"İrfan Yalçın, yoksulluğun, kimsesizliğin ve sevgisizliğin gölgesinde hayatlarını sürdüren roman kahramanlarıyla “küçük insan”ı, 'köşeye sıkıştırılmış' bireyleri anlatır. Onları anlamak için davranışlarının ardında yatan toplumsal koşullara dikkat çekmek ister."
14 Ekim 2021 14:00
“…kalın bir ayağın basıp geçtiği yüreklere akıyor içim!”
İrfan Yalçın, Yorgun Sevda
Yazar, eleştirmen ve çevirmen kimlikleriyle İrfan Yalçın edebiyatımızın usta kalemlerinden. Birçok yazınsal türde ürün vermiş bir edebiyat emekçisi. Yayın hayatına 1960’lı yıllarda kaleme aldığı şiir ve eleştirileriyle başlayan İrfan Yalçın eserlerini toplumcu gerçekçi roman duyarlılığıyla kaleme aldı. Eserlerine konu edindiği yaşamlar ve farklı pencerelerden odak noktasına aldığı insan manzaralarıyla yapıtlarında büyük trajedileri çarpıcı bir dille anlattı. Yaşamı “ağır bir sancı”[1] olarak tanımlayan yazar, 1975 yılında yayımlanan ilk romanı Pansiyon Huzur’dan bu yana her daim edebiyatın içerisinde yer aldı. Eserleri sinemaya uyarlandı ve tiyatrolarda sahnelendi.
Yazıya sirayet eden yaşanmışlık
İrfan Yalçın sanat hayatının ilk yıllarında kaleme aldığı eleştirilerle döneminde çeşitli tartışmalara ve polemiklere konu oldu. Yeni Dergi’nin açtığı eleştiri yarışmasında ödüle layık görülen İnce Memed eleştirisi çok ses getirdi. Yalçın, Yaşar Kemal’in anlatı dilindeki ustalığa dikkat çekerken kurgudaki “eksikleri” sarih bir dille eleştirdi. Kemal Tahir, Ahmed Arif, Yusuf Atılgan başta olmak üzere Türk edebiyatının usta kalemlerinin öne çıkan eserleri üzerine eleştiriler yazdı. Fransız Filolojisi mezunu olan Yalçın aynı dönemde eleştiri yazılarının yanında Baudelaire, Jack London gibi önemli isimlerden de çeviriler yaptı.
İrfan Yalçın muhtelif türlerde eserler kaleme almakla birlikte, “romancı kimliği” ile öne çıktı. İlk yayımlanan romanı (1975) Pansiyon Huzur ile Milliyet Yayınları Roman Yarışması’nda ikincilik ödülü kazandı. Böylece edebiyat dünyasındaki ilk romanı, aralarında Mina Urgan, Oktay Akbal, Behçet Necatigil, Ülkü Tamer ve Orhan Hançerlioğlu’nun bulunduğu seçici kurul tarafından, 312 roman arasından seçildi.
İrfan Yalçın’ın İstanbul’da bir pansiyonda kaldığı yıllardaki izlenimlerinden esinlenerek yazdığı Pansiyon Huzur romanı güçlü bir gerçeklik algısıyla yazılmıştır. Pansiyon Huzur’da romanın ismine ironi oluşturacak şekilde yaşamları yoksulluk ve yalnızlıkla kuşatılmış bireyler yer alır. Yalçın’ın “küçük burjuva”yı anlattığı romanında ev sahibinden habersiz pansiyon işleten İnci’nin etrafında öğretmen, boyacı, müfettiş gibi toplumun çeşitli katmanlarından bireylerin gözlemlendiği insan manzaraları anlatılır. Nitekim Yalçın’ın romanlarında da her şeyden önce “insan” yer almıştır. Toplumsal koşulların bireyi zorladığı durumlar bir aydın duyarlılığıyla anlatılır. Sosyalist dünya görüşüne sahip olan yazar, özel mülkiyetin sorunsallarını ve kapitalist toplumun tahrip ettiği insanı çeşitli şekillerde ele alır.
Yalçın, romanlarıyla tanınmasının yanı sıra birçok edebiyat türünde eserler yazdı. Şehri ile beraberkendi yaşam öyküsünü anlattığı İçimdeki Zonguldak, şiir kitabı Sisler İçinden ve öykü kitabı Cellat Ağlıyor onun çok yönlü sanatçı kişiliğinin nişaneleridir.
Yazınsal dil ve biçem arayışı
Birçok yazı ve röportajında eserlerinde amacının yazınsal dile ulaşmak olduğunu ifade eden Yalçın’a göre yazınsal dil gündelik dilin içerisinde oluşan, fakat ondan ayrılarak gelişen edebi bir dildir. Böylece yazar ortaya çıkardığı edebiyat ürününü gündelik dilden ayırarak onu sanatın potasında eritmeyi başarır. Yalçın’ın romanlarında gözlemlenen yoğun dil işçiliği ve üslup sahibi bir yazar olması, sanatçının yazınsal dile ulaşma arzusunun sonucudur.
Edebiyat kuramlarına vâkıf olan Yalçın birçok romanında çeşitli biçemler kullandı. İçeriğe uygun düşecek şekilde roman biçemleri inşa eden yazar, dördüncü romanı olan Büyük Soytarı ile eserlerindeki dil işçiliğini artırdı. Şiirsel bir üslup belirleyerek, anlatı dilini sıradanlıktan kurtarıp şiirselliğe yöneldi. Kendine has terkipler ve alışılmadık bağdaşmalarla “üslup” sahibi bir yazar olan Yalçın, güçlü kurgu özellikleriyle öne çıkan romanlarında modern insanın en büyük açmazlarından olan yabancılaşma, ölüm ve yalnızlık izleklerini işledi. Bu yönüyle çağımızın en büyük sorunsallarını eserlerine konu edinmesi romanların zamana karşı güncelliğini kaybetmemesini sağladı. Yalçın’ın eserleri, içinde yaşadığımız dünyayı anlamlandırma yolculuğumuzda okuruna yeni bakış açıları kazandıracak bir hüviyete sahip.
Yazma rutinine ilişkin oldukça güç yazdığını ve içselleştirdiği meseleleri eserlerine konu edindiğini ifade eden yazar, roman kahramanlarının duygu durumlarını ruh tahlilleri yerine davranışları üzerinden açığa çıkarır. Böylece davranış psikolojisi romanların anlaşılması hususunda önemli bir yer tutar.
Yalçın’ın romanlarında kullandığı anlatım tekniklerinden birisi de “belgesel roman”dır. Yazar, Ölümün Ağzı ve Fareyi Öldürmek romanlarını gerçeklik olgusunu pekiştirmek için “belgesel roman” tekniğiyle kaleme alır. Birçok kez Tanrı romancı anlayışıyla yazmadığını ifade eden Yalçın, kahramanlarının iç dünyalarını okuyucuya aktarmaz. Bunun yerine kişilerin davranışları üzerinden anlamlandırılmasını hedeflemiştir.
İrfan Yalçın özün biçemi belirlediğini savunur. Sözgelimi şiirsel anlatı diliyle kaleme aldığı Uzun Bir Yalnızlığın Tarihçesi ve Yorgun Sevda romanlarının kahramanları şair kimselerdir. Böylelikle anlatı içindeki söylemler de şiirsel ifade biçimleriyle açımlanır.
Acının gölgesinde geçen yaşamlar
Yapıtlarında yaşamları yoksulluk, yalnızlık olgularıyla tahrip edilmiş, kendi söylemiyle “köşeye sıkıştırılmış” bireylere yer verdi. Gerçeklik olgusunun ön plana çıktığı anlatılarında bireyden yola çıkarak toplumun evrensel sorunsallarını ortaya koydu. Aydın duyarlılığıyla yaklaştığı ilk dönem romanlarında üzerine eğildiği problemler hâlâ güncelliğini korumakta. Yoksulluğun, kimsesizliğin ve sevgisizliğin gölgesinde hayatlarını sürdüren roman kahramanlarıyla “küçük insan”ı anlattı.
İrfan Yalçın insanı anlamak için onun yaşamda yöneldiği davranışların ardında yatan toplumsal koşullara dikkat çekmek ister. Böylece bireyden yola çıkarak toplumun büyük resmini çizer. Fareyi Öldürmek romanının başkarakteri Sabri, gayri ihtiyari bir şekilde işlediği cinayetin sonuçlarını ağır bir bedelle öder. Naif kişiliği ve zedelenmiş yaşamı, hayatı boyunca etrafındaki insanlar tarafından şaşkınlıkla karşılanmıştır. Sevgi duygusunun derinlikli bir şekilde işlendiği romanlarda, sevginin çoğu kez insanı yaşama katlanabilir kılan bir unsur olduğu gözlemlenir. Yalnızlığın insan yaşamında ortaya çıkardığı büyük tahribatın anlatıldığı diğer bir romanı Büyük Soytarı’da, Halil Usta kızına duyduğu derin sevgi bağı ile yaşama tutunur. Böylece eserlerde sevgi yaşamın merkezinde, insanı hayata bağlayan bir olgu değeri kazanır. Yoksulluğun ve kimsesizliğin gölgesinde hayatlarını devam ettirmeye çalışan kahramanlar çoğu kez bütün olumsuz koşullara rağmen, yaşama ve insana duydukları derin sevgi bağı ile hayata tutunurlar. Dolayısıyla Yalçın’ın romanları okurunu insanı anlamaya ve insan sevgisine yöneltir.
Eserlerde yer alan kahramanlar yaşamın getirdiği her türlü zorluğa karşın ayakta durmayı başarabilen ve umudunu yitirmemiş kimselerdir. Örneğin Yalçın’ın İkinci Dünya Savaşı yıllarındaki “mükellefiyet” olgusunu anlattığı ve TDK Roman Ödülü’ne layık görülen Ölümün Ağzı romanında karakterler her türlü zor koşula rağmen büyük bir direnç gösterirler.
İrfan Yalçın, bizatihi katır sırtında gezdiği Zonguldak’ın köylerinde birçok madenciyle görüşür. Yalçın’ın romanı kaleme almadan önce yaptığı çalışma ve eserdeki şive özellikleri anlatının kurgu ve gerçeklik unsurlarını pekiştirir. Böylelikle ortaya yaşam gerçekliğiyle sanatsal anlatı dilinin buluştuğu Ölümün Ağzı romanı ortaya çıkar.
Madende yaşanan ölümler, acı kayıplar, “insanın sonsuzluğu”, Ölümün Ağzı’nın esas izleklerinden birkaçını oluşturur. Son derece zor koşullar altında madende çalışan işçilerin ağzından bu durum şu ifadelerle açığa çıkar:
“Rabbim gülmekten ayırmasın kimseyi” diye mırıldandı Recep Çavuş. “Gülmek ömrün çiçeğüdür bana sorarsan! Perişanlık içinde yüzüyoz, hâlâ da gülebiliyoz, düşün ki! İyi olan bu işte! Halimize şükretmeliyiz her zaman.”[2]
Bununla beraber ağır çalışma şartları ve madende yaşanan ölümler kimi zaman büyük trajedileri de ortaya çıkarır. Madendeki ortam bir madencinin bilincinden gözlemlenir:
“Yollarda çalışıyoruz, taş kırıyoruz. Tünel açıyoruz. Ölümün içinde büyük büyük oluklar açıyoruz durmadan. Kar yağıyor kirpiklerimize, gözlerimizin içine. Balyozların sapı avucumuzda donup kalıyor. Üşümek değil bu, can çekişmek. Öyle durup dururken başlıyoruz ağlamaya. Kırbaçlı adamlar var sağımızda solumuzda. Ağlamak yasak. Kim ağlarsa, iniyor kırbaç kafasına. Midemize bir şey girmiyor pek. Çoğumuz hasta. Ölenler var.”[3]
Yalçın’ın 2009 yılında yayımlanan bir başka romanı Yorgun Sevda’nın kahramanı Canım, kendi iç dünyasını ifade ederken aynı zamanda toplumun ezilmiş ve aşağılanmış kişilerine yönelik geliştirdiği hassasiyeti de dile getirir. Eserde boyunun uzunluğu nedeniyle demir bir kafeste sergilenen Hüseyin’e bakıcılık yapan Canım, kapitalist toplumda nesneleşen bireylere yönelik de eleştirel bilinç geliştirmiştir. Aynı zamanda şair olan Canım, ezilmişlere ilişkin ifadelerini şiirsel bir anlatı diliyle ortaya koyar:
“Tepinen bir tutkum var; ağacı yiyen kurt gibi içimden yiyor beni; onların, o köşeye sıkıştırılmışların derin yırtıklarla dolu yaşamlarına bir yerden girip bakmak; acının inlerine, kuyularına inmek; onlardan bana, benden onlara sızan bir şeylerin varlığını duyumsamak. Niye bu? Hepsini bir romana doldurup yazacak olsam da bir gün –ki yazabilirim– gerçek neden belli; kalın bir ayağın basıp geçtiği yüreklere akıyor içim!”[4]
Roman kahramanı Canım’ın acıya ve ezilenlere olan duyarlılığı Yalçın’ın romancı kimliğiyle koşut bir şekilde ifade edilir. Nitekim romanlarında yer alan kişiler de yaşamın acılarını benliklerinde hissetmiş kişilerdir.
Yalçın’ın romanları insanı anlamaya insan sevgisine odaklanmıştır. Genelevde Yas romanında kahramanlar dış dünyadaki yaşama yönelik özlem içindedirler. Buna karşılık toplumsal koşulların dayattığı yaşam onları esaret altına almıştır. Genelevde Yas romanında hayat kadını olan Zargana karakteri bir aileye ve özlemini duyduğu yaşama imrenerek bakar:
“Bu sıra iki çocuklu bir karı koca girdi içeri. Çocuklar beş altı yaşlarına anca vardı. Zargana dik dik onlara bakıp ‘Ne güzel ulan, Arap!’ diye göğüs geçirdi. ‘Ne?’ ‘Şunlar… Şu yeni gelenler… Otuz, otuz beş yıl yaşasaydım da, şu kadın gibi yaşasaydım ben de! Benim de nikâhlı bir kocam, boy boy çocuklarım olsaydı!’”[5]
Böylelikle bireyi sancılı yaşamlara ve aşağılık durumlara iten toplumsal koşullar İrfan Yalçın romanlarının odak noktalarından birisini oluşturur.
Sonuç yerine
İrfan Yalçın söyledikleri ve söyleyiş biçimiyle Türk edebiyatının mümtaz kalemlerinden. Türkçenin zenginliklerinden istifade eden ve eserlerinde kendine has üslup geliştirmiş bir sanatçı.
İrfan Yalçın metinlerini özlü ve derinlikli meseleler üzerine inşa ediyor. Böylece, aynı zamanda okuyucusundan entelektüel sermaye bekleyen yazarlar arasında. Romanları görünen yaşamın ardında insanın gizli kalmış yönlerine odaklanan ve davranış psikolojisiyle güçlü bağlantılar kurabilen bir özelliğe sahip.
Eserlerini hiçbir yazara ve eleştirmene göndermediğini ifade eden İrfan Yalçın en büyük eleştirmenin “zaman” olduğunu ifade ediyor. Önemli olan “zamanın büyük delikli süzgecinde elenmemek.” Nitekim zamanın süzgecinde elenmeyen sanatçı da yapıtlarıyla yaşar ve yeni yaşamlara ilham olur.
Kalın ayakların basıp geçtiği yaşamları bizlere gösterdiğin için teşekkürler İrfan Yalçın.
•
NOTLAR:
[1]Yalçın, İrfan, Aşkın Yedi Rengi, İstanbul: Kaynak Yayınları, 2017, s. 86-87.
[2] Yalçın, İrfan, Ölümün Ağzı, İstanbul: h2o kitap, 2020, s. 61.
[3] Yalçın, İrfan, Ölümün Ağzı, İstanbul: h2o kitap, 2020, s. 49-50.
[4] Yalçın, İrfan, Yorgun Sevda, İstanbul: h2o kitap, 2020, s. 53.
[5] Yalçın, İrfan, Genelevde Yas, İstanbul: h2o kitap, 2018, s. 49.
KAYNAKLAR