Çağını tersine aşan bir yazar, avangard bir sanatçı ve iflah olmaz bir “sistem” eleştirmeni… Tom McCarthy 2010 yılında yayınlanan romanı C ile zihninizde bir modern klasik etkisi bırakacak
18 Haziran 2015 03:00
Dünya edebiyatını, özellikle de İngiliz edebiyatını yakından takip eden okurlarda şu ara bir heyecan hakim. Kolay değil İngiltere’nin yaşayan en iyi yazarlarından kabul edilen Zadie Smith gibi bir isimden yayınlanan ilk romanı Remainder sonrası “son on yılın en iyi romanlarından biri” övgüsünü alan Tom McCarthy’nin üçüncü romanı C Türkçede. Üstelik Kaya Genç çevirisiyle. Söz konusu kitap, doğabiliminden kablosuz iletişimin henüz keşfedildiği yıllara, oradan Birinci Dünya Savaşı yıllarına ve Mısır’a kadar uzanınca çevirmenin uzmanlığı ve yeteneği bir parça daha önemli hale geliyor. Neyse ki McCharthy’nin hem konusu hem sayfa sayısı bakımından hacimli denebilecek kitabı, titiz bir çalışma ile bizimle buluşturulmuş.
İngiltere’de yayımlandığı 2010 yılında Man Booker Ödülü’ne de aday gösterilen C karşımıza her gün çıkacak türden bir kitap değil üstelik. İlk romanı Remainder’ı bastırmak için yedi yıl boyunca yayınevi bulamayıp kitabını Fransız bir yayınevinden bastırmak zorunda kalan McCarthy hem kitapları hem de Oxford’da İngiliz edebiyatı okuduktan sonraki kariyerini Prag’da bir barda çıplak modellik yaparak devam ettirdiği ilginç yaşam öyküsü ile geniş kitleleri peşinden sürüklüyor.
Tom McCarthy, fütürist bir sanat oluşumu olarak görülen International Necronautical Society’nin de genel sekreterliğini yürütüyor. Yeni medya, internet ve televizyon için yaptıkları manifesto ve müdahaleleri ile tanınan grubun dört maddeden oluşan deklarasyonunun her maddesinde üstüne basa basa anlatılan “ölüm ve ölüme bakış açısı” bölümlerini C’yi okumadan önce okursanız McCarthy’nin topluluğunun bildirisini ne derece önemsediğini ilginç bir şekilde fark edeceksiniz. Kitabın ana karakteri Serge Carrefax’in çocukluğundan itibaren yaşamının tüm yön değiştirmelerinde fiziksel ya da düşünsel olarak “ölüm” teması olduğunu gördüğünüzde McCarthy yazını ile ilgili önemli bir düğümü çözmüş olacaksınız.
McCarthy, çağını aşmak deyimini biraz tersine icra eden bir yazar. Eserleri ile hem ülkesinde hem dünyada Joyce’un, Calvino’nun meşalesini devralan bir yazar olarak görülüyor. Onun çağdaşı yazarlarla değil de 19. ve 20. yüzyıl yazarlarıyla kıyaslanmasının sebebi ise çağın postmodernizminin değil geçmişin realizminin etkisindeki kurguları, kahramanları ve elbette dili. Fakat bu McCarthy’nin var olan bir hikâye etme şeklini sürdürdüğü anlamına gelmesin. Yazar 1900’lerin başında geçen olayları ve dönemin karakterlerini bugünden anlatıyor olmanın avantajını kullanıyor. Bu avantajın da etkisiyle McCarthy’nin kaleminden C’nin ana karakteri Serge Carrefax, 20. yüzyılın başlarında İngiltere’nin güneyinde Versoie'deki izole aile yaşamından, Birinci Dünya Savaşı’nda keşif pilotu olarak görev aldığı Fransa’ya ve oradan da kablosuz iletişim hakkındaki çalışmaları için gittiği Mısır’a kadar uzanan hayatı boyunca edebiyat tarihinin en gizemli karakterlerinden birine dönüşüyor.
Öykünün en başında çocukluğunda tanıdığımız Serge Carrefax’in sıradan bir yaşamı olmayacağını tahmin etmek o kadar da güç olmuyor aslında. Sağır çocuklara eğitim veren, radyo frekansları ve kablosuz iletişim yöntemleri konusunda takıntılı bir baba, sağır ve ailenin ipek böcekçiliği işini devam ettiren anne ve doğabilimine ilgisiyle çocuk yaşta laboratuarına kapanıp herhangi bir ailede çok da doğal karşılanmayacak deneyler yapan bir abla, Sophie… Serge Carrefax’in Versoie'den çıkışı ile çocukluğunda merakla izlediği annesinin ipek böcekçiliği işi ile “kozadan çıkma” noktasındaki benzerliği McCarthy’nin incelikle işlediği ve satır aralarında bulabileceğimiz metoforlarından sadece biri. Bir okur olarak zihnimizde McCharty’nin Serge’ini Joyce’un Bloom’u ile aynı kategoriye koymamızın en önemli sebeplerinden biri de bu metaforlar ve en çok da Freudyen göndermeler olsa gerek. Serge’in çocukluğundan itibaren izlediğimiz hatta bazen birlikte ilerlediğimizi hissettiğimiz hayatı, dört bölümden oluşan kitabın ilk ve en uzun bölümü “Cenin Zarı”nın yani Versoie'deki o huzurlu ama bir o kadar da olağandışı yaşamın izlerini taşıyor. Serge Carrefax, öyle okurun kendisiyle hemen özdeşleştireceği bir karakter değil. Etrafındaki insanlarla, savaş yıllarında asker arkadaşlarıyla ya da hayatına giren kadınlarla kurduğu ilişkilerinde o “cenin zarı” koruyuculuğunu ya da duvarını sürekli yanında taşır. Bu duvar okurun karakter ile ilişkisinde de bu mesafeyi aşmakta zorlanmasına sebep oluyor bazı noktalarda. Elbette bu mesafeyi olumlu ya da olumsuz olarak değerlendirmek okurun tamamen kendi deneyimi ile ölçülebilse de karakter ile ve onun hikâyesi ile daha tarafsız daha izlemeye dayalı bir ilişki kurmamıza sebep olduğu bir gerçek.
Serge Carrefax için 21. yüzyılın en sabit karakterlerinden biri diyebiliriz. Sabit karakterler ya da tip kavramı edebiyat için elbette yeni değil. Sabit karakterler, eser boyunca yaşadıkları hiçbir trajedi ya da önemli olaylar karşısında büyük değişiklikler göstermezler. Özellikle hikâyesini çocukluğundan itibaren izlediğimiz sabit karakterler bir büyüme gerçekleştirmez de zaten hep yetişkin gibilerdir çoğu zaman. Tüm bu tanımlar Serge Carrefax’in birçok insana olağanüstü travmalar yaşatabilecek savaş ya da ruh çağırma seanslarına tanık olmak gibi olaylar karşısındaki soğukkanlılığının da temel sebebi gibidir. Her ne kadar değişken karakterler sabit karakterlere göre daha ilgi çekici görünse de sabit karakterlerin yaşadıkları tüm trajedilere rağmen bir değişim göstermemesi ve romanın başından sonuna aynı karakter özelliklerini sürdürebilmesi belki değişken ya da dinamik karakterlerin büyüme ya da değişme hikâyelerinden daha ilgi çekici olabiliyor. Serge Carrefax’ı radyo frekansları, makineler ya da kablosuz iletişim ve hatta çocukluğunda mors alfabesi ile iletişim kurmanın heyecanlandırdığı kadar yaşama ve insan ilişkilerine dair hiçbir şey karşısında bu heyecanı yaşamadığına roman boyunca defalarca tanık oluruz.
Tom McCarthy’nin C’nin sonundaki uzun teşekkür listesi bile kitabın sadece hikâye eden değil aynı zamanda 20. yüzyıl Avrupa’sından sıra dışı bilgiler ile ilerleyen kurgusunun bir kanıtı gibi. Sağır çocukların eğitiminden kimyaya, bahçecilikten ilk kayıt cihazlarına ve ruh çağırma seanslarına, Mısır piramitlerinin gizemlerine kadar modernizm ile mistisizmin kesiştiği birçok sınırda gidip gelen ve okuru da arkasından sürükleyen bir kitap. Serge’in yaşadığı sıra dışı olaylar karşısındaki soğukkanlılığı ile okurun heyecanının ritim uyuşmazlığı ise tahmin edilenin aksine heyecanı tetikleyen bir itici güce dönüşüyor.
Manifestolarından birinde geleceğin ve teknolojinin hep geçmişe bakarak ilerleyeceğini dile getiren McCarthy yazınında da aynı yöntemi kullanmış gibi görünüyor. Romanlarını da geçmişin edebiyat geleneği ile besleyerek avangart bir edebiyatın yaratıcısı haline geliyor. Günümüz edebiyatının dizüstü gidişatı içinde “yüksek edebiyat” dediğimiz tarzı yeniden var etmeye çalışan McCarthy’nin bu girişimi kimi eleştirmenler tarafından gereksiz bir çaba ya da taklit olarak değerlendirilirken daha ağırlıklı bir okur ve eleştirmen kitlesi için derin edebiyatın 21. yüzyılda da aynı güç ve kaliteyle yapılabileceğinin bir kanıtı olarak görülüyor. Yedi yıl süren ilk kitabını basma serüveni sonrası üçüncü romanı C’nin yayınlandığı hafta sadece New York Times’ta bile birkaç eleştiri yazısının çıkması ve Man Booker adaylığı da McCarthy’nin çok da yanlış bir yoldan ilerlemediğini kanıtlıyor.
Tom McCarthy’nin bir sanat projesi sırasında karşısına çıkan ilk radyo kayıtları ve kablosuz iletişim tarihine olan ilgisi Serge Carrefax’in ve C’nin ortaya çıkmasını sağlamış. Graham Bell gibi en önemli iletişim araçlarını icat eden herkesin ailesindeki ölüm olayları ise onu iletişim kurmanın insanların birbiriyle değil de ölüleriyle mi iletişim kurmak amacıyla geliştirdiği fikrine götürmüş. Yazarın yaptığı birçok araştırma aslında gerçekte de bu frekans, iletişim ve haberleşme meraklısı mucitlerin bazı spirütüel yanlarının da var olduğunu kanıtlamış.
Kitaplarının özellikle de C’nin gerçekçi bir eser olduğu yorumlarıyla ilgili yazarın yorumlarını da ayrıca hatırlatmak hem de katılmamak elde değil. C’deki gerçekçiliğin öyle Flaubert ya da Balzac değil, daha çok William Burroughs ve Jane Austen tarzı bir gerçekçilik olduğunu savunuyor McCarthy. Tüm bunlar yazarın son yüzyılda kurmaca eserlerde bolca ama 19. yüzyıldakinden oldukça farklı kullanılan psikanaliz ve felsefeyi bugünün değerleri ile birlikte kullanarak ürettiği C’nin kahramanı Serge Carrefax’e Ullysesvari bir yürüyüş ile sonuna kadar eşlik etmemizi sağlıyor.