Asıl kitap âşıkları, sanıldığı gibi “en iyiyi” arayanlar değil, iyisini kötüsünden ayırmadan hepsinden kendince bir zevk almasını bilenlerdir bence...
02 Mart 2016 13:00
Ben evden ilk kaybolduğumda beş yaşındaydım.
Saatlerce aradıktan sonra beni Bahçelievler’deki kitapçıda bulmuşlardı.
Yere oturmuş kitapları karıştırıyordum.
Vaktin geçtiğini bile fark etmemiştim.
O zamanlar çok genç olan annemle babam, şaşkınlıktan, bana kızacaklar mı, azarlayacaklar mı, gülecekler mi bilememişlerdi.
Eve döndüğümüzde, uzun uzun kitapları anlatmıştım babama.
Beni gülümseyerek dinlemişti.
Okula yeni başlamış, okumayı yeni sökmüştüm.
Beni hayatımda hiçbir şey öğrendiğim o harfler kadar şaşırtmadı.
O minicik siyah işaretler, altı üstü yirmi sekiz otuz işaret, yanyana geldiklerinde milyarlarca değişik biçime girebiliyorlardı; kadın oluyorlardı, erkek oluyorlardı, at oluyorlardı, ejderha oluyorlardı, şövalye oluyorlardı, kabadayı oluyorlardı, komik oluyorlardı, acıklı oluyorlardı, Antarktika oluyorlardı, okyanus oluyorlardı, bulut, ağaç, çiçek oluyorlardı, aşk oluyorlardı, ayrılık oluyorlardı, sevinç, keder oluyorlardı, hem genç hem yaşlı oluyorlardı, hem kutsal hem günah oluyorlardı.
Harflerden kelimenin tam anlamıyla büyülenmiştim, onlardan ayrılamıyordum.
Her kitabın kapağını açtığımda başka bir hayatın içine giriyor, başka biri oluyordum, sihirli bir iksir içmek gibiydi bu, kitabın kapağını açtığımda o iksiri içiyor, bazen Arsen Lüpen, bazen Pardayan, bazen Küçük Prens, bazen Raskolnikov olabiliyordum.
Harflere, yazılara, kitaplara âşık olmuştum.
Elime geçen her kitabı okudum diyebilirim.
İlk zamanlar hiçbir kitabı diğerinden ayırmazdım, kitaptı onlar, hepsi de aynı şekilde büyülüydü benim için.
Âşık birinin, sevdiğindeki kusurları görmemesi gibi hiçbir kitapta kusur bulamazdım.
Zamanla “kusurları” görmeye, iyiyi kötüden ayırt etmeye başladım ve doğrusu bundan çok da hoşlanmadım, tecrübenin çoğalması ama aşkın biraz eksilmesi anlamına geliyordu bu.
Kitaplara asıl âşık olduğum zamanlar, “kötülerden” de zevk aldığım zamanlardı, kusurlarını görmediğim zamanlar.
Asıl kitap âşıkları, sanıldığı gibi “en iyiyi” arayanlar değil, iyisini kötüsünden ayırmadan hepsinden kendince bir zevk almasını bilenlerdir bence.
Belki de bu yüzden ben hemen hemen hiçbir kitap hakkında kötü bir söz söylemem, kitapları ve yazarları şehvetle kötüleyenlerin de aslında harfleri, kitapları, yazıyı çok sevmediğini düşünürüm.
Âşık olma yeteneğini yitirmiş, içi soğumuş birileri gibi görür, biraz acırım onlara.
Ben hâlâ çocukluğumdan kalan bir alışkanlıkla bir kitabı elime aldığımda önce sıkıca tutar, kapağına bakar, sonra derin derin koklarım.
Severim kitapları.
Benim büyük ve rakipsiz aşkım olan harflerin benim hayatıma düşmüş yansımalarıdır onlar, her zaman güzel kokarlar, her zaman içlerinde beni gülümsetecek, üzecek, eğlendirecek bir şeyler vardır.
Babam ben küçükken, “İnsan her kitaptan bir şeyler alır,” demişti bana, “en kötüsünün bile sana vereceği bir şeyler vardır.”
Ben de buna inanırım.
Zamanla ben de harflerden sihir yapma işinin çıraklığına başladım.
İlk romanımı elime aldığım anı hatırlıyorum.
Kapağına bakmıştım, güzel bir kapağı vardı, koklamıştım sonra.
Güzel kokuyordu.
Sonra içini karıştırmış, bir iki cümle okumuş ve korkuyla elimden bırakıvermiştim.
Hiç o kadar korktuğumu hatırlamıyorum.
Hayatım boyunca istediğim bir işi başarmış, ben de bir sihir yapmıştım ama okuduğum bütün cümleler yanlış ve kötüydü, sihri becerememiştim, üstelik şimdi herkes de beceremediğimi görecekti.
“Herkesin bir ilk romanı vardır” derler, öyledir de gerçekten, benim için kendimle ilgili çözemediğim sır ise beni dehşetle titreten o korkuya rağmen ikinci kitabımı yazmaya nasıl cesaret ettiğim.
Aşkın gözü karalığı belki de…
Ben her kitabımı aynı sevgiyle elime alır, bakar, koklar, kapağını okşar, içini karıştırmaya başlar başlamaz da korkuyla elimden atarım.
Kitaplarımı yazarken büyük bir yazar olduğuma inanır, kitaplarımı karıştırırken “yazar bile olmadığıma” karar veririm ki benim bu kanaatimi paylaşacak epeyce insan olduğunu da biliyorum.
Kitaplarımla ilgili çok eleştiri okudum, beni ve yazdıklarımı yerden yere vuran yazılar, onların eleştirilerine, kitaplarımı karıştırken duyduğum korkuya ve yazdıklarıma karşı hissettiğim aşağılamaya rağmen nasıl yazı yazmayı sürdürdüm ve sürdürüyorum?
Yazarken hissettiklerim ve o hislerimi de paylaşacak birkaç kişinin de çıkabileceği umudu sayesinde sanırım.
Kuşku, korku, kendi yazdıklarından dehşete düşmek, kendini herkesten daha fazla aşağılayıp herkesten daha fazla göklere çıkartmak, bu bitmez tükenmez rakkasın ucunda sallanarak hayatını geçirmek, benim mesleğimin bir parçası herhalde.
Yazarken hissettiğin eşsiz zevk ve güven, yazdıktan sonra hissettiğin azap dolu kuşkuyla birlikte, sanıyorum ki yazarlığı sürdürmeyi sağlayan iki kuvvetli duygu; öleceğini bilmekle hiç ölmeyeceğine inanmak gibi iki zıt duygu sayesinde hayatımızı sürdürebilmemiz gibi yazarlık da bu birbirine zıt iki duyguyla yürüyebiliyor.
Sadece güven ve sadece kuşkuyla yazabilmek mümkün değil, sadece zevk ve sadece acıyla da yazamayacağın gibi…
Tek bir duyguyla yapılabilecek bir iş değil yazarlık.
İki, belki de daha fazla duygu ve karmaşa gerekiyor bu sihri gerçekleştirebilmek için.
Hâlâ yazıyorum.
Hâlâ aynı güveni ve aynı korkuyu hissediyorum.
Hâlâ bir kitabımı elime aldığımda önce kapağını okşuyor, sonra kokluyor, sonra da içini biraz karıştırıp elimden korkuyla atıyorum.
Kitaplar yazabildim çünkü kusurlarına, iyiliğine ve kötülüğüne aldırmayacak kadar âşık oldum harflerle yazılara.
Bir de tabii her kitabı bitirdikten sonra hissettiğim büyük zafer duygusu var, bir sihir gerçekleştirdim, yirmi sekiz harfi alıp onları bir kitaba çevirdim duygusu.
Kendi çocukluğumun hayranlığını kazanma düşüncesi.
Kitapçıda kaybolan o küçük oğlanın hayran olduğu bir işi yapıyorum.
Asıl büyük sihir de bu belki.