir veya birkaç kitap yapmayı düşünüyor musunuz?

Bunlardan bazılarını topladım, fakat kitap halinde çıkarmayı üzerine alan kitapçı öldü.

200 eser

İntişar etmiş kitaplarınız kaç tanedir?

Hepsinin iki yüzü aştığı muhakkaktır. Söylendiği gibi bu bir dünya rekoru mudur, bilmiyorum. Bir Türkiye rekoru olduğunu sanıyorum. Gazetelerde çıkanları da kitap haline geldiği takdirde üç yüz cildi aşacağı muhakkaktır.

Nasıl yazı yazarsınız? Çabuk mu ağır mı?

Günde dört neşeli fıkra, bir imzasız başmakale, bir tefrika ve ayrıca ayrı ayrı gazeteye haftada iki pazar sohbeti, dünyanın garabetlerine bakış yazıları ve hemen her gece üç seneden beri hazırladığı romanı yazan ve günün birkaç saatini de okumaya ayıran bir adamın yavaş yazmaya hakkı yoktur. Nezle olmaya da hakkı yoktur; aksıra öksüre yazmaya devam eder. Hemen otuz seneden beri bir hafta fasıla vermeden yazmaya devam ediyorum. Hasta olduğum zamanlarda bile yatağımın içinde yazıyorum. Server Bedi’nin bazı romanları, mesela Ateş’in ilk tefrikaları otuz dokuz derece humma içinde yazılmıştır. Senelerce düşünüldüğü için pıtrak haline gelmiş ve bir harcıâlem dokunuşunu bekleyen mevzular vardır. Kolay ve keyifli yazılır. Bu yazılarda ben adeta içimde saklı başka birinin kâtibi gibiyim; fakat ham mevzularda onları oldurmak için ve kısa bir zamanda oldurmak için çekilen sıkıntı bunaltıcıdır. Yazı ameliyesinin sayısız ruh halleri hiçbir tarif ve tasnife sığmaz. Her yazının kendine göre ruhtan bir kopuş kaderi vardır.

Yeni romanı

Kaç senedir Peyami Safa imzasıyla roman yazmıyorsunuz?

On senedir yazmıyorum. Bunun sebepleri çoktur. 

Birincisi günlük yazıların mevzuu içinde buna vakit bulamayışım. 

İkincisi on sene evvel çıkan ve kitap haline gelmesini istemediğim Biz İnsanlar romanından sonra roman hakkında anlayışımın geçirdiği temelli inkılâptır.

Üçüncüsü araya giren İkinci Dünya Harbi’nin bir sanatkârı muhtaç olduğu huzurdan mahrum edecek kadar şiddetli aktüalite hâdiseleriyle dolu oluşudur. Buna hastalık vesaire gibi hususî sebepleri de katabilirsiniz.

Matmazel Noraliya’nın Koltuğu adında bir romana üç seneden beri çalıştığınızı biliyoruz, ondan biraz bahseder misiniz? Evvela niçin bu roman bir yabancı ismi taşıyor? Tercüme hissi vermesinden endişe etmediniz mi?

Bu romanı tam on beş seneden beri düşünüyorum. Matmazel Noraliya, Nuriye adında, babası tarafından Türk, fakat yabancı bir aile çerçevesi içinde büyümüş bir kızın adıdır. Bu kız romanda yoktur. Yalnız koltuğu vardır. Bu koltukta romandan evvel ölen Matmazel Noraliya değil, eserin bütün meseleleri oturur. Yani bu koltuk bir semboldür. Roman okunmadıkça onun ne kadar esaslı bir rolü olduğu anlaşılamaz.

Tercüme hissi vermesinden müteessirim. Okununca her parçasında Türk kalbinin çarptığı görülecek olan bu romana o isimden başka ismin yakışmadığı kabul edilecektir.

On beş sene evvel bir yaz günü beni Büyükada’da bir eve götürdüler. Orada adı Noraliya’ya çok benzeyen bir kız tek başına yaşıyordu. Seksen yaşında bir kız. Babası Türk, anası yabancı, mükemmel Türkçe ve Fransızca konuşuyordu.

İnsanlardan tiksinerek köşke çekilmişti. On yedi sene sahibi olduğu dükkânların aylığını almak için bile Büyükada’dan İstanbul’a inmemiş, yeni köprüyü ve elektrikli tramvayları görmemişti. Bütün ömrü hayal sükûtlarıyla geçmiş, ana tarafından vefasızlıklar görmüş, sevdiği ile evlenememiş, iftiralara uğramış, insanlar hakkında iyi telakkilerinin hepsi yıkılmış bir kız. Bir tek emeli kalmıştı. Madendeki mezarlıkta, çiçeklerini kendi eliyle çocukları gibi büyüttüğü mezara girmek.

Gündüzleri bile panjurları kapalı, içinde mumlar yanan bir odada, ufak yapılı olduğu için bir çocuk iskemlesi kadar küçük ve alçak bir koltukta oturuyordu. Fakat güneş onun içindeydi. Aydınlık ve sıcak bir ruhu vardı. Fevkalâde güzel konuşuyordu. Kültürlü idi. “Vanitas vanitatum, et omnia vanitas”… Bu dünyada her şeyin nafile bir kibir ve azametten başka bir şey olmadığını anlatan bu Latince sözü birkaç defa tekrarlamıştı. Akşam üstü ondan ayrılıp da madene doğru yürüdüğüm zaman bütün ömrümde eşine rastlamadığım tesirlerden biri altında ürperdiğimi hissettim. Bu ürperme uzun zaman devam etti.

Matmazel Noraliya’nın romanı doğuyordu. Fakat zihinde büyüyüp kâğıda çıkabilmesi için on iki sene lâzım geldi. İki garip tesadüfü de kaydediniz:

Birincisi Noraliya romanının tam mevzuunu on iki sene sonra Maden’de o kızın evinin birkaç ev aşağısında oturduğum köşkte kararlaştırmamdır. İkincisi garip ve hazin bir hikâyedir. Matmazel Noraliya’nın iskele civarında da bir evi ve akrabaları vardı. Üç sene evvel bu evin önünden geçerken herhalde ölmüş bulunan Noraliya’nın akıbetini merak ettim, oradaki eczacı dostuma sordum, birdenbire ve parmağıyla uzakta bir noktayı göstererek “İşte Noraliya gidiyor,” dedi. Koştum, yakalayamadım. Fakat şüphem vardı, akrabasının evine uğradım, ailede iki Noraliya olduğunu ve benim aradığımın on sene evvel bir ameliyat neticesinde öldüğünü ve son hayal sükûtuna uğradığını öğrendim. Çünkü eliyle yetiştirdiği mezara gömülememişti.

Son hayal sükûtu ne idi?

Balıklı’da öldüğü için, kim bilir nasıl bir aile ihmaline veya kimsesizliğinden gelen bir anlayışsızlığa yahut da son bir düşmanlığa kurban olmuş ve hastane yakınlarındaki mezarlığa atılmıştı.

Yalnız bütün romanda Noraliya’nın hayatı birçok insan kaderleri arasında bir safhadır. Romanın mevzuu, onun hayatından ibaret değildir.

Roman ne zaman bitecek? Ve ne zaman basılacak?

Roman bitmek üzerledir. Sonbahardan sonra Nebioğlu Yayınevi tarafından kitap halinde basılacaktır. Gazetelerde tefrika edilmeyecektir.

Bu romanda dünyanın hiçbir romanında bulunmayan bambaşka bir teknik kullandım. Fakat bu, romanın klasik temellerini muhafaza eden ve okuyucuya yabancı gelmeyeceğini ümit ettiğim bir tarzdır. Bazı konferanslarımda bunu izaha çalıştım. Fakat bütün sanat nazariyeleri isabet ölçüsünü, nazari izahlarda değil, sanat eserinin kendisinde bulur. Kitabımın nasıl karşılanacağını tahmin edemiyorum. Yalnız benim hükmüm şudur. Matmazel Noraliya’nın Koltuğu’ndan evvel roman adına layık hiçbir kitap yazmadığımı sanıyorum.

 

Notlar:


[1] Romanın adı uzun ve zor bulunduğu için yayınlandığı dönemde bu şekilde kısaltılmış bazı eleştirmenler ve köşe yazarları tarafından. Ben de yazının kalanında romanın ismini Noraliya olarak kullanacağım.

[2] Aslında tek olmaya da bilir. 1925 yılında Server Bedi takma adıyla yayınlanan Cingöz’ün Esrarı romanının tefrikalarına da henüz rastlayamadım. Araştırdığım kadarıyla rastlayan da olmamış.

[3] “Türk Romanında Yeni Bir Çağ” Yusuf Ziya Ortaç, Ulus, 24 Mayıs 1949

[4] “Edebiyatımızda Yepyeni Bir Çığır Açan Eser” Halit Fahri Ozansoy, Son Posta, 4 Mayıs 1949

[5] “Peyami’nin Noraliya’sı” Burhan Belge, Haftalık Siyasi Mektup, 26 Mayıs 1949

[6] “Matmazel Noraliya’nın Koltuğu” Rıza Ruşen, Her Gün, 20 Mayıs 1949

[7] “Peyami Safa’nın Son Romanı” Tacettin, Son Saat, 1 Mayıs 1949

[8] “Peyami Safa’nın Cevabı” Son Saat, 7 Mayıs 1949

[9] Her Hafta, sayı: 62, 28 Ağustos 1948