Kitap krallığının labirentinde…

Kitaplar üzerine çok düşünüldü, çok şey söylendi, çok yazı ve kitap yazıldı. İşte bu yazı da kitapları anlatan kitaplara dair bir yazı, kitap krallığının labirentinde kaybolmaya korkmayanlara...

18 Haziran 2015 03:00

“Bir evi taşımak, en büyük temizliktir” derler. Çok haklılar da eksik bırakılan şey, o evde kitaplar varsa taşınan ve taşıyan adına ufak çaplı bir arbedenin yaşandığı. Yakın zamanda başıma geldiği için olay tazeyken anlatıvereyim.

Koli koli üstüne binmişken bir sabah vakti kapıya dayanan nakliyeciler, işi hemen bitiririz umuduyla eve daldı. Aslında bilmedikleri bir durum değildi fakat tahminlerinin ötesinde bir kalabalıkla karşılaştılar. Çünkü keşif sırasında evin görmedikleri bölümlerinden çıkan kitaplar da paketlenmiş, taşınmayı bekliyordu. Kan ter içinde kalan nakliyecilerden birinin ağzından, ömrüm boyunca unutamayacağım bir söz çıktı can havliyle: “Abi bu kitaplar seni öldürecek.”

Taşınmanın sıcaklığı sırasında pek üstünde durmadığım ve gülüp geçtiğim bu laf, çok kısa süre sonra kafamda dolanmaya başladı. Kitaplar üzerine bir yazı yazma fikri (belki de “ödevi”) ortaya çıktığında, o cümlenin verdiği “rahatsızlık” daha da büyüdü.

“Başarılı” ve “başarısız” yazarlar

Jean-Paul Sartre’ın, bir kişinin (ona yazar densin veya denmesin) neden yazdığını, hangi dürtünün o insanı yazmaya sürüklediğini tartıştığı Edebiyat Nedir? başlıklı çalışmasını okuduğum günden beri, kitaplara dair bazen derin bazen de çok yüzeysel düşüncelere dalıyorum. Fakat işin çığırından çıkmasının nedeni, birbiri ardına yayımlanan (yayımlanmaya da devam eden) kitaplar üstüne inceleme kitaplarıydı. Aklımızda gezinen, bizi “huzursuz eden”, harekete geçiren veya eylemsizleştiren sözcüklerin birleşip kâğıda dökülmesi, deyim yerindeyse Pandora’nın Kutusu’nu açtı.

Yaşadığımız hayatı aşan; onun, hayal edemeyeceğimiz pek çok şekli ve halinin ete kemiğe büründüğü “sakıncalı” bir ürün kitap. Mesela kurgu özelinde bu “sakıncalar”dan bazılarını Chuck Palahniuk sıralıyor: “Hayatlarımızı hikâyelere göre yaşıyoruz. İrlandalı ya da siyahi olmaya, çok çalışmaya ya da eroin enjekte etmeye, erkek ya da kadın olmaya dair hikâyelere göre. Hayatımızı, hikâyemizi destekleyecek kanıtlar -gerçekler ya da ipuçları- bulmaya çalışarak geçiriyoruz. Yazar olarak, insan doğasının bu yönünün ayırdına varıyorsunuz. Bir karakter yarattığınızda, dünyaya onun gözünden bakıyor, bu gerçekliği tek hakiki gerçeklik kılan ayrıntıları arıyorsunuz.”

Palahniuk, kitabın “sakıncasına”, yazar ve kurgu açısından bakadursun, Maria Vargas Llosa’ya göre yazmaya koyulmak, bugünün popüler deyişiyle sürdürülebilirliği zor bir iş. Nitelikli eser üretmenin yolunun, bir ömürlük uzun çalışmaya dayandığını söyleyen Llosa, kitabın ve yazarlığın “tekinsizliğine” vurgu yapıyor. Yazar, Genç Bir Romancıya Mektuplar’da konuyu biraz daraltıp “gerçek bir romanın, yapaylığını gizlediğini ve vasat eserlerinse bunu hemen açık ettiğini” belirtiyor. Llosa için bir romanın hakikiliği, onu hayattan çekince sefilliğin ortaya çıkıp çıkmamasında gizli.

Mesela Jules Renard, gerçek ve sahte yazarın örtük tanımından ilerliyor. Bu anlamda elimizde, Renard’ın tuttuğu günlük var. Türkçeye Yazmak Üzerine Notlar adıyla çevrilen kitapta Renard, halis yazarın pırıltılı cümlelerden çok yalın olana yönelmesi gerektiğini söylüyor. Javier Marias ise kaçıklığından dem vurduğu yazarın, aslında trajik bir yaşamı olduğunu düşünüyor. Yazınsal Yaşamlar, bu noktada bir referans; Marias’ın bu kitapta anlattığı yazarlardan birçoğunun ortak noktası, sıra dışı izlenimi uyandıran yaşamlarının gerçekte hayli sıkıcı, takıntılı ve genelde yalnızlıkla örülü olması. Marias’a göre, kimi bunlardan beslenmiş kimi de onların yarattığı girdaba kapılıp dibe çökmüş.

Kitap yazmaya koyulan ve bunda hatırı sayılır “başarıya” erişenler elbette var. Giuseppe Culicchia’nın “kafayı taktığı” şey bu. Ona göre yazarın, mevcut piyasa kurallarına ayak uydurup promosyon öznesine ve kitabının da satış nesnesine dönüşmesinin acı bir sonu getiriyor: Az okuyan, çok görünen bir yazar profili. Bundan sonrası çorap söküğü gibi geliyor; yazar, “ne üretirsem okunur” noktasına varıyor. Culicchia’nın Demek Yazar Olmak İstiyorsun kitabındaki bu “başarı” örneğine karşın James Woodall’ın verdiği Borges örneği dikkat çekici. Woodall, “Borges’in nasıl moda olunacağını hiç bilmediğini” söylüyor. Bunun nedeni ise Borges’in asla teknik cambazlıklara girişmemesi. Biraz da okumanın okumasını yapıp kitaplar üzerine “gereğinden fazla” kafa yorması. Buyurun, büyük bir “başarısızlık” örneği…

“Kitap, piyasaya yeniliyor mu?”

Çoğunlukla yazarın tembelleşip editörün yazarlaştığı kitap dünyasının içindeyiz bugün. Piyasa kuralları öne çıkınca tanıtım ve ambalaj da içeriği solluyor haliyle. Çok satanlarınkiler hariç, günümüzün bir şey anlatma derdindeki yazarları, başka meslekler ve işler sayesinde faturalarını ödüyor. Okumadığınız İçin Teşekkürler’in yazarı Dubravka Ugresic’e göre, amaca ve sonuca yönelik “yazarların” böyle bir kaygısı yok; “onlar, çöplüğün sınırlarını genişletirken” söyleyecek sözü bulunanların önünü kesiyor.

Günümüzde yazarların kendini ön plana çıkarması bir tarafa, başkalarına ithaf edilen; Shakespeare, Goethe ve Tolstoy’la “akraba” olduğu iddiasındakilerin kaleme aldığı kitaplar ise Ugresic için acımasızlığın ve pervasızlığın basılı halinden başka bir şey değil. Hatıra, “roman” olurken küresel edebiyat pazarı da bu sayede “parlak eserler” kazanıyor. Yayıncı kazanıyor, “yazar” kazanıyor, okursa kazandığını sanıyor. Böylece yeni “entelektüellerin” kutlu doğumu gerçekleşirken pazarlama çemberi de tamamlanıyor: Panayırlaşan yayınevi, süpermarkete dönüşen kitabevleri ve oralarda boy gösteren yıldızlar… Ugresic, kitabın içinin boşaltıldığı bu düzeni, anlattığı “yazar” ile “eserlerin” cazibesine kapılanlar ve kapılmayı reddedenlerle birlikte ifşa ediyor.

Lindsay Waters da benzer kaygıları taşıyan ve hemen hemen aynı eleştirileri yönelten bir isim. Akademinin Düşmanları adlı çalışmasında, “Kitap, piyasaya yeniliyor mu?” diye sorması boşuna değil. Özgüvene ve eleştirelliğe “panzehir” olarak öne sürülen “uyumluluk” üzerine söyledikleri, Waters’ın bilimsel kitaplar bağlamında aslında tüm yayıncılara yönelttiği bir yergi. Ancak Waters, kitabın insanı değiştirici gücü babında umudunu asla yitirmiyor; kitapların, Wittgenstein’ın “doğurgan sessizlik” dediği bir potansiyele sahip olduğunu ekliyor.

Dolayısıyla bu noktada, hem yazar hem de yayıncının, kitabı ne olarak gördüğü önem kazanıyor. Tabii bunun bir de üçüncü ayağı var: Okurlar. Okur deyince işin içine sadece kitabı alıp karıştırdıktan sonra evine götüren kişi anlaşılmamalı; yazar ve yayıncıdan çıkan kitabın karşısındaki herkes, yani okurlar ve “okurlar” burada söz konusu olan.

Okurlar, yazarlar ve “Bibliyopatlar”

İyi okurluğu tartışmasız olan Susan Sontag, günlüklerinin ilkinde (Yeniden Doğan’da) “Beyaz aklımı, arkasına saklanıp görmekten ve görülmekten uzağa gittiğim kitaplarla suluyorum” demişti.

Daniel Pennac ise okurun, okuma hakkı gibi okumama, kitabı yarım bırakma ve kitaba ısınamama hakkı olduğunu savunduğu Roman Gibi’de bunun, cezalandırma ve tembellik şeklinde değerlendirilmemesi gerektiğini anlatmıştı.

Okurun elinde tuttuğu, evinde biriktirdiği ve kütüphanelerde ziyaret ettiği kitabın bir yazgısı var: Doğayla, kayboluşla, unutuluşla ve yok edilişle mücadele. Bunların dışında başka bir yazgıdan da söz etmek mümkün: Miras kalan kitaplar ve kütüphaneler, elden çıkarılanlar ve elde kalanlar. Onlar içinde var olmayan kitaplar, yani roman içinde geçen romanlar, efsaneler ve biriktirilenler de bulunuyor. Kayıp Kitaplar Kütüphanesi’nin yazarı Alexander Pechmann, ilk grup için “olasılık veya solup giden bir düş” diyor.

İşin biriktirme kısmında ise kitapların selameti için insanlardan kopanlarla kitapları hayatından uzaklaştırarak “normal” yaşayanların garip atışması da yer alıyor. Kitabı sevmekle ona bağımlı olmak arasındaki ince çizginin kolayca aşılabileceği düşünüldüğünde Carlos Maria Dominguez’in Kâğıt Ev romanının özü de ortaya çıkıyor: Kitaplara yaklaşmak (onları anlamak) ve kitaplardan uzaklaşmak (onlara bağlanmak). “İnşa edilen kütüphane yaratılan hayattır” diyen Dominguez, kitaplarla kurulan ilişkinin de o hayatın gittiği yönü belirleyebileceğini söylüyor gibi.

Peki, kütüphane kişiliği yansıtır mı? Enis Batur’un Kitap Evini okurken zaman zaman bu soruya takılıyorsunuz. Bir ikincisi, kütüphane gelip hayatın ortasına konuşlanabilir mi? Bu sorulara olumlu yanıt vermek mümkün. Beri yandan, kitaplar da kütüphaneler de pek çok şeyi gizliyor. Gerçek bir okur ve meraklı bir yazar, kitapların ve kütüphanelerin labirentinde gezinene dek onlar suskunluğunu koruyor. “Bunların hepsini okudunuz mu?” sorusu da bu gezintiyle birlikte güdük kalırken “Neden?” veya “Nasıl?” soruları devreye giriyor.

Gustavo Faverón Patriau’nun Antikacı adlı romanında “bibliyopatlar” dediği bibliyofiller, herhalde bahsi geçen labirentte en çok kaybolan ve oradan sağ salim çıkan grubu oluşturuyor. Kütüphanede bulunmanın belli bir yerden sonra kifayetsiz kaldığı bibliyofil okumaları da Alberto Manguel’de olduğu gibi sözcükleri yakalama eylemine dönüşüyor. Farklı zamanlarda okunan bir kitabın kapağı aynı kalıyor ancak içi değişiyor. Böylesine bir okuma, Manguel’e göre “dinleme” anlamına da geliyor. Metni dinlemek, sadece okuma demek değil Manguel için. Aynı zamanda kalem oynatmanın da karşılığı. Bibliyofil Manguel’in pek çok kitabıyla birlikte Okumalar Okuması, bu yönüyle değerlendirilmeli. Tabii bunun doğurduğu bir tehlike de evin, kitapların istilasına uğraması. Bundan mustarip iki bibliyofil ya da nam-ı diğer “bibliyopat”, Umberto Eco ve Jean-Claude Carriére, metinleri dinlerken ne olursa olsun kitabın tarih sahnesinden çekilmeyeceğini savunuyor. İkisinin de “kitap okumanın maddi ortamlarının çekiciliğinden” bahsettiğini bir kenara iliştirelim. Elin sayfaya değdiği, kitabın kokusunun duyulduğu ve satırların işaretlendiği bir ortam bu. Üstelik basılı metinler, yeryüzünde kopyalanmış ya da dijitalden daha uzun var olabiliyor. Bir tuşla yok edilebilen böylesi metinlerin, kâğıda dökülmüş hali ise elbet bir yerlerden karşımıza çıkabiliyor.

Eco’nun ve Carriére’in, binlerce kitabın arasında oturduğu göz önüne alındığında, kitap yazmanın, okumanın ve bulmanın tarihine biriktirmeninki de dâhil. Eco’ya göre koleksiyoncu, hem avcılığı hem de toplayıcılığıyla dikkat çekiyor. Eco ve Carriére için kitaba sahip olmak, geçmişi de biriktirmek demek. Bu şekilde oluşturulan kütüphaneler, bir gün mutlaka dağılacak. Kitaplardan Kurtulabileceğinizi Sanmayın’ın iki bibliyofili, kütüphanenin kim tarafından dağıtılacağına geride kalanların karar vereceğini söylüyor. Dolayısıyla kitaplar, bir yerlerden tekrar ortaya çıkmak üzere kayboluyor, kaybediliyor veya el değiştiriyor.

Olaya bu kadar incelikli yaklaşmayanların varlığı da unutulmamalı. Kitabı suç sayan ve yazarı suçlu ilan edenlerin yaşadığı memleketler bulunuyor yeryüzünde. Bu, iki açıdan önemli: Birincisi, kitabın gücü ve etkisi. İkincisi, böylesine suçlayıcı bir “düşüncenin” bizi sürükleyebileceği tehlike: Tavır koymanın, kapsamlı düşünme ve herhangi bir biçimde söz söylemenin önüne set çekilmesi. José Ortega y Gasset’nin, Kütüphanecinin Görevinde “kitabın kitleleri yığın olmaktan kurtaran gücünü” anımsatmasındaki espri buna işaret ediyor.

Gasset’nin bıraktığı yerden Lucien X. Polastron’la devam edebiliriz. Kitap Yakmanın Tarihi çalışmasında (Bu kitapla ilgili K24'te çıkan yazıyı okumak için tıklayın.) Polastron’un bizi yüzleştirdiği yıkım, beraberinde birkaç soruyu getiriyor: Kitapları yakmak, sansürlemek, yasaklamak ve onlara zarar vermek bir gerçekliğe nasıl dönüştü? İnşa edilmiş bir şeyi imha etme güdüsü, kitap özelinde nasıl gelişti? En kestirmeden yanıtlamak gerekirse bu eylemlerin altında, derin bir korku ve “yolunda gitmeyenleri düzeltme” anlayışı yatıyor. Yoksa Nazilerin kitap yakma ritüellerini, Saraybosna ve Bağdat kütüphanelerinin havaya uçuruluşunu, kitap imha eden padişahlar ve imparatorlarla kitapları tutuklayan diktatörlerin varlığını nasıl açıklardık? Polastron’un, çalışmasının başından sonuna dek anlattığı kitap korkusundan türeyen saldırganlık, Gasset’nin söz ettiği yığınla birleşince ortaya önlenmesi güç bir histeri çıktığına tanık oldu insanoğlu…

Doktorlardan eleştiri gözlükleri

Kitabın, kimi zaman dehşet yüklü kimi zaman şaşalı günlerden oluşan ilginç bir tarihi var. Bugüne dek varlığını sürdüren ve önemli bir vakit de sürdüreceği öngörülen kitabı kitap yapanlardan biri de eleştiri. James Wood, Kurmaca Nasıl İşlerde eleştirmenin önceliğinin kitabı irdelemek olduğunu söylüyor. Daha sonra yazarın tutarlılığını incelemesi umulan eleştirmenden nihayet, kendi gibi eleştirmenleri sorgulaması bekleniyor. Anlaşılacağı üzere Wood, üçlü bir yapı oluşturuyor eleştiri için.

Rita Felski de Wood gibi kitabın değerini tartışırken “kitapları insanlaştırmayın” uyarısında bulunup kurmacaya kapılmamak ve okurun, metinleri kendi aynasına dönüştürmemesi gerektiğinin altını çiziyor. Bu ikisi yapıldığında Felski’ye göre coşku ve sürüklenişe kapılmak işten değil. Edebiyat Ne İşe Yarar adını verdiği kitabında Felski, sürüklenişe, coşkuya ve hazza kapılıp giden okurun, piyasa kurallarının da işletilmesiyle boş zamanını kitaba ve edebiyata ayırmaya başladığını belirtir. Oysa Felski için esas olan, boş zamanı “dolduran” kitap değil; dolu kitap, dolu edebiyat ve dolu eleştiri. Felski’nin bu anlamda akıntının tersine kürek çekenlerden olduğunu söyleyebiliriz.

Eleştiri yapmak kadar okumak da zahmetli. Çünkü nereden baksanız o damarda süzülmek için asgari bir bilgi şart. Örneğin Terry Eagleton, Edebiyat Nasıl Okunurda, en basit ifadeyle okurlara “eleştiri gözlüğü” armağan ediyor. Bunu takıp “kullanmanın” ilk koşulu da soru sormak. Eagleton, tam da buradan yürüyor. Yani hap vermiyor; hap kullanacak duruma gelmemek adına uyarılar yapıyor.

Hitap ettiği okura yönelik bir kitap yazdığını söylese de “hedef kitle” aslında geniş: Okurlar, yazarlar, kitaplar üzerine kalem oynatanlar ve eleştirmenler. Ağır ağır yazılmış bir metin Edebiyat Nasıl Okunur. Eagleton, kendi yaptığı gibi okuru da şu hız ve sıkılganlık dünyasında, sakin çözümlemelere davet ediyor. Metni böyle okuduğumuzda Eagleton, kitapları tüketmekten çok hak ettiği değeri vermemizi istiyor bizden.

Kitaplar üzerine çok düşünüldü, çok şey söylendi; onlar bazen el üstünde tutuldu bezen yerin dibine sokuldu. Kitaplara dair çok yazı ve kitap yazıldı. Tıpkı bu yazı gibi onların hiçbiri eksiksiz değildi. Hatta bu eksiklik öyle belirgindi ki o yazı ve kitapları kaleme alanlardan çoğu aramızdan ayrıldı ama kitaplar soluk alıp vermeye devam etti.

“Kitaplığım krallığım” diyen Montaigne gibi “hükümdarlık” sürenlerin tahtı da yeni kitaplara ve kişilere terk edildi. Bu yazıyı yazdığıma ve sizler de okuduğunuza göre, kitaplar henüz bizi öldürmemiş demektir. Fakat bu, onların bizleri “süründürmediği” anlamına gelmiyor elbette…

 

Meraklısına tam liste
Yazı boyunca anlatılan labirentte dolanmak isteyenler, metinde adı geçen kitapların ayrıntılarını merak edebilir. İşte listesi:
Kitap Yakmanın Tarihi, Lucien X. Polastron, Çeviren: Aziz Ufuk Kılıç, Everest Yayınları, 390 s.
Kâğıt Ev, Carlos Maria Dominguez, Çeviren: Seda Ersavcı, Jaguar Kitap, 90 s.
Kitaplardan Kurtulabileceğinizi Sanmayın, Umberto Eco, Jean-Claude Carriére, Çeviren: Sosi Dolanoğlu, Can Yayınları, 276 s.
Edebiyat Ne İşe Yarar?, Rita Felski, Çeviren: Emine Ayhan, Metis Yayınları, 176 s.
Kurmaca Nasıl İşler?, James Wood, Çeviren: Ekin Bodur, Ayrıntı Yayınları, 160 s.
Genç Bir Romancıya Mektuplar, Mario Vargas Llosa, Çeviren: Emrah İmre, Can Yayınları, 128 s.
Okumadığınız İçin Teşekkürler, Dubravka Ugresic, Çeviren: Gökçe Metin, Ayrıntı Yayınları, 240 s.
Okumalar Okuması, Alberto Manguel, Çeviren: Sevin Okyay, Yapı Kredi Yayınları, 364 s.
Roman Gibi, Daniel Pennac, Çeviren: Mustafa Kandemir, Metis Yayınları, 136 s.
Tartışmalar, Jorge Luis Borges, Çeviren: Çiçek Öztek, İletişim Yayınları, 217 s.
Yeniden Doğan, Susan Sontag, Çeviren: Begüm Kovulmaz, Agora Kitaplığı, 336 s.
Demek Yazar Olmak İstiyorsun, Giuseppe Culicchia, Çeviren: Nazlı Birgen, Aylak Adam Yayınları, 255 s.
Kütüphanecinin Görevi, Jose Ortega y Gasset, Çeviren: Çeviren: M. Türker Acaroğlu, Türk Kütüphaneciler Derneği Yayınları, 56 s.
Yazınsal Yaşamlar, Javier Marias, Çeviren: Pınar Savaş, Can Yayınları, 196 s.
Kayıp Kitaplar Kütüphanesi, Alexander Pechmann, Çeviren: Regaip Minareci, Can Yayınları, 192 s.
Yazmak Üzerine Notlar, Jules Renard, Çeviren: Orçun Türkay, Sel Yayıncılık, 63 s.
Kitap Evi, Enis Batur, Sel Yayıncılık, 132 s.
Akademinin Düşmanları, Lindsay Waters, Çeviren: Müge Özbek, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, 89 s.
Antikacı, Gustavo Faverón Patriau, Çeviren: Özlem Koşar, Delidolu Yayınları, 192 s.
Edebiyat Nasıl Okunur, Terry Eagleton, Çeviren: Elif Ersavcı, İletişim Yayınları, 220 s.