Kitap endüstrisi edebiyat üretiminin değerini bilmiyor

Britanya’nın en saygın bağımsız yayınevi Canongate’in yayın yönetmeni Jamie Byng: Kitap endüstrisi olarak yüzyıllardır üretilen eserlerle kurulan büyük edebiyat birikiminin değerini bilmiyoruz. “Yeni”ye takılıp kalmış durumdayız

Jamie Byng, Edinburgh merkezli bağımsız yayınevi Canongate Books’un yayın yönetmeni. Soylu bir aileden gelen Byng, 90’lı yılların başında saygın ama malî sıkıntılar içerisindeki Canongate’te gönüllü olarak çalışmaya başlıyor. 1994’te yayınevinin iflasın eşiğine gelmesiyle birlikte, ailevi bağlantılarını da devreye sokan Byng, kurumun satınalmasını üstleniyor ve 18 ay önce stajyer olarak kapısından içeri girdiği kurumun yayın yönetmeni oluyor.

İlk etapta, Britanya edebiyat çevrelerinde büyük bir huzursuzluğa yol açıyor bu durum. Edebiyat dünyası ile tabloid basınının aynı argümanları kullandığı ender bir dönem başlıyor: Şımarık zengin çocuk, ailesinin parasını çarçur ediyor. Yayınevini kesin batıracak…

Jamie Byng 23 yıldır Canongate’in yayın yönetmeni. Kurumun başına geçtiğinde nispeten “marjinal” bir kimliği olan yayınevi, bugün Britanya’nın en başarılı bağımsız yayınevi olarak gösteriliyor. 2004’te Yann Martel’in beyazperdeye de aktarılan Booker Ödüllü Life of Pi kitabını yayımlayarak hem yayınevinin adını saygın kurumlar arasına yazdırıyor, hem de kitabın iki milyona yakın kopya satmasıyla kayda değer bir maddi başarı elde ediyor. Bu süreçte yayınevinin bastığı yazarlar; Geoff Dyer’dan Alan Cumming’e, Barack Obama’dan A.S. Byatt’a, İsmail Kadare’den Nick Cave’e, Stephen Fry’dan Margaret Atwood’a geniş bir skalaya yayılıyor. Canongate iki kere Yılın En Başarılı Yayınevi Ödülü’ne değer görülüyor.

Üstelik Byng, Britanya’da bir gecede bir milyon insana bir milyon ücretsiz kitap dağıtma hedefiyle 2011’de yola çıkan ve bugün 25’e yakın ülkede eşzamanlı olarak gerçekleştirilen Dünya Kitap Gecesi’nin de fikir babası ve kurucusu. Bir gün Dünya Kitap Gecesi’ne fon sağlamak için Londra Maratonu’nu koşarken, ertesi gün Buckingham Sarayı’nda Kraliçe II. Elizabeth’e kokain kaçakçılığını anlatan bir kitap verebiliyor.

Canongate, Ağustos sonunda Ahmet Altan’ın Son Oyun romanını Endgame adıyla Britanya’da yayımlayacak. Kitapla ilgili temaslarda bulunmak üzere İstanbul’a gelen Jamie Byng ile bağımsız yayıncılığın mücadelesi, yayıncılık tecrübesi, kitapların önemi, Canongate ve Dünya Kitap Gecesi üzerine konuşmak üzerine buluştuk.

Fakat Byng, her şeyin ötesinde bir kitap tutkunu olarak tanımlanabilir. Benim sıcaktan son nefesimi vermeye hazırlandığım buluşma noktamıza, o koltuğunun altında Terry Gilliam’ın henüz yayımlanmamış anıları, David Eagleman’ın öyküleri, Michel Faber’ın romanları ve kalın bir not defteriyle geliyor. Usulen edilen “İstanbul ne kadar güzelmiş” minvalinden birkaç tatlı sözün hemen ardından sözü kitaplara getiriyor ve muhakkak okumam gereken kitapları saymaya başlıyor.

Yayıncılık onun işi. Fakat kitaplardan söz ederken, heveslilerin ilk görüşte aşk karşısında duyduğu bir heyecanla, aralıksız konuşuyor. Dolayısıyla okurluktan başlıyoruz söze. Söz, Jamie Byng’de…

Sizi biraz araştırınca insanın kafasının karışmaması mümkün değil: Kitap dünyasının kötü çocuğu, piyasa devlerini alt eden adam, DJ, işletmeci, koşucu, soylu bir aile… Jamie Byng’in bu hareketli hayatında okurluk nerede durur?

Merkezinde. Sanırım bu tamamen hikâyelerin insanlar üzerinde ne etkiler yapabileceğine, insanları birbirine bağlama gücüne olan tutkumdan kaynaklanıyor. Ben özünde zaten sanatın ve dilin insanları birleştirme gücünden etkileniyorum; bu yazılı bir dil de olabilir, görsel bir dil de olabilir, sözsüz bir dil de olabilir… İhtimal ki biliyorsunuzdur; bundan yıllar önce, Canongate’le ilişkim başlamadan önce küçük bir bar işletiyordum. Chocolate City, o küçük bar benim hayatımda çok önemli bir tecrübe olarak durur, çünkü daha o zamanlarda eğer bir işe varını yoğunu vereceksen, bunun gerçekten çok sevdiğin bir şey olması gerektiğini öğrendim. Bütün enerjini, bütün çabanı bir işe verdiğinizde, şanslıysanız başarılı da olduğunuz ama asıl önemlisi tutku duyduğunuz ve belki de hayatınızın geri kalanı boyunca- hayatımın geri kalanını düşünmüyorum tabii ki, istediğiniz kadar diyelim- yapacağınız bir işi bulmuş oluyorsunuz. Yine aynı dönemde, kendi zevklerinize güvenmeniz gerektiğini; kitlenin neyi sevip sevmeyeceğinin, hangi şarkıda dans edip etmeyeceğinin derdine düşmeden öncelikle sizin hangi şarkıda dans etmek istediğinize karar vermeniz gerektiğini öğrendim. Herkesin zevki kendine güzeldir tabii, ama kabul edelim ki bazılarının zevkleri diğerlerine kıyasla daha ilgi çekici olur. Benim de şu filmi görmelisin, şu grubu dinlemelisin, şu kitabı okumalısın dediğinde koşulsuz görüşlerine güvendiğim insanlar var.

Bütün bunların, sizin bir yayınevi yöneticisi olarak aldığınız kararlarda ne gibi bir etkisi oluyor?

Sanırım benim yayınevi yöneticiliği tecrübemi de özünde bütün bu inançlar yönetiyor. Ben hayatta önemli, ilginç, zevkli, eğlenceli, özgün, dünyaya farklı bir pencereden bakmamı sağlayan, insanlara ve hatta kendime farklı bir pencereden bakmamı sağlayan şeyleri arıyorum ve böyle şeyleri bulduğumda da bunların mümkün olduğunca çok insanın eline geçmesi için uğraşıyorum. Oldum olası, böyle önemli, benim merakımı celbeden ve zevkime uygun şeylere karşı tutkulu bir enerjiyle yaklaştım. Zevk dedik, eğer merak duyuyorsanız, zevkleriniz de zamanla gelişiyor. Ayrıca merak da her zaman başkalarında, daha önce gidilmiş yollardan gitmemeyi göze alan ve başkalarının fikirlerine karşı hep açık görüşlü olan insanlarda hayranlık duyduğum bir özellik olmuştur.

Bir söyleşinizde yöneticiliğe başladığınız dönemler için “Kitaplar hayatımdaki en önemli şey değildi” demekten kaçınmıyorsunuz. Aşağı yukarı 20 yıl bir yayınevini yönetince, okurluk mesleki bir deformasyona dönüşüyor mu?

Ben 23 yıldır Canongate’te çalışıyorum ve bu süreç içinde edebiyata, hikâyelere ve kitaplara olan sevgim ve hayranlığım sadece arttı. Ayrıca edebî bilgim de arttı, çünkü yaratım sürecini, kişiden kişiye ne gibi farklılıklar gösterdiğini de görme şansım oldu. Çünkü okudukça öğrendim, okudukça sevdim. Şunu vurgulamam gerekiyor; biz Canongate’te bütün ifade biçimlerini kapsamaya özen gösteriyoruz ve çok da şaşırtıcı olmayan bir şekilde kendilerini sadece yazar olarak tanımlamayan ama çok iyi yazan insanlarla da birlikte çalışıyoruz. Mesela Terry Gilliam’ın anılarını yakında yayımlayacağız. Terry önemli bir yönetmen olarak saygı görür ama bence aynı zamanda olağanüstü bir yazar, bir yaratıcı deha ve çok iyi bir anlatıcı. Tabii ki hayatını yazarak kazanan insanlarla da çalışıyoruz ama bununla sınırlı kalmıyoruz. J.J.Abrahms yine çok iyi bir yönetmen olarak bilinir ama inanılmaz başarılı bir yazardır; Nick Cave sadece bir müzisyen olarak tanınır; Miranda July bir sürü şey yapıyor, ne olarak tanındığını da pek kestiremiyorum ama çok başarılı bir yazardır. Müzisyen kimliğiyle, şarkıları ve gruplarıyla benim genç bir adam olarak gelişimimde inanılmaz bir etkisi olan Gill Scott Heron, aynı zamanda politik ve sosyal durumlara yaklaşımıyla, politik zekâsıyla inanılmaz bir yerde durur ve benim için de adeta bir baba figürü gibidir. Zaman içinde çok da yakınlaştık, ben onun yazdığı her şeyi yayımladım, hayatını kaybettikten sonra anıları da Canongate’ten çıktı…

Murat Şevki Çoban ile Jamie Byng

Bu sözlerinizden Canongate’in kalıpların dışında düşünmeye ve davranmaya önem veren bir kurum olarak portresi çıkıyor. Sanırım sözü Letters Live etkinlik dizisine getirebiliriz…

Evet, Letters Live gibi bir etkinlik dizisi, aslında bizim Canongate olarak yıllardır yapmak istediğimiz ve küçük ölçekte yaptığımız şeylerin şekil bulmuş hali gibi oluyor. Çünkü ortada bir internet sitesi olarak başlayan, zamanla Letters of Note adlı şahane bir kitaba dönüşen ve Aralık 2013’te Nick Cave, Gillian Anderson, Benedict Cumberbatch gibi isimlerin biraraya geldiği bir buluşma sonrasında zamanla bir etkinlik dizisine çevirdiğimiz bir şey var. Ve işte bir kez daha olağanüstü materyali, ki bu durumda mektup oluyor, canlı izleyicilerle yeni ve farklı bir forma büründürmüş oluyoruz. Ben DJ’lik yaptığım dönemlerde de güncel hip hop çalardım ama bir yandan erken dönem siyah Amerikan cazı, reggae de çalardım. Sanıyorum bütün bunlar zaman içinde benim bir birey olarak kişiliğimi dönüştürmekle kalmadı, aynı zamanda bir yayıncı olarak da kişiliğimi oluşturdu. Bir yayıncı olarak en önemsediğim şey eserin kalitesi ve ne kadar güncel olduğu, sonrasında bana düşen ise bu eseri dünyaya yaratıcı ve yeni bir şekilde sunabilmek. Bu bakımdan mesela Letters Live etkinlikler dizisi, başlangıçta Letters of Note kitabını tanıtmak açısından oldukça başarılı oldu, ama zamanla bu misyonunu da geride bırakıp, son derece başarılı ve bağımsız bir etkinlik dizisine dönüştü. Bugüne dek 14 etkinlik gerçekleştirdik. Nisan’da okurla buluşan, Benedict Cumberbatch’in evsahipliği yaptığı son etkinlikte mesela sekiz bin bilet satıldı; Ian McKellen, Kylie Minogue, Russell Brand, Tom Hiddleston, Sally Hawkins gibi pek çok isim sahne aldı.  

Bu tarz etkinliklerin insanlarda okuma alışkanlığını arttırdığını, edebiyata yönelik bir iştah yarattığını düşünüyor musunuz?

Kesinlikle. Ben okumanın bir meditasyon türü, bir ibadet türü olduğunu düşünüyorum. Okuma, insanın kendi fiziki varlığı da aşan bir tecrübe. Okurken bir anda kendinizi bir başka insan gibi hissetmeye başlıyorsunuz; büyük yazarların özellikle vurguladığı üzere, insanlar arasında empati oluşmaya başlıyor ve aslında yalnız olmadığınızı da fark etmeye başlıyorsunuz. Okumanın böyle bir büyüsü var; fakat bir yandan da okurları biraraya getirmenin, başka kitap meraklılarıyla buluşturmanın veya normalde bir kitaba yolu hiç düşmeyecek birini belirli bir kitaba çekebilmenin uzun vadede okurluk oranında kaliteli bir artışa da yol açacağını düşünüyorum. Bu yüzden Canongate’in devamlı farklı şeyler denemeye, yenilikler peşinde koşmaya, ilk bakışta birbiriyle bağlantılı gibi görünmeyen şeyler arasında bağlantılar kurmaya devam edeceğini düşünmekten hoşlanıyorum.

Canongate’in başına geçtiğiniz dönem için “Aklı biraz çalışan 10 yaşında bir çocuk bile, ne yaptığım hakkında en ufak bir fikrim olmadığını söyleyebilirdi” diyorsunuz. Bugün Canongate Britanya’nın en önemli bağımsız yayınevi kabul ediliyor. Şimdi bakınca, ne yaptığınızı gerçekten bilmiyor muydunuz yoksa süreç içinde mi öğrendiniz?

Hâlâ öğreniyorum; ne yaptığınızı veya neler yapabileceğinizi tamamıyla anladığınızı bir saniye bile düşünürseniz, asıl öğrenmeniz gereken dersleri göz ardı etmiş olursunuz. Doğru, Canongate’te çalışmaya başladığımda hiç tecrübem yoktu ama şimdi baktığımda bunun en büyük şansım olduğunu da düşünmüyor değilim. Çünkü bu tecrübesizliğim sayesinde işlerin nasıl yapılması gerektiğini de bilmiyordum, kimse bana burada işler böyle yürür dememişti. Evet, diğer yayıncılardan, diğer insanlardan çok şey öğrendim ama bu da ben öğrenmeye istekli olduğum için, ne kadar az şey bildiğimin farkında olduğum için oldu. Ben hayatla iş arasında bir hiyerarşi kurmuyorum veya ikisini birbirinden ayırmıyorum. Evet, bazı zamanlar bir ofiste oturup çeşitli yazışmalar yapmam gerekiyor ama ister o yazışmaları yapıyor olayım, ister yemek pişiriyor olayım, isterse DJ’lik yapıyor olayım, o anda, o ânın içinde yaşıyorum. Hayatımı bölmelere ayırmıyorum; her ne yaparsam mümkün olduğunca eğlenceli yapmaya ve keyif almaya, hayattan keyif almaya özen gösteriyorum. Hayattan keyif almaya başladığınızda, bence yaptığınız işte de daha başarılı oluyorsunuz.

Ben kendimi bildim bileli insanların “Zor zamanlar” dediğini duyuyorum. Kitaplar için zor zamanlar, kimse okumuyor, derken dijital devrim geldi, öz- yayıncılık vs derken, sanki bu argümanlar hiç kaybolmuyor. Britanya’nın en başarılı bağımsız yayınevinin yöneticisi ve bundan çok keyif alan biri olarak, yayıncılık dünyası zor zamanlardan geçiyor diyecek misiniz?

Evet, gerçekten zor zamanlar. Giderek kolaylaştığını söyleyemezsiniz. Kaldı ki kolaylaşmasını da istemem şahsen; kolay başarılan bir şeyin ilginç ve ilgi çekici olacağına pek ihtimal vermiyorum. Ama bugün yaptığım işi yaparken, şimdiye kadar duyduğum heyecandan çok daha fazlasını hissediyorum. Çünkü artık imkânlarımız daha fazla, bu imkânlar işimizi belki kolaylaştırmıyor ama en azından imkân olması, daha yaratıcı fikirler geliştirmenizi, daha ilginç içeriklerle daha geniş kitlelere ulaşmanızı da mümkün kılıyor. Dijital çağ bu bakımdan inanılmaz derecede heyecan verici: Diyelim ki Twitter’da 5 milyon takipçiniz var; bir anda adeta bir kanaat önderi gibi bir niteliğe kavuşuyor, insanlarda çeşitli hususlarda farkındalık yaratma gibi bir imkâna kavuşuyorsunuz. Eğer bu gücü mesela yolsuzluklara dikkat çekmede, hukuksuzluklara vurgu yapmada kullanırsanız, evet bu bakımdan zamanların en iyisindeyiz. Şuanda dünya tarihinde hiç olmadığı kadar yolsuzluk olduğunu söyleyebilirsiniz. Britanya’da durum kesinlikle böyle. Büyük ihtimalle siz de Türkiye için aynısını söylersiniz. Britanya demokrasisinin sağlıklı işlediğini söylemek mümkün değil; Amerika deseniz daha kötü. Ama bütün hükümetlerin tabiatı gereği zaten yozlaşmış olduğunu da söyleyebilirsiniz, eskisine kıyasla “ye kürküm ye” devrinin çok daha acımasızca hüküm sürdüğü bir dünyada yaşadığımızı, dünyada ikiyüzlülüğün alıp başını gittiğini de söyleyebilirsiniz…

Peki, bütün bu ikiyüzlülük ve yozlaşma karşısında bir yayınevine düşen sorumluluklar var mı?

İşte, yayınevleri elinden geldiğince bu konulara ışık tutmaya çalışmalı. Her bir bireyin birbiriyle, toplumla, dünyayla bağlantılı olduğu, kültürden ekonomiye her şeyi kapsayan muazzam bir sistemin parçalarıyız. Kimse tek başına buna karşı duramaz. Kısa bir süre önce Amir Amirani’nin We Are Many adlı olağanüstü belgeselini izledim. Dokuz yıldır hazırlıkları süren bir çalışma ve Bush ile Blair’in Irak’a karşı savaş açmak için ne yalanlar attığını adım adım, ayrıntılı bir şekilde anlatıyor. Benim filmde asıl hoşlandığım şey şu oldu; film bana her ne kadar dünyada bu büyük kötü güçler olsa da, birleştiğinde sayısı az da olsa bir grup insanın değişiklik yapabileceğini hatırlattı. Bence bu inanca ve bu umuda tutunmalıyız. Yılın başlarında Iain Overton’ın Gun Baby Gun adlı kitabını yayımladık; dünyadaki silah ekosistemini anlatıyor. Kitapta yazar: Dünyadaki tabancaların yüzde 75’ine yakınını sadece altı ülke üretiyor. Bu ülkelerden biri de Amerika. Ve bu silahların dünyada neden olduğu hasarın haddi hesabı yok. Düşünün, Irak’ın işgal edilmesinin ardındaki sözde neden neydi? Kitle imha silahları. Amerika zaten hâlihazırda dünyayı mahveden silahları üretiyor. Irak’ta bir milyona yakın insan öldü. Bu düpedüz bir savaş suçu. Ve ne Bush, ne Blair yargılandı; üstelik göz göre göre, bile bile yalan söylemelerine rağmen. Demek istediğim, Amir Amirani gibi biri böyle bir film çektiğinde dünyanın akıbetini birden değiştiremeyeceğini gayet iyi biliyor, ama yine de bu düzeyde söylenen yalanların, ikiyüzlülüğün nelere neden olduğunu anlatarak aslında hem şuanda yaşayan nesilleri, hem de gelecek nesilleri aydınlatıyor.

Siz de bir yayınevi olarak bunu yapmaya çalışıyorsunuz o zaman?

Evet, bu tartışma ortamına katkıda bulunuyorsunuz. Ben bir yayıncı olarak sadece sabun köpüğünden ibaret kitaplar basmakla ilgilenmiyorum. Bu, bu tarz kitapları yargıladığım anlamına gelmesin; yazanlar ve okuyanlar olduğu sürece bize söz söylemek düşmez. Ben sadece şahsen bu tarz kitapları yayımlamakla hiç ilgilenmediğimi söylüyorum. Bana kalsa, hiç yayımlanmasalar daha iyi. Çünkü o tarz kitaplar yüzünden asıl ilginç, asıl eğlenceli olan kitaplar basılamıyor.

Peki, bir yayınevi olarak mesela Overton’ın Gun Baby Gun kitabıyla Michel Faber’ın Under the Skin romanı arasında; kurmaca ile kurmaca- dışı arasında; hatta roman, şiir ve öykü arasında hiyerarşik ayrımlara gidiyor musunuz?

Hayır, kesinlikle. Hatta böyle kategorilere ayırmaya hiç paye vermemeye çalışıyoruz. Tabii ki teorik olarak şiir nedir, roman nedir, kurmaca dışı nedir gibi ayrımların ne demek olduğunu, ne anlama geldiğini biliyorum. Şöyle söyleyebilirim; birkaç gün önce E.L. Doctorow hayatını kaybetti, üniversitede edebiyat okurken onun bir sözüne rastlamıştım. Doctorow, özellikle Ragtime romanı bence bir başyapıttır, şöyle der: “Ne gerçek var, ne de kurmaca; sadece anlatı var.” Picasso da “Sanat gerçek değildir. Sanat gerçeği söyleyebilmemiz için söylenen bir yalandır” der. Buna inandığınızda, ki ben yürekten inanıyorum, neye gerçek neye kurmaca dediğinizin çok da önemi kalmaz. Kurmaca ile kurmaca dışı arasında tek farkı dil üzerinden tanımlayabiliriz, şayet tanımlayabilirsek. Evet, bir şair veya romancı olarak dili kullanırken daha geniş bir oyun alanınız olabilir ama “kurmaca dışı” yazan pek çok yazarın da en az benzer bir maharetle dili kullandığını biliyorum. Ben aslında oldum olası kurmacaya daha yakın hissetmişimdir kendimi ama sanırım son 2- 3 yılda bu değişmeye başladı. Canongate’in de bastığı kitaplar eskiden kurmaca ağırlıklıydı, son yıllarda kurmaca dışı daha fazla olmaya başladı.

Yayıncılık açısından zor zamanlar olduğundan bahsederken, aslında dünya ahvaline değindiniz. Ben bağımsız bir yayınevi olarak, Hachette- Random House gibi piyasa devlerine karşı nasıl ayakta durabildiğinizi de merak ediyorum…

Küçük olmanız, yaratıcı olamayacağınız, yenilikçi olamayacağınız, kaliteye o kadar da önem vermeyeceğiniz anlamına gelmez. Evet, belki finansal kaynaklarınız diğerleri gibi sınırsız olmayacaktır ama sınırsız kaynaklar da çeşitli sorunlar doğurabilir: Yaratıcılığı öldürebilir, sizi daha az risk almaya yönlendirebilir. Biz her zaman cesur olmaya çalışıyoruz. Tabii ki büyük yayınevleri de cesur olabilir, ayrıca söylemeliyim ki; büyük yayınevlerine de çok büyük saygı duyuyorum, zaten pek çok kitabın hakları için büyük yayınevleriyle birlikte çalışıyoruz. Fakat Hachette, Random House gibi yerler özünde kimliği olmayan kurumlar; sanıyorum mesela bir yazar için küçük bir kurumla çalışmak daha faydalı bile olabilir; daha yakın ve doğrudan ilişkiler kurabilirler. Oysa büyük yayınevleri zamanla çok daha katı olmaya başlıyorlar ve bu tarz kurumlarda çalışan bazı çok yetenekli yöneticilerin, editörlerin de bundan rahatsızlık duyduğunu biliyorum. Yaratıcı ekipleri, kitabın kapağını kimin yapacağını sözgelimi, üç aşağı beş yukarı hep belli oluyor. Mesela biz Canongate olarak daha esnek davranma imkânına sahibiz. Büyük kurumlardan daha iyi iş çıkardığımızı veya onların hiç iyi iş yapmadıklarını söylemiyorum; dünyanın en büyük bazı yazarları büyük gruplar tarafından yayımlanıyor. Evet, şuanda yayıncılık dünyası zor zamanlar geçiriyor, biz zor zamanlar geçiriyoruz. Ama bu zorluk küçük olmamızdan kaynaklanmıyor, büyük gruplar da zor zamanlar geçiriyor. Yayıncıların kitabevlerine bıraktıkları kâr marjları eskisine oranla daha yüksek; bu, matbu kitapların satışından elde edilen gelirin son yıllarda büyük düşüş göstermesine neden oldu. Ama öte yandan, dijital çağla birlikte e- kitap olanakları da yeni bir kazanç yolu olarak yayınevlerinin önünde yeni imkânlar açtı. Yani, değişimler beraberinde hem başa çıkılması gereken zorluklar, hem de yeni imkânlar getiriyor.

Mesela yayınevinin internet sitesinin yeniden yapılandırılması ve Canongate TV adını alması da, sürekli vurguladığınız yenilik arayışının bir parçası mı? Bir yayınevine kıyasla epey sıra dışı bir internet siteniz var.

Evet, yayıncılığın özüne dönmesi gerektiğini düşünüyorum. Yayıncılık özünde bir şeyi yaymaktır, halka yaymak, görünürlük kazandırmaktır. Bir DJ de, bir sinemacı da, bir yazar da aslında bunu yapar: Yeni fikirleri halka yayarlar. Bugün bir tanıtım filmi çekebiliriz ve dünyanın dört bir yanında internet bağlantısı olan herkes bunu izleyebilir; daha önceden ulaşma imkânımız hiç olmayan insanlara artık ulaşabiliriz. David Eagleman’ın Sum kitabı için Nick Cave, Emily Blunt, Stephen Fry kitaptan okumalar yaptılar; canlı etkinlikler düzenlendi; bunlar internet sitesinde yayınlandı ve bu kitabın hiç ulaşmayacağı bir okur kitlesinin ilgisini çekti. Kitabı hem matbu hem audio kitap, hem de canlı etkinlikler olarak insanlara sunduk. Yayıncılığın da kitabı yeni formlara sokmakla ilgisi olduğunu düşünüyorum. Bir kitabı okumadan önce, sizi nerelere götüreceğini bilemezsiniz; bilmemelisiniz de zaten. Eğer aklınızda net fikirler varsa, yapabileceğiniz şeyleri de en başta sınırlamış olursunuz. Esnek ve açık fikirli olmak gerekiyor.

Ve Dünya Kitap Gecesi… İlk başladığında, eleştirel sesler yoğunluktaydı: Küçük kitabevlerinin yıkımına yol açacağınız, bu “olay”ın kitap piyasasını emip bitireceği söylendi. İnsanlara ücretsiz kitap dağıtmanın yayın dünyası ve toplum açısından ne gibi bir getirisi var?

Ben sürekli kitap dağıtıyorum zaten. Konuşmamızın başına dönecek olursak; okumak, okur yazarlığın önünü açar ve ben de okur yazarlığın hayatın size sunabileceği potansiyeli gerçekleştirmenin en önemli safhası olduğunu düşünüyorum; okur yazarlık bu yüzden en temel insan hakkı olarak kabul edilmeli. Okuryazarlık sadece birey için değil, toplum için de büyük önem taşıyor. Dünya Kitap Gecesi’nin en sevdiğim yanı da buydu; evet, özünde okumakla ilgiliydi ama aslında insanları normalde okumayacakları, çünkü belki de hiç de karşılaşmayacakları kitaplarla tanıştırdı, okur yazarlığın ve dolaylı olarak da daha iyi bir toplumun önünü açtı.

Dünya Kitap Gecesi nasıl başladı?

Margaret Atwood’un bana “Mutlaka okumalısın” diyerek verdiği, Lewis Hyde’ın yazdığı  The Gift/Armağan kitabını okumamla başladı. Kitabı okuduktan sonra hakları aldık ve Britanya’da yayımladık. Geoff Dyer’dan Margaret Atwood’a pek çok isim kitaba alıntı verdi ve elimizdeki kitabın 25 yıllık bir kitap olduğunu düşünürsek, çok iyi satış rakamlarına ulaştık; yaklaşık 100 bin kopya sattı. Kitap basıldığında Edinburgh’ta ve Londra’da 500’er tane kopyayı, rasgele yolda karşılaştığımız insanlara dağıttık; ben Londra’da dağıttım mesela. Hiçbir karşılık beklentisi olmadan üç saat boyunca kitap dağıtmak, insanlarla bu kitap hakkında konuşmak, çok tatmin ediciydi. Yaptığımız şey aslında bir bakıma Lewis Hyde’ın kitapta anlattığı dünya görüşünün de vücut bulmuş haliydi; piyasa ekonomisinden önce armağan ekonomisi vardı çünkü. İşte o günlerde, bu yaptığımızı çok daha kitlesel bir şekilde yaparsak nasıl bir etki yaratabileceğimizi düşünüp duruyordum. Bir kitap konferansında okurluğu ve okur sayısını arttırmanın, kitapları daha erişilebilir kılmanın yolları üzerine tartışırken “Bir gecede bir milyon insana bir milyon kitap dağıtalım” dedim. Bir anda bir milyon insana bir milyon kitap verildiğini düşünsenize; bu, aynı gece kitaplar üzerine en azından bir milyon konuşma yapılacak demektir. Ve bu sadece olumlu bir şey olabilir. Sonra endüstri içinden isimlerle biraraya gelip bunu hayata geçirmenin yollarını aramaya başladık. Haklısınız, bazı endişeli sesler çıkmadı değil; böyle bir etkinliğin kitap piyasasını donduracağını, piyasayı emip bitireceğini söyleyenler oldu. Fakat zaten asıl mesele şu ki; eğer insanları bir kitabı okumaya ikna edebilirseniz, uzun vadede bir kişiyi daha yeni bir kitap almaya ikna etmiş olursunuz.

Kitapların yayılmasının öneminden bahsediyoruz ama yayıncılık söz konusu olduğunda “Az daha iyidir” gibi bir prensibiniz olduğunu söyleyebilir miyiz? Canongate, 2016 itibariyle 30’dan fazla kitap basmamayı planladığını açıklamıştı. Bu hedefe erişilecek mi?

Umarım öyle olur. Sanıyorum 2016’da 35 civarında kitap basacağız, 2017’de bu sayı 32 civarında olacak gibi görünüyor. Bir yayınevi olarak ayakta kalmaya çalışan bizler için azın daha iyi olduğuna, basacağınız her kitabın özel bir özen ve alaka gerektirdiğine inanıyorum. Kitap endüstrisi tarafından daha az kitap basılırsa, nihayetinde basılacak kitapların da daha özenli olacağına, bunun da okur yazarlığın artmasına etkisi olacağına inanıyorum. Geri dönüp baktığımda, bastığımız bazı kitaplar için elimizden gelen her şeyi yapmadığımızı fark ediyorum ve bu beni üzüyor. Birine “Bu kitabı mutlaka okumalısın, hayata ve kendini bakışını değiştirecek” diyemeyeceğim kitapları da geçmişte bastık; böyle olmamalıydı. Bu yüzden, Canongate’in çıtayı hep yükseltmesini, daha yaratıcı olmasını, yenilikçi olmasını istiyorum. Fakat bunu da başarabilmek için bastığımız kitap sayısını sınırlamamız gerekiyor. Çünkü daha geleneksel yaklaşıma sahip yayıncıların yaptığının ötesinde Letters Live gibi buluşma etkinliklerini arttırmayı, bastığımız kitaplar konusunda daha azimli olmayı da istiyoruz. Kitap sayısını sınırlamamız azim eksikliğinden değil, aksine azmin gerektirdiği işgücünü karşılama gayretinden kaynaklanıyor.

Öz- yayıncılık hakkında ne düşünüyorsunuz?

Öz- yayıncılığa karşı değilim. Dünyayla paylaşmak istediği sözü olan insanların kendilerini ifade edebilmelerini sağlayan yeni bir araç olması bakımından önemsiyorum. Fakat öz- yayıncılıkla yayımlanan kitapların çoğunluğu hemen hemen kimse tarafından okunmuyor. Yani etki kapasitesi çok düşük, baktığınızda. Tabii ki istisnalar olacaktır; E.L. James Grinin 50 Tonu başlangıçta öz- yayıncılık olarak yola çıktı, sonra bir editörün devreye girmesiyle anaakıma kaydı. Karşı olduğumu söyleyemem, bugünkü manzaranın bir parçası. Öz- yayıncılığın kalitesinin çok düşük olduğunu düşünüyorum ama bu da bu tür yayıncılığın gerçekleşmemesi anlamına gelmiyor. Bir fenomen olarak önemsiyorum ama yayıncılık dünyası üzerinde hiçbir etkisi olduğunu düşünmüyorum.

Peki, bir yayınevi açısından “yeni”nin peşinde koşmak ne kadar merkezi olmalı? Bir yayınevinin geçmişte yayımlanan ve baskısı olmayan kitapları yeniden basmak, kendi kitaplarını sürekli raflarda tutmak gibi bir misyonu olmalı mı?

Yayıncılık açısından daha önceden bastığınız kitapların çok önemli olduğunu düşünüyorum; size malî istikrar sağlar. E-kitaplarla eskiden bastığınız kitaplar, malî istikrarı sağlar ve yeni yazarlara yatırım yapma gücünüzü arttırır. Bununla birlikte, artık baskısı olmayan kitapları yeniden okurla buluşturmanın da çok önemli olduğunu düşünüyorum. Yayıncılığın önemli bir kısmı yeni yazarları, yeni sesleri duyurmaktır. Fakat bu süreç içinde insanları geçmişte üretilmiş ve hâlâ etkisi devam eden eserleri keşfetme zevkinden mahrum bıraktığımızı düşünüyorum. 100 yıl önce yazılmış bir kitap bugün hâlâ size hayata ve içinde yaşadığınız dünyaya dair bir şeyler söyleyebiliyorsa, bunu dikkate almak lazım. Büyük ihtimalle bugün bastığınız yeni kitapların büyük çoğunluğunun 100 yıl sonra esamisi okunmayacaktır. Yazarlar gelir gider, bazı kitaplar önemini kaybeder. Büyük kitaplar ise zamansızdır. Kitap endüstrisi olarak yüzyıllardır üretilen eserlerle kurulan bu büyük edebiyat birikiminin değerini bilmiyoruz. “Yeni”ye takılıp kalmış durumdayız. Yeni elbette önemlidir ama bir denge tutturmak şart.

Yeni her zaman en iyi demek olmayabilir…

Yayıncılığın yeni bir kitap basmaktan veya dijital bir kitap üretmekten ibaret olmadığını, yayıncılığın aslında belirli bir materyali yaymakla, halka açık hâle getirmekle ilgili olduğunu düşünüyorum. Diyelim ki bir DJ’siniz; 1972’de kaydedilmiş bir eseri de çalabilirsiniz, geçen yıl üretilmiş bir şarkıyı da çalabilirsiniz. Geçmişte üretilen, büyük öneme sahip fakat bir şekilde “yeni” uğruna göz ardı edilen şeyler de benim çok ilgimi çekiyor. Mesela 1994’te Canongate’i devraldığımda, zamanımızın ve kaynaklarımızın büyük bir kısmını çeşitli kitapların yeniden basım haklarını almaya ayırdık. Çünkü o gün düşündüğüm ve bugün de düşündüğüm şey; önemli olan, bir eserin ne zaman üretildiği değil, içeriği bakımından hâlâ güncel olup olmadığıdır. Bir yayıncı olarak şunu çok heyecan verici buluyorum; benim dahi hiç duymadığım ama hasbelkader birileri sayesinde haberdar olduğum kitaplar var. İhtimal ki, pek çok insan da bunlardan habersiz. Dolayısıyla bu kitapları basmak, “yeni büyük şey”i basmak kadar önemli bence.       

Ahmet Altan’ın Son Oyun romanı, Ağustos ayında Endgame adıyla Canongate tarafından yayımlanacak. Altan, Türkçeden çevirdiğiniz ilk yazar, değil mi? Hikâyesini duyabilir miyiz?

Endgame, Ahmet Altan, Translation: Alexander Dawe, Canongate BooksNasıl bir başlangıç ama! Son Oyun bence çok dikkate değer bir roman. Bir yandan çok ciddi, felsefi, varoluşçu, yani bence önemli bir edebî eserken, bir yandan da çok oyunbaz, inanılmaz bir mizah anlayışı var. Psikolojik gerilimi kullanmaktaki başarısı bana Patricia Highsmith’i hatırlatıyor. Highsmith’te gördüğümüz türden karanlık, merak uyandıran bir gizemi var. Kitabın çevirisinin (Alexander Dawe) de çok iyi olduğunu düşünüyorum. Büyük romancılar okuru romanın başından sonuna dek kendi büyüsü altında tutar; büyük yazarların yaptığı bir bakıma simyaya benzer, sizi büyülerler. Bence Ahmet hem bir simyacı hem de bir büyücü. Üstelik çok da komik, derin ve eğlenceli. Üstelik, Son Oyun okura epey meydan okuyan da bir kitap; benim hayatımı, kendimi çokça sorgulamama yol açtı. Pek çok dilden çeviri eser yayımlıyoruz ama Ahmet Türkçeden çevirdiğimiz ilk yazar oldu. Ama aslına bakarsanız Ahmet’i Türkiyeli bir yazar olarak değil de, büyük bir yazar olarak görüyorum.
 

Fotoğraflar: Volkan Koç