Bir rüya gördüm. Rüyayı hatırlamıyorum, o sabah da hatırlamıyordum, rüyadan yalnızca bir kırıntı kalmıştı elimde: Kırmızı Defter. Kırmızı Defter’i okuyacağım ve hayatım değişecek
14 Şubat 2019 09:00
Paul Auster hayatımı değiştirecek sanıyordum. 2000’lerin ortalarında olmalı, Datça’nın büklerinden birinde, hayatımın en güzel günlerini geçirirken, hayatımın kötü bir şaka olduğunu düşünüyor, bir çıkış yolu arıyordum. Mutluydum ve mutlu olduğumu bilmiyordum.
M. ile liseden en iyi arkadaşımız S.’ye yamanmış, aile boyu tatillerine yancılık yapıyorduk. Üçümüz de farklı şehirlerde üniversite okuyorduk, uzun uzun ve zamanlı zamansız telefon konuşmalarıyla birbirimizin geçmişinde kalmadığımıza inanmaya çabalıyor, giderek uzaklaştığımızı birbirimizden saklıyorduk. --Birbirimizden, bunu kaç kere sildim, kaç kere, kendimizden, yazdım.
O yaz, gün aşırı pek bir mânâ veremediğim kabak çiçeği dolması yer, O. ile Ş. Teyze’nin arabasında Ceza dinler, tavla ve tatilcilik oynar, ve her fırsatta M. ile el ele verip S.’nin tatilini burnundan getirirken, 2000’lerin ortalarında olmalı, daha Ece Temelkuran okuyor, Cem Yılmaz’a gülüyorduk, ilk kez geceyi tek başıma sahilde geçirdim ve bir rüya gördüm. Rüyayı hatırlamıyorum, o sabah da hatırlamıyordum, rüyadan yalnızca bir kırıntı kalmıştı elimde, ben bir cevher bulduğuma inanıyordum: Kırmızı Defter. Kırmızı Defter’i okuyacağım ve hayatım değişecek. –Bu cümleyi hâlâ geçmiş zamanda kuramıyorum.
Kırmızı Defter’i okumak zorundaydım. Ne yapıp edip Kırmızı Defter’i okumak zorundaydım.
Kırmızı Defter ne bilmiyordum, böyle bir kitap var mı, varsa kim yazmış, Türkçe mi, bildiğim bir dilde mi, okuyabilir miyim, hiç fikrim yoktu. Kimse, S. bile bilmiyordu. Kaldığımız pansiyonda üç beş kitap vardı ve aralarında, inanması güç ama, Kırmızı Defter yoktu.
Datça’da, o yaz, her yerde Kırmızı Defter’i aradım. Migros’ta Kırmızı Defter yoktu, yani hiçbir yerde yoktu, ama bizimkiler bal, badem tadar, İstanbul’dan kaçmışların dükkânlarında takı makı bakarken, ben her vitrinde, her tezgâhta, her masada, Kırmızı Defter’i aradım. İnsanlara sordum, biri biliyor olmalıydı, hayır, sahilde yürüdüm, boş dolu, bütün şezlongları taradım, herkesin elinde avucunda ne var baktım, yoktu, Emre Kongar ve Zülfü Livaneli dışında kitap yoktu.
Tatil bittiği için rahatlamıştım. Bursa’ya gidiyoruz, Kırmızı Defter’i bulacağım ve hayatın ilmeğini çözeceğim. Bir şey var, ne, neden bilmiyorum, belki de yalnızca benim çözebileceğim bir şifre, bir cümle var belki, prangabent beni kurtaracak. –Kitapları bir hikmet bulacağım diye itimatla okuduğum zamanlardı.
Bursa’da Kırmızı Defter’i bulamadım, sipariş bir hafta 10 güne gelir, bekleyemezdim, o zamana dek, şimdi bu kapının ardında, bir sonraki kitapçıda, belki öteki kütüphanede Kırmızı Defter karşıma çıkabilirdi, bir hafta 10 gün bekleyemezdim, çok geçti, zaten geç kalmıştım. Yaz bitti, kitabı bulamadım.
İstanbul’a dönünce, Kırmızı Defter’i arıyordum hâlâ, sonunda İstiklal’de bir kitapçıda buldum, arka kapağı okudum, gittim geldim, başka kitaplara baktım, Kırmızı Defter’e göz attım tekrar ve çıkıp gittim. Kitabı almadım, neden bilmiyorum. İstiklal’e her gittiğimde, o kitapçıya uğradım ve Kırmızı Defter’i elime alıp karıştırdım, karıştırdım ama okumadım, gittim geldim, baktım, birkaç ay böyle geçti. Sonra, kitap artık yoktu.
Bir seher vakti, sonbahar başları olmalı, Güney’e indim. O saatte neden ayaktaydım bilmiyorum, yine son dakikaya ödev falan bırakmıştım herhalde, manzaraya gittim; aslında tam zamanı, sabahlayan sevgililer yeni dağılıyordu, ilk derse gireceklerin ise kahvaltıya gelmesine daha vardı.
Bir banka kuruldum. Belki bir şeye sıkılmıştım, belki Oscar kazandığım bir hayalin pençesindeydim, ayıldığımda, yanımda E.L.’cilerin uzaktan bayıldığı F. vardı, kitap okuyordu. F. ile ilk kez o sabah orada konuştuk.
F. derse gitti, ben de kalkıyordum, bir şey unuttum mu diye bakınırken, F.’nin oturduğu yerde duran kitabı gördüm: Kırmızı Defter. Kırmızı Defter’i o bankta okudum.
F.’ye defalarca sordum, neden bu kitap, neden şimdi, neden bana bıraktın, ele gelir bir cevabı yoktu, bilmiyordu, öyle hissetmişti, içinden gelmişti falan. –Ben olsam, O gün oraya o kitabı sana vermek için geldim, derdim.
Kırmızı Defter’i o gün o bankta okudum ve mânâsız, saçma sapan, ipe sapa gelmez bir kitap olduğunu düşündüm. Bunu düşünürken, benim de yavaş yavaş bir Paul Auster karakterine dönüştüğümün farkında mıydım, bunu şimdi mi anlıyorum, bilmiyorum.
Şimdi, yıllar sonra Kırmızı Defter’i elime aldığımda, bu kopyanın aylarca İstiklal’de gidip gelip baktığım, belki bin kere karıştırdığım o kitap olduğunu adım gibi biliyorum.
Şimdi, sayfaların arasında Paul Auster’dan çok ben varım, kesişen kesişmeyen hayatlarımız orada bir yerde, içinde yaşadığım dünya benden sürekli kaçarken, F.’den kalan sayısız hatıra, bir başka eski sevgilinin -M.’nin- resimleri, bir aşk mektubu, orada duruyor.
Kitapların asla bitirilmediğini öğrendim.