"Knausgaard özelinde okuru en çok teşvik eden ve hatta içini gıcıklayan şey onun hayatıyla ilgili 'içeriden bilgi' edinebilme ihtimalimizdir. Bu anlamda Kavgam bizim edebi zevklerimizden ziyade röngtenci tarafımıza hitap eder. Kaldı ki yazar ne kendine has bir üslupla, farklı bir teknikle yazar ne de anlattığı hikâye aslında çok çarpıcıdır. Ancak okur olarak yazarla röntgenci bir ilişki kurmaya çalışırız, onun benliğini kendi benliğimizin bir parçası haline getirmeye çalışırız."
23 Temmuz 2020 16:38
Yazarın yaşamının okunmaya değer olup olmadığı sorusu edebiyatın değerini ve niteliğini tartışmak için kilit nitelikte bir soru olsa da günümüzde işlevselliğini büyük ölçüde yitirmiştir. Yazarın yaşamına duyulan merak ve bu hayatı bir edebiyat eseri olarak okumak son derece olağan bir olgu aslında. Anı kitapları bir şekilde istisnai bir hayata sahip kişilikleri, hiç değilse tarihte istisnai koşullar altında yaşamış kişilerin hayatlarını anlatır. Yazarların veya edebiyatçıların yaşamlarının okunmaya değer olduğunu bu yüzden düşünürüz. Çünkü zaten mevcut olandan farklı olduğu, rutinin dışında bir yaşam hikâyesi dinleyeceğimiz varsayımıyla hareket ederiz. Bu varsayım çoğu zaman bizi yanıltmaz zira yazar ile eserleri arasındaki mesafenin katılığının farkındayızdır. O yazarın kurgu eserleriyle anı kitabını, edebiyatçılığı ve kişiliği arasında kapanmayacağını varsaydığımız mesafenin sunduğu bakış açısı farklılığıyla okuruz.
Şimdilerde ise yazarın kendi yaşamı ve benliği ile ortaya koyduğu eserler arasındaki mesafe gitgide kısaldı. Yazarı eserinden ayırt edemez bir bütün olarak görmeye başladık. Yazar eserinin ya da eser yazarının bir parçası değilmiş de, metin yazarın benliğinin bir parçasıymış gibi düşünmeye başladık. Yazarın benliği giderek daha çok ön plana çıkmaya başladı. Bunda sosyal medyanın rolü kuşkusuz önemli. Sadece yazarı daha erişilebilir, hayatına röntgenci bir bakışı mümkün kılabilir veya onunla etkileşime girilebilir hale getirdiği için değil, aynı zamanda bir başkasının hayatını dışarıdan ve daima korunaklı bir mesafeden izlemeyi mümkün kıldığı için.
Tam da bu yıllarda Norveçli yazar Karl Ove Knausgaard’ın Kavgam serisini yazması, kimliği her ne kadar gizli olsa da Elene Ferrante’nin Napoli Romanları serisini kaleme alması tesadüften öte belirli koşulların ürünü gibi görünüyor. İkisi de özkurmacanın (autofiction) 21’inci yüzyıldaki öncüleri durumunda.
Özkurmaca fantazileri
Özkurmacada okur hikâyenin pasif faili değildir, metin ile okur arasında daima aşılamaz bir mesafe vardır. Çünkü özkurmaca okurun anlatıyı gerçek bir hikâye olarak okuduğu varsayımına dayalıdır. Özkurmacada yazar, anlatıcı ve kahraman aynı nominal kimliği paylaşır. Bu da bize sosyal medyadaki ilişkilenme biçimimizi hatırlatır.
Knausgaard’la kurduğumuz ilişki de böyledir: onun anlattığı hikâyenin daima gerçek olduğunu varsayarız ve hikâyenin gerçek olduğu ilkesinden hareket ederek bir okuma pratiği sağlarız. Altı ciltlik Kavgam serisi boyunca duyduğumuz tüm hikâyeler aslında gerçektir. Öyle ki sonradan amcası Gunnar’ın gerçek hayatını ifşa ettiği için yazarı dava açmakla tehdit ettiğini ve aile üyelerinin tüm hayatlarının açık seçik anlatılmasından son derece rahatsız olduğunu öğreniriz. Bunu hem haber sitelerinden, yani tamamen gerçeğe dayalı (factual) kaynaklardan öğreniriz hem de Kavgam’ın son cildinde Knausgaard’ın anlatısı olarak, bir kurmaca olarak okuruz. Yazarın kurmacada tarif ettiği evler kendi yaşadığı evleridir, eşi ve çocukları kendi eşi ve çocuklarıdır, akrabaları da öyledir.
Knausgaard’ın Kavgam serisini bir ön bilgiyle okuruz tabii ki: Kitapta anlatılan tüm hikâyenin gerçek olduğunu, bunun aile içinde ciddi krizlere yol açtığını ve yazarı köşeye sıkıştırdığını biliriz. Yani kitapla ilişkilendiğimiz ilk anda “Knausgaard Kavgam’da gerçek hayatını anlatıyor ve bunu herhangi bir şekilde çarpıtmıyor, olduğu gibi bize aktarıyor” bilgisini ediniriz ve bunu kabulleniriz. Knausgaard’ı okurken anlattığı hikâyelerin, kişilerin, olayların vb. bütünüyle gerçek olduğundan yüzlerce sayfa boyunca şüphe duymayız. Böyle bir şüpheye ihtiyaç dahi duymayız. Çünkü Knausgaard’ı kitaplarını okumadan önce tanımışızdır.
İlk beş cildin tortusu
Knausgaard’la ilişkilenmemizin ikinci aşaması da Kavgam’ın ilk cildidir. İlk ciltte yazar babasının ölümünün hikâyesini tüm bir kitap boyunca anlatır. Son derece gündelik bir ortamda alınan ölüm haberinin ardından Karl Ove ve kardeşi Yngve babasının öldüğü eve doğru yola koyulurlar. Karşılaştıkları manzarada dağınık ve kirlenmiş bir ev, dört bir yana yayılmış içki şişeleri vardır. Ancak daha sonra altıncı kitapta görürüz ki Knausgaard’ın amcası Gunnar, ilk ciltteki babanın ölümüyle ilgili anlatıların bir yalanlar dizisi olduğunu iddia ederek ailenin onurunu zedelediği için yazarı dava etmekle tehdit eder. Bu şekilde amacı ilk cildin yayınlanmasını engellemektir.
Hacimli sayılabilecek bu ilk ciltteki en ve tek çarpıcı hikâye de babanın ölümü ve içki şişeleridir. Geri kalanı herkesin gündelik hayatta yaşayabileceği türden hikâyelerdir. Bu sadece birinci cilt için değil, altı cildin tamamı için geçerlidir. Sıradışı bir hikâye anlatma derdinde değildir Knausgaard, dolayısıyla arabaya binmek, bir yerlere gitmek, arkadaşlarla toplanıp içki içmek, gönül ilişkileri peşinde koşmak, çocuklarla ilgilenmek, alışveriş yapmak, iş icabı başka yerlere gitmek, yazar olmanın gerektirdiği sorumlulukları yerine getirmek gibi son derece olağan olayları anlatır. Olağan dışı bir hikâye bulmak çok da kolay değildir Kavgam serisinde. Knausgaard’ı çok satanlar listesine sokan, edebi bir sansasyon olarak nitelenmesini sağlayan ve Knausgaardmania’ya sebep olan şey de aslında onun anlattığı hikâyelerin olağanlığı ve okurun bu hikâyelerde kendisinden bir parça bulabiliyor olmasıdır. Elbette normalin dışında olaylara da yer verir Kavgamfakat herkesin hayatında olabilecek kadar. İşte sıradanlığın bu rayihası aslında Kavgam’ın niteliğini belirleyen şeydir.
Serinin ikinci kitabında kitabın yazılmadan önceki halini, Knausgaard’ın kitap üzerine nasıl kafa yorduğunu görürürüz. Henüz 40’ına gelmiş olan Knausgaard 2008 yılında İsveç’in Malmö kentinde eşi Linda ve çocuklarıyla beraber yaşamaktadır. Kitap boyunca Knausgaard’ın tek derdi kitabın adını koymaktır. Hitler’in Kavgam’ından etkilenerek ve onunla ilginç bir analoji kurarak kitabın adını Kavgam koymaya karar verir. Karşılaşabileceği tepkiden ve işin siyasi boyutundan endişe duysa da ikinci ciltte geçmişe dönük hatırlamaları onun bu ismi koymasının zeminini hazırlar. Knausgaard’ın Norveç’i terk edip İsveç’e yerleştiği yıllara döner ikinci cilt. Yazar Linda’yla tanışmıştır fakat onun psikolojik açıdan sorun yaşadığını anlaması kısa sürmez. Ancak bir şair olduğunu öğrenmesi onu kendine daha da çekmektedir. Ayrıca kitap boyunca, serinin adını koymaktan kitabın ana hatlarını çizmeye kadar pek çok noktada Knausgaard’ın nasıl kırılgan olduğunu, tüm hikâyeye (kendi hayatını anlattığı için olsa gerek) son derece duygusal baktığını ve özgüvenden eksik olduğunu görürüz.
Bu eksikliğin ardında da Knasugaard’ın çocukluğu vardır. Üçüncü cilt Knausgaard’ın çocukluk ve ilk gençlik yıllarına bir bakış getirir. Onu daha iyi tanımamızı sağlayabilecek bağları oluşturabileceğimiz birçok ipucu sunar. Yazar kendi çocukluğundan bir tamamlanmamışlık olarak söz eder. Alışıldık ve tahmin edilebilir bir çocukluk geçirir ancak tam da bu sıradan olma hali ve var olma çabası ondaki tamamlanmamışlığı ortaya çıkarır.
Bu tamamlanmamışlığın sonuçlarını dördüncü kitapta Knausgaard Norveç’in küçük bir kasabasındaki öğretmenlik yılları esnasında görürüz. Henüz 18 yaşındadır, hayatından ve geldiği noktadan memnun değildir, bu da onu alkole iter. Hayatındaki bu düşüşü kadınlara olan düşkünlüğüyle telafi etmeye çalışır. Ancak esas düşüş yazmayı hep arzuladığı romanıyla ilgili başarısızlığıdır.
Beşinci kitapta ise yazarın yirmili ve otuzlu yaşlarında yaşadıklarını okuruz. Burada Knausgaard yazar olma hedefine yaklaşmıştır. Artık başarısızlıkları olan bir yazardır ve başarının kapısı ona aralanmış gibi gözükmektedir. Yapmış olduğu evlilik ise çatırdamaktadır.
İlk beş kitabın öyküsündeki farklı ve çarpıcı olan yanlar bunlar. Bunun dışındaki her şeyi hayat gailesi olarak tanımlamak hata olmaz. Herkesin bir şekilde başından geçen hayatta tutunma çabası, bir yere gelmek için verilen mücadele, verilen doğru ve yanlış kararlar, çevremizdekilerin etkisi ve bunların toplamı olarak oluşan benliğimiz Knausgaard’ın da başından geçmiştir. Bu hayat gailesindeki en kritik nokta ise Knausgaard’ın bu olaylara olan bakış açısıdır. Knausgaard tüm yaşananları son derece duygusal bir perspektiften ele alır. Tüm olayları yaşama ve hissetme biçimi uç noktalarda gerçekleşir.
Çemberin sonu
Knausgaard’ın Kavgam’da anlattığı tüm sıradan olaylar ve ona getirdiği aşırıcı bakış açısının şifreleri altıncı kitapta çözülür. Diğerlerinden çok daha uzun olarak yazılmış bu kitapta yazarın sıradanlıkla ilerleyen, basitliğe boğulmuş bir yaşamın nasıl bir mücadele dönüştüğü üzerine kurulu, başarısızlıklar, bağımlılıklar ve beceriksizliklerle örülü, duygusal ve daima didinen karakteristik yazım yönteminin arka planını bu kitapta görürüz. Çünkü altıncı cilt yazılırken Kavgam’ın ilk cildi çoktan yayınlanmıştır ve yazar hem çevresinden hem de edebiyat dünyasından ilk tepkilerini bu dönemde alır ve altıncı ciltte başına gelenlerden bahseder. İlk kitap epey ilgi görmüştür ve Knausgaard ailesinin yoğun tepkisiyle karşı karşıyadır. Altıncı cilt iki yıllık bir dönemi anlatır ve ikinci yılın sonunda ortaya çıkan da zaten altıncı cilttir.
Kavgam’ın ilk beş kitabı Knausgaard’ın yazar olma hikâyesini konu eder. Son cilt ise yazarlık kimliğini edindiği ve yazar olarak anıldığı hikâyeyi anlatır. Bir yetişme romanı olarak bakıldığında Proust da benzer bir yolculuğa sahiptir. Knausgaard’a da “21’inci yüzyılın Proust’u” denmesi aslında boşuna değildir. Aralarındaki benzerlik son derece güçlüdür.
Proust’ta nasıl dört duvarın arasına sıkışmış hasta ve çelimsiz, genç bir erkeğin genç kadınlarla ve Fransız aristokrasisiyle pek de ilgi çekici olmayan ilişkilerini keyifle okuduysak, Knausgaard’da da çocuklukta oynanan oyunları, gündelik ev yaşamını keyifle okuyoruz. Proust’ta nasıl bir Fransız soylusunun şeceresini onlarca sayfa okumaktan sıkılmadıysak, Knausgaard’da da yazarın vefat eden babasının votka şişeleriyle dolu, çöpten ibaret evini temizleyişini onlarca sayfa okumaktan geri durmuyoruz. Kayıp Zamanın İzinde’nin edebiliğinden aldığımız tadı, Kavgam’da da bulabiliyoruz.
Bu yetişkinlik öyküsünün sona bağlandığı altıncı ciltte Knausgaard uzun uzadıya Adolf Hitler’in Kavgam’ından söz eder. Hitler’e bir sempatisi olmamakla birlikte onun kitabının adına öykünmesinin gerekçelerini sıralar. Her şeyden önce katliam yapan bir diktatörün hayatıyla orta yaşlı Norveçli bir yazarın hayatı arasında bir paralelliğin var olabileceğini iddia eder. Temel iddiası ise herhangi bir insanın yaşamının da nihayetinde yaşam olduğudur. Tarihe kötülük timsali olarak yazılmış bir diktatörün hayatının aşırılıkları ile Knausgaard’ın yaşamının sıradanlığı arasındaki asimetri aslında yazarın vurgulamak istediği noktadır. Bu yüzden de Kavgam’ın altıncı cildinde 400 sayfaya yakın Hitler’in Kavgam’ından söz eder. Kitaptaki metinlerden uzun uzadıya alıntılar yaparak hayal kırıklığına uğramış ve hayatını yoksullukla mücadele ile geçmiş bir gencin nasıl Nazi’ye dönüştüğünden söz eder. Bu derinlikli analiz Knausgaard’ın kendi kişiliği üzerine tefekkürüyle noktalanır. Knausgaard’ın nihayetinde alkolizmden ölen baskıcı babasının serinin geneline yayılan baskın rolü aslında yazarın yürüttüğü kavganın sebebidir. Ama Knausgaard bu kavgayı bir olağanlık çerçevesi içine yerleştirir. Kitaptaki olayların olağanlığı, sıradanlığı ve alışılmışlığı ona göre bu kavgayı değerli kılar. Yine de Knausgaard kendi yaşamına da bir değer atfetmekten uzakta durur. Ona göre hayat hayattır işte. Daha fazlası değildir.
Okur olarak Knausgaard’la ilişki kurmak mümkün mü?
İşin okur boyutuna geldiğimizde ise yazarın hayatı biz okurlar için sadece hayat olmaktan öte bir şeydir. Çünkü Knausgaard özelinde okuru en çok teşvik eden ve hatta içini gıcıklayan şey onun hayatıyla ilgili “içeriden bilgi” edinebilme ihtimalimizdir. Bu anlamda Kavgam bizim edebi zevklerimizden ziyade röngtenci tarafımıza hitap eder. Kaldı ki yazar ne kendine has bir üslupla, farklı bir teknikle yazar ne de anlattığı hikâye aslında çok çarpıcıdır. Ancak okur olarak yazarla röntgenci bir ilişki kurmaya çalışırız, onun benliğini kendi benliğimizin bir parçası haline getirmeye çalışırız. Günümüzde özkurmacanın bize sunduğu çerçeve de bundan ibarettir.
Günümüzde edebi eserler sıklıkla farklı ve merak uyandırıcı kimliklerin hikâyesi ile fantazi ve bilimkurgu arasına sıkışmış gibi gözükse de, özkurmaca, özellikle de Knausgaard’ın Kavgam’ı sıradanlığı ve monotonluğu ön plana çıkarmasıyla farklı bir damara sahiptir. Kavgam’da okurun yazarla özdeşleştiği noktada anlam kurulur. Metin ve yazar ontolojik açıdan aynı konuma sahiptir. Knausgaard’ın metinlerini okurken yazara, metne ve okura (ve hatta bunların oluşturduğu çemberin yarattığı ağa) dair farklı ontolojik gerçekliklerden söz etmek mümkün değildir. Tek bir gerçeklik vardır Kavgam’da, o da Knausgaard’ın benliğinin gerçekliğidir. Burada yazar metnin temelini anlatısının yoğunlaştığı yerde açığa çıkarır. Bu sebeple okurun metinle veya kurmacayla özdeşleşmesi mümkün değildir. Ancak ve ancak yazarın benliği araya girdikçe metinle özdeşleşmek mümkündür. Kavgam’da metin ve yazar da aracı konumunu yitirmiş, yerine ikisinin birbiri içinde kaybolduğu ve okurun ancak bu kayboluş noktasıyla ilişkilenebildiği bir yapı söz konusudur.
Yazar ve okur etkileşimi yazarın benliği odağında gerçekleştiğinden, sadece kitapla ilişki kurmak yeterli değildir okur için. Knausgaard’ın hayatı hakkında internette bilgiler bulmak, onun yaşamı hakkında kitabı da aşabilecek bilgiler bulmaya çalışmak veya Knausgaardmania’nın ortaya çıkması bunun bir ürünüdür. Dolayısıyla Kavgam okurlar için benliklerin röntgenci bir bakış açısıyla salındığı kişiler arası bir alan tesis eder. Burada şunu sormamız ve üzerine kafa yormamız gerekir: Knausgaard Kavgam’ı yazmasa da yerine tüm hayatını Instagram hesabından yayınlasa onu yine de bu denli yüksek bir mertebeye yerleştirir miydik?
•