Bir dilde sürdürülen felsefi faaliyetin gidişatını anlamamızı sağlayacak en belirgin işaretler, klasik metinlerin o dildeki maceralarında bulunabilir. Son yıllarda büyük ilgiye mazhar olan Spinoza’nın Türkçedeki macerası, bu açıdan ilgiyi hak ediyor
04 Haziran 2015 13:00
Ulus Baker, ölümünden iki yıl önce yayımlanan bir söyleşisinde, Türkiye’de Spinoza’ya duyulan ilgiyi bir “konaklama hali” olarak nitelendirmişti.[1] Haklı olarak, bunun dolaylı bir ilgi olduğunda ısrar ediyordu. Spinoza düşüncesi Türkiye’de son yıllarda, daha çok Deleuze, Balibar, Negri gibi düşünürlerin yapıtları aracılığıyla tanınmış, dolayısıyla bazı çağdaş düşünce akımlarının önceli ya da asli referans noktası olarak değerlendirilmişti. Ama Baker bu konaklama halinin “hem akademik hem de genel kültürel çevrelerde Spinozacılık üstüne daha yaygın bir tartışma” için bir hazırlık olduğunu da (ya da olabileceğini de) söylüyordu. Bu dolayımdan, Spinoza’nın kendisine, yapıtının “topyekûn” okunmasına geçilmeliydi ona göre. Bugün bunun kısmen gerçekleştiğini söyleyebiliriz. O günden bu yana, başta Teolojik-Politik İnceleme[2] olmak üzere, Spinoza’nın Etika dışındaki önemli metinleri de Türkçeye çevrildi; ikincil literatür, telif ve çeviri çalışmalarla daha da genişledi, ayrıca üniversite dışına hitap eden akademik etkinlikler düzenlendi.[3] Bunlara bakarak, Spinoza’nın Türkiye’de belki bir de Marx’a ya da Nietzsche’ye nasip olmuş bir popülerliğe eriştiği düşünülebilir. Peki, bu “konaklama hali” bir yerleşikliğe dönüşmüş müdür gerçekten? Bu dolaylı ilgi, Spinoza’nın tüm yapıtını kuşatan kalıcı ve doğrudan bir ilgiye evrilebilmiş midir?
Öncelikle, Spinoza’ya dönük ilginin derinlikli bir üretime ve çeviri faaliyetine dönüştüğü Avrupa’da, Spinoza’nın yeniden güncel bir düşünür olarak okunması sürecine göz atalım. Bize bir karşılaştırma fırsatı verebilir bu. 1940’lar Fransa’sında Spinoza okumalarının yok denecek kadar sınırlı olduğunu, bugünkü Marksist Spinoza yorumlarına kaynaklık eden yazar Alexandre Matheron’dan öğreniyoruz.[4] O döneme hâkim olan bakış, büyük oranda, Spinoza’yı felsefe tarihinde post- Kartezyen bir bağlama oturtuyor ya da onu Hobbes gibi bir toplum sözleşmesi filozofu olarak ele alıyordu. Spinoza okumalarını kökten değiştiren atılım ise, 1960’lı yıllarda iyiden iyiye görünürlük kazanan bir başka felsefeci kuşağından gelecekti: Gueroult, Deleuze, Matheron hattından.[5] Spinoza’ya aslında birbirinden çok farklı niyetlerle yönelen bu yorumcuların ortak bir özelliği vardı: Amsterdamlı düşünüre felsefe tarihinden ikincil bir figür olarak yaklaşmayıp, Etika’daki düşünce sisteminin özgün kuruluşunu ve o zamana dek fark edilmemiş imkânlarını açığa çıkarmaya çalışmak. Bu üç büyük yorumcunun yapıtlarının doğurduğu ivme, özellikle Fransa ve İtalya’da Spinoza’nın hem metafiziğini hem de politik teorisini, güncel felsefi- pratik tartışmaların merkezine yerleştirdi. Bu süreçte, Spinoza’yı Tanrı’dan başlayan bir mutlak töz düşüncesi olmaktan çıkarıp, etkilenişler düzleminde kurulan materyalist bir pratik felsefe olarak yeniden tanımlayan bakış açısı öne çıktı. Arka planında “68 olayları” bulunan politik bağlamda ise, Spinoza artık özgürleştirici eylemi anlamsız kılan bir zorunluluk filozofu olarak değil, düşünce özgürlüğünün ve çokluğun gücünün filozofu olarak okunmaya başlandı. Dahası, bütün bu yeniden yorumlama faaliyeti Spinoza’nın yapıtına bütüncül bir dikkatle dönülmesine de fırsat verdi.
Fransa’da, Spinoza’nın düşüncesini yorumlama ve bu felsefenin “kullanımlarını çoğaltma” çabalarının, ana metinlerin edisyon ve çevirilerine ilişkin çalışmalarla bir arada yürüdüğünü fark etmek önemli. 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başında yapılmış çevirilerin çağdaş yorumcular tarafından elden geçirilip iyileştirilmesi ve yeni önsözlerle tekrar basılması, Fransız Spinozacılığının gelişmesi bakımından yol açıcıydı.[6] Bu yapıtların yeni çevirmenlerce tekrar Latince asıllarından çevrilmesi de sonraki tartışmalara yön verdi. Söz konusu basımlar, geniş önsözleri, ayrıntılı dipnotları ve önceki çeviri tercihlerine yaptıkları göndermelerle hayli zengin bir metinlerarası ağ oluşturdular. Çeviri, yorum ve yorumlar- arası verimli tartışmaların eşzamanlı olarak yürütüldüğü bu alanda ortaya konan ürünler, hiç şüphesiz, hem felsefi hem dilsel uzmanlık çalışmalarıydı. Yani bu yeni çevirilerin gücü tam da ele aldıkları metni salt dilsel bir malzeme olarak görmemelerinden ileri geliyordu. Bu metinlerarasılık içinde, her bir çevirmen, öncelleri ile girdiği kavramsal tartışmalarla tercihlerini temellendirmeye girişiyor, dolayısıyla, aslında kolektif bir biçimde kurulan yeni Spinoza anlayışını kendi payına belirliyordu.
Şimdi Türkiye’ye gelelim: Bu türden bütünlüklü bir çeviri ve yorumlama çalışmasını bir arada sürdüren Cemal Bâli Akal’ın ismini işte bu noktada anmak gerek. Akal, Spinoza üzerine yazdığı pek çok metinde[7] oluşturduğu yorum ve terminolojiyi, Reyda Ergün’le birlikte yaptığı Teolojik- Politik İnceleme çevirisine, temellendirilmiş ve tutarlı biçimde yansıtıyor. Esasında bu çeviri Spinozacı perspektiften devlet kuramı, hak/ güç sorunu ve ifade özgürlüğü hattını takip eden uzun erimli bir düşünümün değerli verimlerinden biri. Bu basıma Ergün’ün yazdığı kapsamlı önsözde, farklı dilden edisyonların karşılaştırılması sonucunda ulaşılan çeviri tercihleri ve bunların bağlamları konu ediliyor. Bu önsözde özellikle potestas, potentia, ius, lex, multitudo ve imperium gibi kavramların üzerinde durulması, çevirmenlerin özgül bakış açısı hakkında da fikir verir nitelikte. Burada Akal ve Ergün’ün diğer metinlerinde de izini sürülebileceğimiz, ağırlıklı olarak siyasi ve hukuki meselelere odaklanan bir yaklaşımla karşılaşıyoruz. Ayrıca, çevirmenlerin Teolojik- Politik İnceleme’deki konulara ilişkin olarak kendi felsefi konumlarını bu kavramsal kuruluş üzerinden belirtmesi, bu çevirinin önemli meziyetlerinden. Bu belirgin perspektif, okurun metinle belli bir sorunsal üzerinden ilişki kurabilmesine imkân veriyor. Benzer bir şekilde, yukarıda sözünü ettiğimiz çağdaş Fransızca Spinoza edisyonlarındaki önsözlerde de, aynı metnin farklı temalarına odaklanan analizler bulmak mümkün. Sunuşlarda ortaya koyulan tematik tercihler, yani belli bir sorunsal etrafında örülmüş kavramsal tartışmalar, çevirmenleri doğal olarak bazı konuları vurgularken, bazılarına daha az değinmeye götürüyor. Akal ve Ergün’ün çevirisinde gözlemlenen hukuk ve siyaset vurgusu bizce bu türden bir tercihin yansıması. Ama bu yaklaşım, ister istemez, metnin teoloji ve Kutsal Kitap tefsiriyle ilgili kısımlarına yönelik derinleşmeyi biraz ikinci planda bırakmış görünüyor. Her halükârda, bu belirgin ve hesabı verilmiş tercihi çeviri dünyamızda az rastlanan bir meziyet olarak görmekten yanayız. Öte yandan şuna da dikkat çekmekte fayda var: Kutsal Kitap’a ve Yahudi- Hıristiyan geleneğine, tarihsel mirası ve çağdaş okumaları bakımından yeterince eğilinmemesi Türkiye’de bu çeviriye özgü bir durum değil. Özellikle Spinoza’nın bu kitapta temelini attığı ve bugün başlı başına bir bilimsel disiplin haline gelen “tarihsel- eleştirel Kutsal Kitap incelemelerinin” Türkiye’de felsefi çevrelerde henüz ciddi bir yankı bulmadığı belirtilmeli.
Sonuç olarak, Akal ve Ergün’ün çevirisi, Teolojik- Politik İnceleme’nin Türkiye’de anlaşılması ve tartışmaya açılması için güvenilir bir zemin sağlıyor. Bunu da, büyük oranda, farklı dillerde yapılmış pek çok çeviriyle iletişim içinde olmasına, ama daha da önemlisi, Spinoza düşüncesinin siyasi boyutuna dair özgül ve özgün bir yaklaşım sunmasına borçlu.[8]
Teolojik- Politik İnceleme’nin Türkçedeki serüvenine bu çeviriyle başlaması bizce bir şans. Çünkü biliyoruz ki, Türkiye’de felsefe çevirilerinin konunun uzmanlarınca yapılması (ya da yayına hazırlanması) her zaman gözetilen bir ölçüt değil. Yayıncılar, belki de temel felsefe metinlerinin pek çoğunun hâlâ Türkçeye çevrilmemiş olmasının telaşıyla, metinleri yabancı dil bilen, fakat konu hakkında araştırma, karşılaştırma ve yorum yapma yetkinliği kısıtlı olan çevirmenlere teslim etmekte sakınca görmüyorlar. Öte yandan, çevirinin akademik bir faaliyet olarak kabul görmemesi, daha ziyade akademi içinde bir zaman kaybı olarak değerlendirilmesi ve YÖK’ün yükseltme kriterleri açısından hiçbir karşılığının olmaması çeviriyi felsefi mesai olmaktan da çıkarıyor. Durum böyle olunca, Türkiye’de çeviri faaliyeti kendine has kısıtları olan iki grup arasında sıkışıp kalıyor: Akademik ölçütleri yerine getirmekle meşgul olurken çeviri zanaatının inceliklerine vakit ayıramayan ama metnin anlamına daha hâkim olduğu düşünülebilecek “felsefeciler” ile meslekleri gereği felsefe alanında uzmanlaşmaları beklenemeyecek olan çevirmenler. Elbette bu iki gruptan da istisnai yetkinlikte çeviriler çıkabiliyor. Hatta Türkçe felsefe terminolojisinin tutarlı ve canlı bir gelişim izlemesinin altında biraz da bu istisnai bireysel çabalar var.
Ancak, kabul etmek gerekir ki, yalnızca dilsel bir aktarım çalışması olarak ortaya çıkan felsefe çevirileri, içerdiği düşünceyi Türkçede kullanıma sokmakta yetersiz kalıyor. Spinoza’nın başlıca eseri Etika’nın Türkçedeki çevirileri bu konuda iyi bir örnek sunabilir. Aziz Yardımlı çevirisiyle basılan ve esasen İngilizce ve Almanca çevirileri kaynak alan Törebilim/ Ethica, sahip olduğu kavramsal tutarlığa ve kesinliğe rağmen, Spinoza üzerine Türkçe düşünürken başvurulan canlı bir kavramsal çerçeve doğurmuş değil.[9] Buna karşılık, Hilmi Ziya Ülken’in yer yer bariz yanlış anlamlar barındıran çevirisi ise, belki de Türkçede yayımlanan ilk tam Etika çevirisi olmasının etkisiyle Spinozacı sözcük dağarcığını büyük ölçüde belirliyor.[10] Hatta Fransızcadan yapılmış bu çeviriyi, Türkçede yeni bir felsefe terminolojisinin oluşum aşamasında, Osmanlıca ve Öztürkçe arasındaki bağı canlı bir üslup kaygısıyla kuran bir çalışma olarak okumak yerinde olur. Bugün Ülken’den gelen dilsel etki, gittikçe sıklaşan ve rağbet gören Spinoza sempozyumlarında ve Spinoza felsefesini konu eden Türkçe telif metinlerde gözlemlenebilir. Etika’nın en son yayımlanan çevirisi ise Latin dili uzmanı Çiğdem Dürüşken’in elinden çıkma.[11] Şüphesiz, bu çeviri, yapıtın Latince aslından çevrilmiş tek Türkçe versiyonu olması bakımından önemli. Ancak, önsözünden ve kavram tercihlerinden de anlaşılacağı üzere, uluslararası Spinoza literatüründeki güncel tartışmaları pek takip etmediği gibi, Türkiye’de yayımlanmış Spinoza çevirileri ve yorumlarıyla hiçbir diyaloga girmiyor. (Bu üç Etika çevirisinin Spinoza düşüncesi bağlamında karşılaştırmalı olarak değerlendirilmesi başka bir yazının konusu.)
Aslında, çevirilerin düşünce dünyasında hayatiyet kazanmasını sağlayan bir diğer faaliyet alanının da çeviri eleştirisi olduğunu söylemek gerek. Ancak Türkiye’de etkili bir çeviri eleştirisi geleneğinin oluşmadığı da aşikâr. Çevirilere dönük değerlendirmeler genelde alternatif kavramsal öneriler getirmekten ileri gitmiyor. Oysa çeviri eleştirilerinin, mevcut çeviriyi vesile eden ve hedef düşüncenin Türkçede nasıl ifade edilebileceği ile ilgili bütüncül bir tartışma açan metinler olması beklenmeli.
Yine de Türkiye’de Spinoza alanında “konaklama hali”nden çıkılmakta olduğunu gösteren en önemli unsur, farklı tartışma ortamlarında (sempozyumlar, okuma grupları, dersler vs.) okurun dilinde belirgin bir şekilde kendini gösteren yetkinleşme.[12] Bu bize, Türkiye’de Spinoza çevirilerinin zihinlerde yer tuttuğunu ve Türkçe felsefe terminolojisine son yıllarda yapılan çeviriler dolayısıyla hatırı sayılır bir “Spinoza dozajı” yüklendiğini gösteriyor.