Bugün bizim küçümseyici bir edayla metafizik olarak adlandırıp kenara ittiğimiz varlık, benlik ve anlam gibi temel meseleler Edouard Levé’de bir kez daha bütün yakıcılıklarıyla önümüze seriliyor…
06 Ağustos 2015 15:40
Fransız fotoğraf sanatçısı ve yazar Edouard Levé’nin Sel Yayıncılık tarafından basılan son romanı İntihar başta üç farklı beklentiye yol açabilir: Okur, kitabın adını ilk gördüğünde Levé’nin cesaret, kahramanlık ve başkaldırı ögeleriyle bezeli bir intihar övgüsü yazdığını düşünebilir veya intiharın korkaklıkla ve ahlaki yozlaşmayla özdeşleştirildiği bir eleştiriyle karşı karşıya olduğunu sanabilir; yahut, ya müntehirin kendisinin ya da geride bıraktığı yakınlarının iç paralayan kahroluş ve perişanlık öykülerine tanık olacağını zannedebilir. Oysa ki Levé'nin romanı bu beklentilerin hiçbirini karşılamayacaktır.
İntiharı çağdaş felsefenin tam merkezine yerleştiren Albert Camus’nün şu satırlarını hatırlayalım: “Gerçekten önemli olan bir tek felsefe sorunu vardır, intihar. Yaşamın yaşanmaya değip değmediği konusunda bir yargıya varmak, felsefenin temel sorusuna yanıt vermektir.”∗ Herhalde tüm müntehirler gibi Levé’nin romanındaki müntehir de, esasen bir değer sorusu olan bu soruya olumlu cevap verenlerin tersine, mutlak değersizlik ifade eden hiçliği, demek ölümü, yok oluşu tercih etmiştir. Ya da ölüm yaşamın zıttı ve yaşam da büsbütün değersiz ise, müntehir hiçlikte bir değer bulmuştur; intiharı yalnızca hiçliğin sahip olabileceği bu değere erişmek için seçmiş olmalıdır. Mutlak değersizlik olarak hiçlik veya hakikaten değerli tek şey (durum) olarak hiçlik, ama her halükarda, hiçlik...
2007 yılının Ekim ayında İntihar’ı yayıncısına teslim etmesinin üzerinden birkaç gün geçtikten sonra Levé kendini öldürür. Bu açıdan bakıldığında romanın otobiyografik özellikler taşıdığını söylemek mümkün. İntihar, anlatıcının uzun süre önce kaybettiği bir dostuyla konuşmaya başlaması, ona sorular sorması, onun yaşamı ve ölümü hakkında yorumlar yapması şeklinde gelişir ve birbirinden nispeten kopuk, rastlantısal ve çağrışımsal hatıralar ya da düşünce parçalarıyla ilerler. Buna göre genel olarak bir “sen anlatıcı” metni okuyor olsak da romanın sonunda, müntehirin kendisine dair yazdığı bazı üçlükler de yer alır. (“Eğreltiotu beni okşar / Isırgan bana batar / Böğürtlen beni yaralar”, gibi.) Bu üçlüklerden hemen önceki sayfada artık iki figür o denli iç içe geçmiştir ki anlatıcı sanki dostunun zihninden konuşur: “Pişmanlık mı? Arkandan ağlayanların üzüntüsü için, sana olan sevgileri, senin de onlara karşı duyduğun sevgi için pişmandın. Karını yalnız bıraktığın için, yakınlarının içlerinde hissedecekleri boşluk için pişmandın. Ama bu pişmanlıkları yalnız önceden hissediyordun. Seninle birlikte yittiler onlar da....”
İntihar’da müntehirin kendisini işitmeyiz; fakat her nasılsa hayatı boyunca hiç kimseye intihar düşüncesini açmamış, niçin ölmek istediğine dair kimseye hiçbir açıklama yapmamış, geriye bir intihar mektubu dahi bırakmamış müntehirin pişmanlıklarını anlatıcı bilmektedir. Edouard Levé İntihar’da, yıllar sonrasına yansıttığı yaşayan, yaşamaya devam etmiş olan hayali kendi aracılığıyla şimdiki zamanda intiharı kafasına koymuş olan “gerçek” kendine seslenmektedir adeta. Bu da romana sıra dışı bir zamansal genişlik ve devinim katar.
Peki Levé'nin müntehirinin seçtiği, yukarıda bahsi geçen hangi anlamı taşırsa taşısın kesin olarak ve sadece hiçlik midir? (İntihar’ı sadece bir romanın değil aynı zamanda bir eylemin adı olarak alırsak, Levé'nin arzuladığı da esas olarak bu mudur?) Romanın düzyazı bölümü biterken anlatıcı bize bir ipucu verir: “Ölümün dinginliği yaşamının acı dolu çalkantılarına üstün geldi.” Bu halde arzulanan şey hiçlik olsa bile bu durum aslında kendinde bir değer veya değersizlik ifade etmekten öte bir başka şeyin yokluğu, varlığın değil de acının yokluğu ile belirlenir. Arzulanan tek başına yokluğun kendisi değil, acı çekmemektir ve eğer bu var olmaya devam etmekle mümkün olabilirse, hayatta kalmayı sürdürmemek için bir neden de olmayacaktır. Fakat anlaşılan bunun mutlak bir imkansızlık olduğu yargısı hakim gelmiştir İntihar’da.
Daha önce Levé’nin romanının boşa çıkaracağını belirttiğim üçüncü beklentiyle çelişir görünen bu ifade (yaşamının acı dolu çalkantıları) çok çarpıcıdır çünkü roman boyunca müntehirin nasıl acılar çektiğine dair neredeyse hiçbir şey öğrenmeyiz. Bir dönem bir “rahatsızlığa” sahip olmuştur ve bu rahatsızlığın fiziksel bir nedeni olabileceğini düşünüp doktora gitmiştir. Sonunda doktor ona bir antidepresan yazsa da psikolojik olduğu ima edilen bu rahatsızlığın tedavisi uzun sürmemiştir: “Birazcık yapay mutluluk için özgür iradeni yitirmeye değer miydi? Ya kişiliğini ikiye bölen ya da seni alıklaştıran o kimyasal desteklerden kurtulmaya karar verdin.”
Kişiliğinde bir parçalanma yaşamama, hislerinin ve düşüncelerinin ayırdında olma, kendini ve hayatı algılamaya devam edebilme isteği müntehirin yaşadığı acıya galip gelmiştir. Denebilir ki bu acının kaynağı psikolojik de değildir, depresyon ilaçlarıyla veya herhangi bir kimyasalla giderilemez; hatta antidepresanın etkileri, acıyı azaltmak bir yana artırmıştır.
Aslında İntihar’daki yaşantı çorak, kısır, boğucu ve çeşitli imkânsızlıklarla sakatlanmış olmaktan çok uzaktır; hatırı sayılır ölçüde haz kaynağı, derinlik, keşif ve hareket barındırır. Müntehir hali vakti yerinde bir burjuvadır; evlidir ve kendisini seven, ona değer veren bir karısı vardır; rock gruplarında bateri çalmayı, koşmayı, doğa yürüyüşlerini, ata binmeyi, tenis ve duvar topu oynamayı, yüzmeyi ve daha başka bir sürü şeyle uğraşmayı sever. Yalnız başına, önemsiz şeyler yaparken, örneğin sokaklarda başıboş yürürken bile yoğun deneyimler yaşayabilen birisidir: “Zaman öldürmek için gezindiğin o kentte kendini işsiz güçsüz hissetmiştin. Ama yüzleştiğini sandığın boşluk duygusu gerçekte bir yanılsamaydı: O anları öyle güçlü biçimde hissederek yaşamıştın ki, seni başka hiçbir şey ya da hiç kimse o kadar oyalayamazdı.”
Kendi zihnini bu denli bir doluluk ve zenginlik olarak algılayabilen müntehir aynı zamanda iyi bir Freud, Jung ve Lacan okurudur; sadece bu isimler hakkında değil Marx ve Sovyet iktisatçı Kondratiyev hakkında da konuşmayı çok sever. Tam sekiz saat boyunca Marx ve Freud üstüne vaaz verdiği bir gecenin sabahında bir kokteyl icat edecek ve buna Kondratiyev’in adını verecek kadar “zıpır” ve neşelidir.
İntihar’da gözle görülür, elle tutulur çıplak bir acı resmedilmese de şüpheye kapılmamak zordur: Ya yukarıdaki bütün o uğraşlar ve ilgiler sadece türlü “oyalanma” araçlarıysa; aslında kişinin kendisiyle, hayatla ve hatta en geniş anlamıyla varlığıyla gerçek ve anlamlı bir ilişki kurmasını sağlamaktan acizlerse? “Daha genç olduğun için, iç sıkıntına karşı avunacak bir şey bulamıyordun” der anlatıcı. Aynı uğraşlar modern edebiyatın en güçlü motiflerinden birini oluşturan iç sıkıntısı (ennui) veya bulantısına da çare olamazlar. Levé’nin müntehiri, anlatıcının da söylediği gibi boşlukla değil dolulukla, yoğunlukla belirlenmiş bir “oyalanmayı” ancak kendi kendisini dinleyerek, hissederek, deneyimleyerek yaşayabilmektedir. Bunun nedeni müntehirin bir çeşit narsisistik saplantı veya kendinden büyülenme içinde olması mıdır? Böyle olduğunu gösterecek hiçbir şey bulamayız romanda; bu ısrarlı kendine dönüşün yahut içebakışın nedeni başkadır ve müntehirin acısının kaynağı tam da burada bulunur.
Romanda müntehirin asla yaşamak istemediği, hatta korktuğu bir ihtimalden söz edilir ve bu –tekrar, hem bir roman hem de bir eylem olarak- İntihar ve onun içerdiği acının kaynağı hakkında düşünmek için önemli bir anahtar olabilir: “Alçalmak, küçülmek, kendi kendinin yıkıntısına dönüşmek isteğinden ürküyordun.” Yıkıntıya dönüşmekten değil, ondan da önce bunu ister hale gelmekten korkmak... Peki, bir yıkıntı nedir; onu yok olmaktan, ölmekten daha ürkütücü kılan şey nedir? Anlatıcıya göre yıkıntı “rastlantı sonucu oluşmuş estetik bir nesnedir. Kuşkusuz, güzelleştirilmesi amaçlanmamıştır. Yıkıntı üretilmez, ona bakım yapılmaz. Yıkıntı aşağıya, yığına yönelmiştir.” Buradaki tesadüflerin elinde şekillenme, kendinden başka güçler tarafından yönlendirilme ve onlara tabi olma (yerçekimi gibi), kendi hayatına iradi, güzelleştirici veya bilinçli bir müdahelede bulunamama vurgusunu kaçırmamak gerek çünkü bunlar müntehirin antidepresan “tedavisini” bırakma nedenleridir aynı zamanda. (İntiharın akıllara zarar veresiye güzeldi, diyor anlatıcı.) Eğer İntihar’da hayatın günlük ve daha pratik işleyişinde kaynağı tespit edilemeyen acı dinmek bir yana ilaçla artmış ise, antidepresanın müntehirde yarattığı büyük rahatsızlığın nedeni, çektiği acının kendisiyle aynı doğaya sahip olmalıdır: kişiliğin parçalanması, hissizleşme, kişinin yaşamına dair tutarlı bir algı geliştirememesi, otonomi kaybı ve sahici bir öznelliğin yaratıcısı olamamak.
İntihar –hem roman hem eylem olarak- rastlantıya yer vermeden, kişinin bir yıkıntıya dönüşmesine müsaade etmeden iradi bir müdahalede bulunur; yıkıntıdaki bağımlı estetiğin ötesinde kişinin kendisini ve kendi yaşamını dağılmayan bir yapıta dönüştürme arzusunu ifade eder. “Yalnızca yaşayanlar tutarsız görünür. Ölüm, onların yaşamını oluşturan olay dizisini sona erdirir... Senin yaşamınsa olmuş bitmiş şeylerin tutarlılığına erişmemişti. O tutarlılığı ölüm kazandırdı ona.” Parçalanmış bir benlik ve yaşantı karşısında kendine ve hayata dair tutarlı, bütünlüklü (coherent) bir algı oluşturamamak, tıpkı iç sıkıntısı ve bulantı gibi modern edebiyatta ifadesini bulan –bazen gerçek anlamda- can alıcı huzursuzluklardan biridir. Bu parçalanmanın insan varoluşunun temelinde yer alan ontolojik bir yarılma olduğu iddia edilebilir. Ne olursa olsun bu durumun bütün bir modernlik ve ona özgü zaman deneyimi ile daha da belirgin hale geldiğini, hatta hızlandığını vurgulamak gerek. “Resme olan ilgin,” der anlatıcı, “zamanın böyle maddenin içinde askıya alınmasından kaynaklanıyordu.” İntihar da –roman ve eylem olarak- zamanı askıya almak ister çünkü o, insan varlığını ömür denilen sürekli bir dağılma ve yıkıntıya dönüşme yoluna sokan bir faildir; dağılmakta olan ise tutarlılığını ve bütünlüğünü giderek daha fazla kaybediyor demektir. Dolayısıyla, İntihar’da arzulanan yalnızca ve kesin olarak hiçlik yahut yok oluş olamaz, bu arzunun esas hedefi bütünlüklü, tutarlı ve otonom bir varlık olmaktır, fakat bunun yolunun yaşamdan değil ölümden geçtiğine ikna olunmuştur. (Lacan’ın tek otantik ve otonom insan eylemi olarak intiharı görmesi tesadüf olmasa gerek ama şimdilik bunu geçelim).
Levé’nin müntehiri kendine ve yaşamına olmuş bitmiş şeylerin eksiksiz halini verip bir yapıta dönüşebilmiş midir? Elbette hayır. Bu garip soruyu cevaplamak için elimizde iki kaynak var: anlatıcının sözleri ve müntehirin üçlükleri. Daha önce de belirttiğim gibi İntihar’ın büyük kısmı rastlantısal ve çağrışımsal olarak bir araya gelmiş görünen fragmanlardan oluşuyor. Müntehirin kendine dair yazdığı üçlükler ise bundan daha da parçalı ve dağınık bir yapıya sahip. Belki Levé’nin seçtiği bu anlatı biçimi modernliğin mustarip olduğu parçalanmayı ve çözülmeyi temsile yetebilecek tek biçim. Diğer yandan şu da söylenebilir: Levé’nin romanının ve bilhassa da sondaki üçlüklerin önemi, değil yaşam içinde bir intihar eylemi ile anlatı düzeyinde bile gerçekleşmesi mümkün olmayan bir arzuyu ifade etmelerinde, onu zarif bir inatla savunmalarında yatmaktadır. Postmodernlikte merkezsiz, tutarsız ve bütünlüksüz özne olumlansa ve hatta öznenin ilgası bir çeşit kurtuluş olarak benimsense de Levé aynı fikirde görünmemektedir; en azından bu süreçlerin nasıl bir acı kaynağına dönüşebileceğini bizzat yaşamış ve anlatmıştır. Bugün bizim küçümseyici bir edayla metafizik olarak adlandırıp kenara ittiğimiz varlık, benlik ve anlam gibi temel meseleler Levé’de bir kez daha bütün yakıcılıklarıyla önümüze serilir.