Yeni medya ve kutuplaşma çağında eleştiri

Artık bir konsere gideceksek Facebook etkinliğinden takip ediyoruz, yeni bir şarkı çıktığında Spotify zaten önümüze düşürüyor, hiç olmadı bir arkadaşımız paylaşıyor, yeni sergileri de Instagram'daki paylaşımlardan takip ediyoruz

2017 yılının Eylül ayında Üsküdar’ın pek insanın uğramadığı bir bölgesinde Kapı Çalana Açılır sergisi açıldı. Abdülmecid Efendi Köşkü’nde yer alan sergi Ömer Koç’un kişisel koleksiyonundan bir seçki niteliğindeydi. Sergiyi yaşanan saldırı girişimiyle hatırlıyorsunuzdur. İstanbul Bienali’nin gerçekleştiği, irili ufaklı birçok sanat kurumunun ve galerinin yeni sergilerini açtığı bir dönemde, insanların akın akın bu mekâna gitmesinin birçok sebebi vardı.

Kapı Çalana Açılır sergisinin açılışı için bir basın toplantısı düzenlenmedi, hatta basın bülteni dahi gönderilmedi. Mesaili çalışan birçok gazeteci ve sanat yazarı gitme fırsatı bulamadı. Gün gün karşımıza çıkan Instagram paylaşımlarından ve story’lerinden yavaş yavaş sergiyi öğrendik. Talihsiz bir günde gittiğimi neredeyse mekânın dış duvarını çevreleyen sırayı görünce fark ettim. Arkadaşımla sıraya girip girmemek konusunda tereddüt ettik. İnsanlar özel olarak sergi için tutulmuş otobüslerle gelmeye devam ediyordu. Neden talihsiz bir gün olduğunuysa sonrasında bir arkadaşımdan öğrendim. Dört yüz bine yaklaşan Instagram takipçisi olan bir turizm yazarı bir gün öncesinde sergiye gitmeyi öneren bir paylaşım yapmıştı.

Yıkıcı teknolojiler yayıncılığı yıkıyor

Facebook, Google, Amazon gibi yeni teknoloji şirketlerine dispruptive technology (yıkıcı teknoloji) denmesinin sebepleri saymakla bitmez. Sadece kendi sektörünü değil, bütün sektörleri yeni baştan düzenleyen, belki de yutan bu yeni teknolojiler periyodik yayıncılığı da baştan aşağı değiştirdiler. Artık gazete almıyoruz, haberleri sosyal medya feed’lerinde karşımıza çıktığı kadarıyla yarım yamalak okuyoruz, televizyon yerine YouTube kanallarına abone oluyoruz. Bunlar zaten işin hepimizin bildiği kısmı.

Çok değil, bundan 10 yıl öncesine gidelim. Evet, internet kullanımı yaygınlaşıyor, ancak hâlen meşrebimize göre günlük gazete alıyoruz, hangi alana meraklıysak o konudaki aylık dergileri takip ediyoruz ya da bu akşam televizyonda ilginç bir şeyler var mı diye bakınıyoruz. Ya da işi daha da spesifikleştirelim. Radikal gazetesi alıyoruz. Cuma günü vizyona yeni giren filmlerle ilgili eleştiri yazılarını okuyup hangisine gideceğimizi seçiyoruz. Kitap ekinden okumak isteyebileceğiniz kitaplara bakıyoruz. Yeni çıkan bir albümün müzisyeniyle yapılan söyleşiyi okuyoruz. Ya da en azından kültür sanat sayfasının köşelerinde yer alan etkinlik önerilerine ve ufak reklamlara bakıyoruz.

Kültür ve sanat ürünlerini hâlen bu şekilde alan kaç kişi var, merak ediyorum. Artık bir konsere gideceksek Facebook etkinliğinden takip ediyoruz, yeni bir şarkı çıktığında Spotify zaten önümüze düşürüyor, hiç olmadı bir arkadaşımız paylaşıyor, yeni sergileri de Instagram’daki paylaşımlardan takip ediyoruz. Peki, bütün bu ahval ve şerait içinde, kültür ve sanat ürünlerine yönelik eleştiri yazılarını okuyor muyuz?

Sevdiğimiz köşe yazarlarının, eleştirmenlerin sosyal medya hesaplarını takip ediyoruz tabii ki. Ancak rakamlar gösteriyor ki bu kişilerin paylaştıklarını pek de okumuyoruz. Sayfamıza düşen kısmındaki minik alıntılar ve öneriler bize yetiyor. Yazarın yazısını okutabilmesi için de önüne çıkan yollar kısıtlı.

Ben Davis, “Bulaşıcı Medya Sanat Eleştirisini Nasıl Öldürdü” yazısında[1] tam da bundan bahsetmişti. Her ne kadar Bulaşıcı Medya terimi artık arkaik kalsa da Buzzfeed gibi içerik temelli yayın organlarının ve sosyal medya araçlarının yarattığı dönüşüm sadece sanat eleştirisini değil, “bildiğimiz anlamda” yayıncılığın temellerini sarstı. Ancak bu tarz eleştirilerin malûmu ilam etmek dışında bir anlamı oluyor mu diye yeniden düşünmemiz gerektiği kanısındayım.

Kutuplaşmanın götürdükleri

Şimdi, gelelim yayıncılığın diğer hayatî meselesine. Son 10 yıldır hayatlarımız politikaya boğulmuş durumda. Neredeyse her yıl düzenlenen seçimler, ardı arkası kesilmeyen terör olayları, skandallar, tutuklamalar, darbe girişimi derken, politika konuşmadığımız, sakin geçen günlerin sayısı gittikçe azaldı. İnsanların umudu, gelecek tahayyülleri yerinden oynadı. Ve sonuç kutuplaşma oldu.

Bekir Ağırdır uzun süredir ülkenin içinde bulunduğu iklime dair araştırıyor ve düşüncelerini farklı platformlarda dile getiriyor. “Kutuplaşma toplumun farklı görüş, umut ve ideolojilerle ayrılması değil, bu grupların hiçbir koşulda diğer tarafa geçme ihtimalinin kalmamasıdır. Tehlikeli olan da budur” diyen Ağırdır, Ruşen Çakır'ın sunduğu Medyascope programında içinde bulunduğumuz durumu net bir şekilde özetliyor. “Sağırlaştık, sağırlaşıyoruz. Çünkü öbür tarafı duymuyoruz artık. İki, giderek dilsizleşiyoruz. Çünkü aynı şeyleri birbirimize söyleyerek bir süre sonra bakışlarımızla anlaşıyoruz. Üç, siyasallaşıyoruz. Akademisyenlerimizden gazetecilerimize, araştırmacılarımızda banka yöneticilerimize kadar siyasallaşıyoruz. Kendi işimizi yapmayı unuttuk. Kendi işini düzgün yapan insanları takdir etmeyi de unuttuk” diyor Ağırdır. Bunu entelektüel ıssızlık olarak tanımlıyor: “Kutuplaşmanın yarattığı en büyük sorunlardan biri entelektüel ıssızlık.”

Siyasallaşma ve kutuplaşma bir taraftan sansürü ve otosansürü getiriyor. İşin bu kısmını biliyoruz. Ancak kültür ve sanat haberciliğine dair asıl üzerinde durmak istediğim mesele siyasetin artık hayatımızda başat rol üstlenmesi.

Güncel politik konuların tartışıldığı bir ortamda bir sergi eleştirisi yazdığınızda kaç kişinin ilgisini çekebilirsiniz ki? Sosyal medya mecralarının algoritmaları da az okunan ve bu kutuplaştırmanın dışında kalan yazıları, mesela eleştiri yazılarını daha da geriye düşürüyor. Bu nedenle sanat yazarlarının önüne iki yol çıkıyor.

Bir tarafta bu kutuplaşmanın bir parçası olarak sanat yazarından gayet politika yazısı diyebileceğimiz, agresif, sanatçının ipliğini pazara çıkardığını iddia eden, saldırgan yazılar yazması bekleniyor. Sanat kurumları, sanatçılar, sergiler, eserler eleştiriye tabi tutulacaklar elbette. Ancak öne çıkmak ve “gerçek eleştirmen” sıfatını almak için bu kavga kültürünün bir ucundan tutmanız gerekiyor. Had bildiren, bir şeylerin sonunun geldiğini muştulayan, sanatçıya ve okura yeni önermeler sunmaktansa, genelleyici hükümler bildirmeniz makbul sayılıyor.

İşin diğer ucu da siyasallaşmadan kaçmaya varıyor. Okurlar sanatı (ve sanat yayıncılığını) “siyasî gündemden kaçıp nefes alma” alanı olarak görebiliyor. Basın bültenlerinin devşirildiği, yazarın da konuyu anlamadığının buram buram koktuğu, sanatçının pek de ilginç olmayan hikâyesinin süslenerek ortaya döküldüğü ve sonuç olarak da sanatın ne kadar ulvi bir şey olduğunu söyleyen yazılar şu sıralar az kalan ana akım medya organlarının cemiyet sayfalarını süslüyor.

Sanat yazarı, iki ucu da aynı yere çıkan bu değneğin bir ucunu tutmak zorunda kalıyor. Ya her şeyle kavga eden sanat eleştirmeni olacaksınız, ya da suya sabuna dokunmayan “sanat iyileştirir” yazarı olacaksınız. Hâlbuki ihtiyacımız olan şey sanatın kendisinin tartışılması. 

Kaç tane sanat var? Kaç tane sanat eleştirisi var?

Sanat A.Ş. kitabıyla tanıdığımız Julian Stallabrass geçen sene Artist Sanat Fuarı’na AICA Türkiye’nin davetlisi olarak katıldı. Stallabrass, “Elit Sanat, Popülizm ve Eleştiri” başlıklı konuşmasında, sanatın ve sanat eleştirisinin son 10 yıldaki dönüşümünü ele aldı.

Stallabrass, güncel sanat dünyasında üç farklı eğilim olduğunu belirtti. “Dokümanter sanat, politik angajman ve teröre karşı savaş,” birinci eğilimi oluşturuyor. “İlişkisel estetik / katılımcı eserler,” ikinci eğilimi. “Ve en gürültücü eğilim” diye adlandırdığı üçüncü eğilim de “seçkinlere hitap eden, piyasa güçlerinin denetimine terk edilmiş spektaküler sanat.”

Üçüncü eğilimde sanat eleştirisine yer olmadığı, “sanat eleştirisi” diye adlandırılan metinlerin çoğunlukla halkla ilişkilerin bir parçası olduğu, zaten uzun süredir tartıştığımız bir konu. Ancak Stallabrass ilk ve ikinci eğilimlerde de potansiyel taşımasına rağmen eleştirinin kendine yer bulamadığını belirtiyor. Yazara göre, bunun sebebi bu iki tarafın da piyasaya eklemlenmesi ve iki dünyanın aslında o kadar da birbirinden ayrı olmaması.

Stallabrass’ın çizdiği tabloyu direkt olarak Türkiye’ye uyarlayabilir miyiz? Bu tablonun dışına çıkabilecek birçok nokta sayabiliriz tabii ki. Ancak çerçeveler tam oturmasa da iki resmi üst üste geçirebiliriz. Ya da Türkiye’deki ortamın, Stallabrass’ın saydığı şemanın küçük bir simülasyonu olduğunu görebiliriz.

Türkiye’de de zaten benzer meseleler uzunca süredir konuşuluyor. Nergis Abıyeva, İstanbul Art News dergisine yazdığı yazıda[2], “Türkiye’de sanat eleştirisi yok” saptamasının artık klişeleştiğini, hatta kulaktan kulağa yayılan bir şehir efsanesine dönüştüğünü belirtti. Klişeleri tekrarlamayalım o hâlde. Bugün bir eleştirmenden neler bekleniyor sorusuna geri gelelim. Stallabrass’ın üçüncü eğilim olarak saydığı alana yönelik eleştiriler görüyoruz mesela. Son Contemporary İstanbul sırasında sanatçı Ahmet Güneştekin’e ve çalışmasına yönelik eleştiriler bunlar arasında sayılabilir.

Ancak bu noktada Ağırdır’ın bahsettiği kutuplaştırıcı tartışma diline geri dönmek gerek. Güneştekin’in çalışmasına yönelik eleştiriler mesela koleksiyoneri için ne derece önemli? Güneştekin için gelen eleştiriler kutuplaştırıcı etkiyi daha da artırmıyor mu? Ya da başka bir açıdan bakarsak, Güneştekin’in işi kadar kötü işleri sergileyen birçok “usta” sanatçı bu eleştirilerden neden nasibini almıyor?

Çünkü aslında ortada bir eleştiri yok. Güneştekin’in magazinleştirilmesi, işinin çalıntı olduğunun iddia edilmesi, sosyal medya kavgaları, eleştiri dünyamıza hiçbir şey katmıyor. Tersine, bu da kutuplaştırma siyasetinin bir parçasına dönüşüyor. Sanat iktidarlarını eleştirdiğimizi düşünürken, iktidarın dilini sahipleniyoruz. Ve amaçlanan bu olmasa da kazanan taraf hep “diğer” taraf oluyor. Bu da yıllardır süren AKP-CHP kavgalarının benzerinden başka bir şey değil. Kazanan tarafın hangisi olduğunu hepimiz biliyoruz.

Abıyeva yazısının sonunda da şunları ekliyor:

“Eleştirinin geçirdiği dönüşümde okura da (yazarın da okur olduğu düşünülerek, buradaki ‘okur’ sanat üzerine okuyan herkesi kapsar) sorumluluklar düştüğünü belirtmek gerek. Belki de bilindik isimlerin, mecraların dışına çıkmak, ana akım yayınların ya da kişilerin ötesine bakma cesaretini göstermek gerekiyor. Böylece ‘Türkiye’de eleştiri yok!’ keskinliğinden, bütün ihtimallerin ve hâllerin yok sayıldığı bir tutumdan daha ötesine gidilebilir, ihtimaller çoğalabilir ve sağaltılabilir.”

Kutuplaşmanın dışında...

Abıyeva’nın söylediği bu noktada önemli. Yayıncılık dönüşüyor, ancak temel ihtiyaçların dönüşümü o kadar kolay olmuyor. Buzzfeed içerik sitelerinin dışında BuzzfeedNews isminde ayrıca bir çalışmaya imza atıyor. The Guardian’ın ve The New York Times’ın abonelik başarıları yeni bir tür yayıncılığın geleceğini müjdeliyor. Gerçek anlamda sanat eleştirisi için zaman ve kaynak ayıran, tık avcılığının peşinden koşmayan, 10 yıl sonrasında da bir anlam ifade edecek yayın kurumlarına ihtiyacımız var. Yeni nesil yayıncılar da bunun peşinden ilerliyor.

Ancak temel mesele klişe anlayışlardan kurtulmak. Yeni tür yayıncılık çalışmaları geliştirmek. Kutuplaşmanın dışına çıkabilmek. Kültürü ve sanatının kendisini tartışabilmek.

 

 
[1] Ben Davis, How Contagious Media Killed Art Criticism, Artnet, Şubat 2018 Türkçesi için: Bulaşıcı Medya Sanat Eleştirisini Nasıl Öldürdü, Çeviri: Elçin Gen, e-skop
[2] Nergis Abıyeva, “Türkiye’de eleştiri yok” mu?, İstanbul Art News, Ekim 2018