Julio Cortázar Gözlemevi'nde, aklın yaralı, yaralayıcı bilincinden uzakta durmayı başarabilen bir bilimin imkânını sorguluyor
23 Mart 2017 14:02
XX. yüzyıl Batı edebiyatının ana damarını temsil eden en kısa metin denebilir Gözlemevi için. Bugüne dek Cortázar’ın en anlaşılmayan, en korkulan metni aynı zamanda. Türkçeye kazandırılmasının bu denli gecikmesinin asıl nedeni de bu olsa gerek.
Neyse ki Cortázar’ın çokça bilinen eserlerinin yanı sıra, 62 Maket Seti’nin ardından, yine Aslı Biçen’in ustalıklı, incelikli çevirisiyle artık Gözlemevi de Türkçe okurlarının edebiyat ufkuna dâhil oldu.
Cortázar’ın bu kısacık metni üzerine uzun uzadıya konuşmak gerekir ama bu kısacık yazıda, Gözlemevi’nin ve yazarının üç özelliğinin altını çizmek isterim.
Hemen her alanda pozitivist bilim anlayışının şahika noktasına erişmeye odaklandığı bir dönemde, XVIII. yüzyılda Hindistan’da inşa edilen bir gözlemevinden hareketle, doğa- toplum- tarih bağını kuran Cortázar, bunu bilime tapınma bahanesi haline getirmiyor elbette. Zira; “Henüz sevişmeyi öğrenmedik, hayatın polenini solumayı, ölümün suçlar ve borçlardan örülü esvabını çıkarmayı; daha bizi bekleyen çok savaşlar var.” (sf. 65)
Aksine, Cortázar Gözlemevi’ni, II. Dünya Savaşı’yla o bilim tapınmasının nerelere varabileceğinin bilgisi ve deneyimiyle ama bunu bilimden savrularak uzaklaşmaya bahane etmeksizin kaleme alıyor. Doğayı yönetmek değil, doğayla yeniden birlikte yaşayabilmek için bir bilimin kurulabilmesinin ufkunu tartışmak istiyor.
Cortázar’ın; “Bu şekilde ben –bir kez daha o menfur Batı olarak, bütün söylemlerinin altını çizen o inatçı zerre olarak– beni ben yapan sistemin yüksek sesle ve kategorik olarak inkâr ettiği bir irtibat alanına yaklaşmak istiyorum” (sf. 46) demesi, su canlılarından hareketle neredeyse bütününde alegorik bir dil kurduğu metinde maksadını bu denli doğrudan ortaya koyması, metin boyunca Nietzsche’den Hölderlin’e, Marx’a dek alttan alta giden bir hesaplaşma ve göndermeler dizgesiyle gözlem’ini dile dökmesi, düpedüz bir inkârın değil, “bilimin pansumanı”nın (sf. 56) peşinde olduğunu gösteriyor okura. Her şeye rağmen, “akıl”ın yaralı, yaralayıcı bilincinden uzakta durmayı başarabilen bir bilimin imkânını sorguluyor –buna dair inancını pekiştirmenin arzusuyla.
Belki de tüm eserlerinde örtülü veya açıkça görebildiğimiz gibi Cortázar, toplumu tarihselleştirerek değerlendirmekten, görmekten, göstermekten yana bir yazar, Gözlemevi’nin kapanışında da açıkça dile getirdiği gibi, bir Marksist olarak dünyayı algılıyor. Ancak bu, fragmantal bir bağlılık değil; 1971 Paris’inde böylesine deneysel, bilime eleştirel bir açıdan yaklaşmayı bir an olsun kaçırmayan, Hindistan- Fransa hattı üzerinden tüm dünya toplumlarını kavramaya çabalayan bir Marksist’in gözüyle okumaya koyuluyor o “mermer makinaları.”
Cortázar Gözlemevi’nde, yekpare metnin ilk yarısında olduğu gibi yılanbalıklarından mermer makinalara erişen bir kavrama hattı kurmakla kalmıyor, bu hattın felsefî ve toplumsal göndermelerini de metnin ikinci yarısında çekinmeden açık ederek anlatısını adeta naif bir manifestoya dönüştürüyor. “Naif”liği, hançeresinin çelimsizliğinden değil; gırtlağını yırtarcasına söylenen sözlerin hangi kulakta nasıl yankılandığının belirsizliğini bilmesinden kaynaklanıyor.
Bu yazının giriş cümlesini destekleyecek sac ayaklarının sonuncusu ve belki de “edebiyat” açısından en can alıcı olan yanı burası bence. Dünya edebiyatında, o zamanlarda dahi kendini açıkça belli etmeye başlayan “endüstrileşme”nin edebiyatçıları yavaş yavaş itmeye başladığı kuyuyu düpedüz hisseden, fark eden, buna ayan Cortázar, bir kez daha “mesaj”ını açıkça söyleme ihtiyacı duyuyor: “Burada yılanbalıkları ya da yıldızlardan bahsetsek de aslında insana kafa yoruyoruz; müzikten, aşk kavgalarından, mevsimlerin ritimlerinden gelen bir şeye, benzerliğin süngerde, ciğerde, kalbin kasılmasında sezdiği bir şeye, sözcüklere geçmemiş kelimelerle başka bir anlayışa doğru yönelmeyi kekeleyen bir şeye.” (sf. 45 –vba)
Başka bir dünyanın imkânının durmadan devrime ihale edildiği bir toplumsal ortamda Cortázar; “Daha iyi bir toplumda insanın nasıl olacağına dair teorileri bırakın; bir kerecik de, belli bir protein kotası, boş zaman ya da hakimiyetten çok daha fazlası olduğunu söyleyin mutluluğun” (sf. 68) diyerek “dolaysızlık için savaşmaya devam etmek zorunda” oluşumuzu, bundan kaçarımızın olmadığını, kaçtıkça “tersin ve yüzün birbirini didiklemeyi bırak”mayacağı (sf. 72) bir dünyadan şikâyet etmenin beyhudeliğini vurgulayarak kapatıyor metnini.
Edebî üretimin, dünyayı da kuran toplum- tarih- bilim/ felsefe ekseninde bir kavrayışla gerçekleştirildiği geçen birkaç yüzyılın son naif çığlıklarından biri olarak da okunabilir Gözlemevi. Endüstriyel üretimin içerisinde, etrafındakileri de kendi kolay tüketilebilirliğinin rakımına çeken bir karadelik haline gelen “yaratıcı” üretim ortamında, bu ölçekte bir kavrayışın “ekonomik” bulunmayacağını anlamak pek de marifetten sayılmasa gerek. Anlamaya çalışma gayretinden olabildiğince uzakta duran endüstriyel edebî üretimin, giderek marjinalleştirdiği başka bir üreticiliğin, başka bir ufkun, başka bir kavrayışın, anlamaya çalışmakla yetinmeyen, gelmekte olanı dönüştürmeyi de ufkuna dâhil eden, kısacık ve çetin ceviz anlatımıyla karşı karşıyayız.
XVIII. ve XIX. yüzyılın bilimsel gelişmelerinin, keşiflerin, sömürülerin, toplumsal dönüşümlerin, dünya savaşlarının, 68 deneyiminin insanevladına sunduğu ufku mermerden bir mercekle yeniden güneşin alnına raptiyeliyor Cortázar.
Böylece ve aynı zamanda, kalemini Doğu- Batı kliğinden/ ikiliğinden azade tutarak gelmekte olanın ihbarcılığına vesile kılıyor: “Orada, çok uzakta değil, . . . insanın kıyısız üçüncü küresel dünyası, kendi kendisinin kıyısında tarihi sıçratarak oynuyor.” Dünyayı –en az– iki yüzyılı aşkın bir süre yöneten ve şekillendiren, haritanın Batı/ Kuzey kanadı; haritanın Doğu/ Güney kanadından bu gelmekte olan sıçramaya aldırış etmemekte inatlaştı ve Cortázar’ın ihbarını boşa çıkartan bir bugün’e mahkûm hale geldik.
Aydınlanmadan adım adım uzaklaşan dünya toplumları, yükünden kurtulan gemiler misali, modernleşmenin tekinsiz hızına savrulmayı tercih etti: “alınıp satılan tarihin üzerinden sırıkla atlar ama açığa çıkmış olan insan, yenideki eskiyi sezmeye başlar.” (sf. 61) Cortázar’ın özlemini çektiği bu “sezgi” karşılığını bulamadı –en azından bugüne dek.
Gözlemevi, yaklaşık elli yıldır, insanevladını başka bir toplumsal- bilimsel- tarihsel mimariye, mimari anlayışa, bunun imkânını düşünmeye, tartışmaya, bekçileri sürekli dikkatli olmaya çağırıyor. Fakat ve çünkü; “aklı terk etmek o kadar zor değil, kulenin bekçileri o kadar dikkatli değil.” (sf. 46)