Eski Hafriyat üyesi Antonio Cosentino ile son sergisi ‘JPeg Takımadaları’ üzerinden modern dünya, can sıkıntısı, yaratıcılık, tembellik, varoluş, hiçlik, kültür endüstrisi, teori, praksis, sanat politikası ve daha birçok şey üzerine bir söyleşi.
23 Temmuz 2020 13:26
Türkiye çağdaş sanatının en kendine has, en ‘dağınık,’ en ‘bohem’ ve en şaşırtıcı figürlerinden biri olan, eski Hafriyat üyesi Antonio Cosentino ile son sergisi ‘JPeg Takımadaları’ üzerinden modern dünya, can sıkıntısı, yaratıcılık, tembellik, varoluş, hiçlik, kültür endüstrisi, teori, praksis, sanat politikası ve daha birçok şey üzerine söyleştik. Covid-öncesi dönemde açılan ve araya giren üç ayda kapalı kalan sergi üzerine konuşurken ‘yeni-normal’ denen hal üzerine ve salgının etkileri üzerine de birkaç söz etmiş olduk. Cosentino’nun bir ‘hikâye’ eşliğinde topyekûn bir ‘deneyim’ sunan çok parçalı ve katmanlı sergisi 29 Temmuz’a kadar Zilberman-İstanbul'da açık.
Ahmet Ergenç: Önce şunu söyleyerek başlayalım: Bu sergi tam ‘covid-öncesi’ dönemde açıldı ve araya üç aylık bir kesinti girdikten sonra tekrar açıldı. Aslında biz de bu röportajı üç ay önce yapacaktık ama bu salgın sanki diğer şeyleri anlamsızlaştırmış gibi, senin sergi üzerine de düşünmeyi erteledik, en azından ben erteledim. Şimdi ‘normal’e, yeni-normale (böylece kavramlar tarihi yeni bir ‘neo’ daha kazandı; neo-normal) geçtik. Bütün bu ara-kesitte senin için neler değişti? Kendi sergine ve dünyaya bakışında değişen şeyler oldu mu?
Antonio Cosentino: Sevgili Ahmet, değerlendirmeni dikkatlice düşünüyorum. Evet, sergi üç aylık bir kesintiden sonra tekrar açıldı. Benim için bir şeylerin değişmediğini görüyorum ancak uzun vadede bir şeyleri değiştireceğini görüyorum, nedir bunlar bilmiyorum: aslında sevdim ben bu virüsü; hayatın felce uğraması tıpkı beklediğimiz uzun kar yağışları gibi olağandışı bir atmosfer yaratıyor. Gizliden gizliye bu durumu seviyorum, tüm şeyleri daha farklı hissettiren bir hava oluşuyor. “İki yıl okul tatili” romanının gerçek olması gibi. İçinde beş kişi olan bir vapurla Kadıköy’e geçmek, iş vakti olmasına rağmen olağandışı bir boşluk, sessizlik, herkesin birbiri ile çok benzeyen “hastalık” sohbetleri, havalimanında uçamayan uçaklar, vs… Sanki öncesinde dünya anormal bir yerdi ve bu süreçle beraber normale döndü; tertemiz bir hava, boş yollar… Bu durum iki yıl daha şiddetini artırarak devam etse pek de bir şikâyetim olmayacak gibi.
AE: Sergin en temelde JPEG kültürüne karşı ‘aura’ gemisiyle aura adasına gitme planları yapan, krizli, belki de ‘varoluşçu’ bir karakterin hikâyesine dayanıyor. Yazdığın hikâyenin bir yerinde karakter hızdan, bir lanet olarak hızdan bahsediyor. Hayali ‘eski dünya’nın hediyesi (ve belki de laneti) olan şeylerden kurtulmak. Yeni bir yoğunluğa ve görme-hissetme rejimine açılmak. Bu geçen sürede sence şeyler bir nevi ‘aura’ya yeniden kavuştu mu? Zaman yavaşladı ya da esnedi ve ‘ince şeyler’i görmek için zaman boşlukları doğdu mu? Yani yeni bir bakış için bir vesile oldu mu bu ‘dünyayı durduran’ felaket? Bunu romantik, felaketi romantize eden bir yerden değil, gayet seküler, gerçekçi, şeylerin ritmine bakan bir noktadan sormaya çalışıyorum. Soruyu özetleyeyim: şeylerin ritminin değişmesi bakış ve algının ritminin de değişmesine yol açtı mı? Hayırlı bir felaket miydi bu?
AC: Kendim için bulduğum yaşam formu oldukça yavaş bir tempoda. Sanat için de kafamda hep bir “slow-art” modeli var. Eski dünyanın kavramları, kodlamaları zaten kitleler için ve benim için bir işkence modeli gibi. Militer bir emir komuta zinciri içinde, zorunluluklar, debelenme içinde hayat akıp gidiyordu. Duyumsama, hissetme, zamanı yavaşlatmak gibi kavramlar modern yaşam tarzının içinde zaten romantik duruyorlar; öncesinde de benim kurmaya çalıştığım düzenekte bahsettiğimiz bu şeylerin hep yavaş olması var. Kahramanım tüm varoluşsal karakterler gibi kendi küçük iç sıkıntısında yüzüyor; açılmak istediği tinsel nokta kendisinin de bilmediği, hayal ettiği bir rüyada geçiyor. Bu rüyanın içinde kalarak varoluşunun zayıflığını hissediyor. Her şeyin anlamsız olduğu bir zaman dilimine fırlatılmış olduğunun hissiyle beyhude çabalıyor, arzu ettiği “aura” bölgesinde yine sıkılacağını bile bile var olmaya çabalıyor. Felaketler onu etkilemiyor. O lanet olası bir daimi güvensizlik, varlığının tescili anlamında bir kriz içinde. Ancak uzun süreli bir rüyaya yatarak çıkabileceği bir kriz. Anlamın olmadığı bir mekânın içinde çaresizce anlam üretmeye soyunmuş bir karakter.
AE: Aura ne demek sence? ‘Yeniden Üretim Çağında Sanat Yapıtı’ adlı meşhur metninde Benjamin aura’yı hem bir baş belası anlam takıntısı hem de şeylerin hakikiliğini garanti altına alan bir hediye olarak görüyor. Zaten böyle bir ikili gerilim, bir bakış diyalektiği olmasaydı, Benjamin’in makalesi nostaljik bir anlam çırpınmasından başka bir şey olmaz ve bugüne kadar etkili olmazdı. Halbuki Benjamin hem yeniden üretimin (bu sergideki karşılığı JPEG) özgürleştirici, dünyevileştirici, hemzeminleştirici ihtimallerinden bahsediyor hem de aura’nın kayboluşunun yasını tutuyordu. Benjamin’in bu ikili pozisyonunun sende de olduğunu düşünüyorum. Ne dersin? Aura bir lanet midir, bir hediye mi yoksa ikisinin karışımı bir garip mahlukat mı?
AC: Aura bir düş. Sergideki karakter, evet, aura kavramına iltimas geçiyor ama tüm varlığını bir JPEG olarak anlamlandırabiliyor. Daha doğrusu, karakterin hayali her şeyin ama her şeyin bir JPEG olarak devam edeceğini hayal etmesi ile başlıyor ki bu da eninde sonunda imkânsız bir düşlem. Deneyim olarak “an” dışında elinde herhangi bir şey yok. Kültürün içinde tüm aktarımların elektriksel boyutu onun en büyük çelişkisi. Sadece inşa ettiği objelerin, resimlerin içinde, o “an”da bütün olmak zevkini yaşayabiliyor. Objelerin bir ışıma yaratacağını, bir varlık olarak kendi otonom hayatlarını kuracağını belirsiz bir gerçeklik olarak yaşatmaya çalışıyor, sonraki tüm bilişsel süreçler onu zerre kadar ilgilendirmiyor.
AE: Senin işlerindeki temel yöntem insanın aklına yine Benjamin usulü bir paçavracılığı, bir ‘parça’ toplayıcılığını getiriyor. Yazdığın hikâyede nesnelerin önemsiz gibi görünen anlamını araştıran bir karakter var. Neredeyse nesnelerin kutsal kitabını yazmak istiyor. Cansız nesnelerde de bir ‘can’ gören bir bakış bu. Alıntılıyorum: “Bir de cansız olan nesneleri doğal olmayan sınıfında gören bir görüş var. Ama neden doğal olmasınlar? Onları kafamızda doğal-olmayan olarak tanıtlamamız neden? Tıpkı benim kadar, mis gibi doğallar. Tüm bu kentler, tüm bu birikmiş yığıntı, şekillenip çeşitlenmiş her şey kendi evrimlerini yaşıyorlar.” Senin sanat pratiğinin nesne ve anlam biriktirmekten beslendiğini ve metafiziğin büyük anlamını tahtından indirip küçük parçaların seküler anlamlarına odaklandığını söyleyebilir miyiz? Ya da edebiyatta Perec’in yaptığı gibi, ‘gündelik’ olanın, ‘olağan-içi’nin anlam kıvrımlarına odaklandığını?
AC: Kendi nesne dünyamın karakterin hikâyede sorgulamaya çalıştığı gibi mekânla bağları var. Bu mekân sorunudur ki her zaman bende “görünüm” olarak varlık buluyor. Görünümün ne olduğu tüm sanat hayatımda beni en çok meşgul eden sorun. Tüm çevresel genellemelerin dışında tekil varlığımın bu görünümden ne anladığı, neyin içinde var olduğu ve görünüme eklemlenmiş tüm “şeyler” bende hem bir kendiliğinden oluşu hem de bir mucizeyi çağrıştırıyor. Sürekli şeylere yabancılaşarak onları yeniden tanımlıyorum; bir düş olarak, basit bir gerçeklik olarak, hatıra olarak… Geçmişle bugün arasında bitmeyen, yeniden tanımlanan, bugünün etkilerinin geçmişi sürekli yeniden kurduğu bir labirent. Burada bir aralık açmak isterim: içinde bulunduğumuz görünüm ve mekân kendi özne halimizin dışında bir gerçeklik oluşturmuyor ve kendi dışımızda yoklar. Öyleyse nerede yürüyorsam ben oyum. Bana şekil veren şey aynı zamanda şekil almış başka bir yapı. Tekil olan her durum aynı zamanda bu haliyle evrensel de. Hiper bir çokluğun içindeyim. Neyin kurgu neyin gerçek olduğunun sürekli birbirine karıştığı, zamansız bir mevsim gibi. Her şeyi birbirini doğurduğu için, birbirini var ettiği için doğal görme eğilimi: vidaların evrimi, düğmelerin, kalemlerin evrimi, sürdürdükleri yaşamları, onları gözümde canlı varlıklardan farksız kılıyor. Bir hayatları var ve bir evrimin içindeler. Onları anlamlı kılan şey “öznenin” psikolojik saiklerle onlara yüklediği inkâr edilemez bir anlam ve onlarla kurduğu ilişki. Olmuş olan her şey hangi noktada kendi otonomisini kazandı? Hangi noktada kendi hikâyesini kuruyor? Bunlar benim için bilinmez şeyler, cevap aradığım şeyler.
AE: Daha önceki serginle ilgili yazdığım yazıda medyumlar arası dağınık ve ‘serserice’ bir tavrın olduğunu ve bu gezgin halinle şehri arşınladığını söylemiştim. Bu sergide ise şehri biriktirmek yerine bir hayalî şehir kuruyor gibisin; biraz fantastik, biraz ‘kitsch’ ve ara-damarlarında ‘politik’ olan bir şehir hayali. Bu sergi bize bir ‘alternatif şehir’ sunuyor mu hakikaten?
AC: İnsanın kendi tabiatına cevap verebileceği bir çalışma şekli yaratması kanımca en önemlisi. Akan giden zaman içinde kafamda oluşan şeyler, onların evrimleri, benim zamanı geçirme yöntemim sergilere şeklini veriyor. Benim için sergi su gibi akan bir peşi-sıralık yaratmalı. Yürüyüşüm gibi, duraksamam gibi, tüm kafa karışıklıklarım, duygulanımlarım, hepsi orada olmalılar. Hevesle başlamak, nereye gideceğini bilemeden başlamak onları bir proje olmaktan çıkarıyor. Zaten bir proje yürütebilecek zihin bütünlüğüne sahip değilim. Ani yön değiştirmelerle, ani üslup değişikleri ile yol alabiliyorum. Her şeyden sıkılan bir tabiatım var, kendi işlerim bile zaman zaman bana sıkıntı veriyor. Belki bir ada fikri, bilinmez bir “Sirte Kıyısı” kafamda hep mevcut. Bunların alternatif olduklarını söyleyemem. Ama kendi sofrasını sürekli bozan bir sanatçı fikri kafamı daha çok meşgul ediyor. Şeylerin içinde güçsüzlüğe doğru yol alabileceğim bir hayal kafamı meşgul ediyor. İşlerden zaman zaman sıkılmamın sebebi onların giderek güçleniyor olduklarını görmemle ilgili. Sürekli bir paradoks oluşuyor. Zamanın ötesinde bir kıyı yok belki ama düşlerde bu olabiliyorsa nesneler neden düşlere yaklaşmasın? Hâlâ kentler içinde boş boş kendi romansımda gezinmek en büyük keyfim. Garip bir akşamüstü, kentin kıyısında bir züccaciye AVM’si, keyifli balkonlarda sigara tüttürenler, sonsuz bir mucizevi-çokluk içinde gezmek…
AE: Gelelim sergiye eşlik eden hikâyeye: hikâyede bir kişisel krizden büyük politika ve tahayyüle uzanan bir karakter var. Karakterin söyledikleri, benlik-şüphesi, kendinden çıkma ve başka bir hale geçme isteği ve nesnelerle kurduğu yoğun alaka bana Oğuz Atay’ın Korkuyu Beklerken’ini hatırlattı. İsimsiz anlatıcı bir yerde şöyle diyor: “Kendi kendime sunduğum kanıtlar sanki beni var etmek bir tarafa dursun, varlığımı tamamıyla şüpheli hale getirdi. İçinde bulunduğum tüm fiziksel durumlar, tüm tinsel alanlar, düşünüşlerim, dönüşümlerim, temaslarım, hepsi şüpheli hale geldiler.” Bu şüpheden kurtulmanın yolunu ilginç bir şekilde teoride buluyor gibi geldi bana. Şeylerin teorisi, bir kurtuluş ihtimali. Eleştirel teori denen ve soğuk bir aygıt gibi kullanılan şeyi yaşamsal bir araç (ya da Foucault’nun dediği gibi ‘alet-çantası’) olarak kullandığını söylesem, hak verir misin?
AC: Bu tanımlaman harika! İfade edemeyeceğim şeyler söyledin. Yine de karakterim kendi karikatüründen başka bir şey değil. Bir tekne yapacak kadar hayalperest, istenci aşk barındıran bir eylem. Ama etrafını saran hava aynı zamanda ona katı bir nesne bir hapishanesi olarak da geliyor. Hem varlığından emin değil hem de özgüveninden. Özgüven ona çoğu zaman çocukça bir edim olarak görünüyor. Onu saran havada şeylerin güzelliğini örten bir hal var, onu boğuyor; hem bir cennette yolculuk yapıyor hem de bir kleptokrasi bahçesinde olduğunun bilincinde. Ona sunulan şeylerin hiçbirine dokunmak istemiyor, bu onda tiksinti yaratıyor. Sadece daha önce geçip gittiği yollarda fark etmemiş olduğu ama bugün fark ettiği bir yeni yol var. Orada her şey sürprizli, düş alanına girmek gibi; oraya doğru düşünmeden hareket etmek istiyor. Robinson’un alet çantası onun son planı gibi orada öylece duruyor. Kurtuluşu yepyeni kentler, adalar hayal ederken yok oluşun içinde. Beckett karakterleri gibi yıkıma doğru hareket halinde.
AE: Teoriden bahsetmişken, son olarak praksisle ilgili bir şey sorayım: Bir sanat politikası var mıdır aklında? Eski bir Hafriyat üyesi olarak çağdaş sanatta ‘politika’yı nasıl ve nereye konumlandırıyorsun? Hafriyat üyeleri daha propogandif, daha sloganvari işler yapmaktan, dünyayla dirsek teması kurmakla yetinmeyip dünyaya tabiri caizse ‘burunlarını sokmaktan’ çekinmiyorlardı. Ben bu daha radikal-politik jestin son on yılda azaldığını, yerini daha ürkek bir ‘kültür-endüstrisi-manevrasına bıraktığını düşünüyorum. Ne dersin günümüz sanatı ve politika konusunda?
AC: İçinde büyüdüğümüz zaman dilimi bize bütün ideaların dünyevi bir parasal düzene evrildiğini gösterdi. Başarı diye adlandırdığımız hikâyelerin tamamı içinde bir dizi usta işi el sıkışmayı barındırıyor. Kurumun karşısında tekilliğin ezildiği, un ufak olduğu bir düzen kuruldu. Benjamin’in deyişi ile fakirliğin lanetlendiği bir zamandayız. Her tür başarıdan şüphe ile söz edebileceğimiz, hareketli bir zemin. Bu zeminde büyük prodüksiyonlar, büyük politik anlatılar bana inandırıcı gelmiyor. Tibet üzerine, Irak üzerine, pandemi üzerine, Papa üzerine söylenmiş bir dizi büyük laflar. Modern saiklerin güçlü olduğu kısa zamanlardaki gibi yok olmaya doğru hareket eden sanatçıların, hiçliğe doğru hareket eden sanatçıların poetikasına kurumlar hâlâ çok uzak. Şiirsel dilin yerini sıkıcı, payını isteyen, üretken, tutarlı sanatçılar aldı. Bu üretkenliğin tarihsel kodları çok eski; eski dünyanın eril, vahşi mirasını yaşatıyorlar. İşlerin kalıcılığını hayal etmek, eski yüzyılların düzeninin bir parçası. Eskiden Tanrı’nın inayetine varacak olan sanatçı şimdi gönüllü olarak müşterinin inayeti için sabahlamakta. Çok sıkıcı arzular… Zaten çok sıkıcı sanatla doldu her yer. Bir yaşam stili olarak azla yetinen sanatçı profili hem az hem de sistem bu şimdilik “tehlikeli” sanatçı tipini içine alamazsa imha edebileceğine inanıyor. Adorno’nun deyişiyle, reklam artık bir ürünü tanıtmak için yapılmıyor. İstenmeyen radikalleri dışarıda bırakmanın sağlam bir yolu. Kurumlar azlar ve son derece korkaklar. Yeni dünyanın havasını teneffüs etmekten uzaklar. Önümüzdeki zaman kentler çağı olacak. Buralarda binlerce birbirine yakın yetenekte, yaratıcı insan dolu olacak. Kurumlar henüz bunun nasıl şekilleneceğini hesaplayamıyor; en azından burada… Babadan kalma birkaç dâhi sanatçı kültüyle yol almaya çalışıyorlar. Sanatçı da buna inanmaya dünden razı. Sanatçı kendini imha ederek, vazgeçerek varolacağı bir düzenin geldiğini göremiyor.
AE: Bir bonus soru: kendine sorup cevaplamak istediğin bir soru var mıdır? Varsa cevabıyla birlikte duymak şahane olur.
AC: Bir soruya cevap değil de, bütün bu şeyleri anlamlı bulup bulmadığımla ilgili kendime veremediğim cevaplar var. Konuşmayı uzatmak olarak da algılayabilirsin. Tüm bu içinde bulunduğum serüvenin hayatımın bir parçası olduğunun elbet bilincindeyim ama anlamlı bulup bulmadığımı gerçekten bilmiyorum. “Görünümün” içinde kendi varlığımın bir önemi olup olmadığını bile bilmiyorum. Birbirinin peşi sıra dizilmiş tüm eylemlerim biraz da kendi talihimi, kaderimi düzenlemek isteği idi. Kendi medyumlarımla baş başa geçirdiğim tüm o yalnız saatlerimde kurduğuma inandığım kendi iç düzenim ve eylemlerim bana hep kuşkulu da göründüler. Kanımca kendimi konumlarken eski bin yılların ölüm için var ettiği sonların dışında bir son arıyorum. Burayı nasıl terk edeceğim sorusu aynı zamanda tüm eylemlerime şekil veriyor. Her zaman kendi çalışma sebeplerini bulmuş sanatçılara hayranlıkla yaklaştım. Bunun bir karakter özelliği mi –hiperaktivite gibi– yoksa felsefi bir yön belirleme mi olduğu benim için en büyük soru. Belki tek tek tüm sevdiğim sanatçılara şunu sormak isterdim: Bu her şeyin eriyip gittiği süreç içinde, seni harekete geçiren saik nedir?
•