Kumarbaz’ın yerinde

"Dostoyevski’nin Kumarbaz’daki amaçlarından (ya da başarılarından) biri de Avrupalı, Avrupa hakkında bir Rus romanı yazmaktır – sanıyorum Osmanlıların Batılı anlamda roman yazmak yolundaki arzularına benzer bir şey."

05 Mayıs 2022 20:00

Yolumun Baden-Baden’a düşeceği aklımdan geçmezdi. 19. yüzyıl romanlarının iştahlı okurları o romanlardaki müthiş sahnelerin geçtiği yerleri hep merak ederler ama oralara bir hac yolculuğunu hayal bile edemezler. Şahsen elimden geleni yaptığımı, sırf Emma Bovary’nin kapalı bir kira arabasında sevgilisi ile son buluşmasında durmadan Rouen Katedrali’nin etrafında döndüğü sahneyi koklamak için o asık suratlı şehre yolumu düşürdüğümü söylemeliyim. Şiirsel adalet midir bilmem, Baden-Baden Kunsthalle müzesinin yeni direktörleri olan arkadaşlarım, Çağla İlk ve Adnan Yıldız adlı iki cin, sevdiğim bir yönetmen olan Ulrike Ottinger’le ilgili müthiş bir sergi açmışlar burada, beni de bienal için gittiğim Venedik’ten Baden-Baden’a davet ettiler. Ottinger’in filmlerini ilk kez Ankara’da Uçan Süpürge Festivalinde tanımıştım; anıtsal-punk sahneler kurmayı seven bu çok kendine özgü sinemacıyı Ankara Kalesi dekorunda görmüşlüğüm de var. Yani, Hotel du Nord  filminde Arletty’nin dediği gibi: ‘Atmosfer, atmosfer!’ demişken, Fransız Şiirli Gerçekçilik akımının bu ünlü filmini de ‘pek yakında’ İstanbul Sinematek Derneğinin yapacağı bir toplu gösteride göreceğiz. Belki bir iki Ottinger filmini de. Başka bir yerde.   

18. ve 19. yüzyılda en popüler günlerini yaşayan, yazarların da sıkça ziyaret ettiği havalı kaplıca kenti Baden-Baden şifalı suları ve kumarhanesi ile ünlüdür. İnsan –denizsiz bir Büyükada’ya benzeyen– bu yerin adını kitaplarda okuyup da şöyle bir dilinde yuvarladığında bile saçma bir lüks duygusu ile dolar. Vronsky’nin atı Frou-Frou ya da Profesör Unrath’ın uğruna perişan olacağı Lola-Lola gibi. Oysa yazarların hayatları genellikle telif için didişmelerle doludur ve oraya buraya seyahatleri çok da romantik değildir. Gogol, Baden-Baden’e defalarca gelmiş, Taras Bulba’nın Almanca çevirisi için pazarlık etmek üzere. Ya da tersine, saçma biçimde romantiktir; Turgenyev de uzun süre kalmış burada, Duman romanı Baden-Baden’de geçiyormuş. Rus yazarlarının bu en ‘Fransız’ı Pauline Viardot adlı Fransız muganniyeye umutsuzca sevdalıdır ve –sanıyorum, sadece sanıyorum– piyanist ve besteci Clara Schumann’la yakın arkadaş olan Viardot burada konserler verdiği için, Turgenyev de Dostoyevski’nin Kumarbaz romanındaki aşkperest General gibi, Baden-Baden’e Viardot’nun peşinde dolanmak için gelmiş. Sahnelerin yıldızı Clara ile Pauline ikilisinin, proto-feminist bir tür Thelma ve Louise olarak onunla epeyce dalga geçtiklerini düşünmek hoşuma gidiyor.

Eğer telif ya da aşk peşinde değillerse de safdildir yazarlar. Ivan Gonçarov da Tolstoy da kumarhanede epeyce ütülmüşler ve eğer şehir müzesi yalan söylemiyorsa ikisi de 14 Temmuz 1857’de güncelerine aynı şeyi yazmış: “Akşam 6’ya kadar rulet. Her şeyi kaybettim.”

Fransızlar da ucundan takılmışlar Baden-Baden’e; Hugo, Balzac, Flaubert… Ama sadece Paris’in sayfiyesi gözüyle bakarak.

Fyodor Dostoyevski, 1876.

Baden-Baden’i ağızda en acı lezzeti bırakacak şekilde, hem nalına hem mıhına anlatan ise elbette kendisi de kumar tutkunu olan Fyodor Dostoyevski. Gerçi Kumarbaz romanında anlattığı kentin adı Roulettenburg’dur (Rulethisar?) ve kumarhanelerinde hem ütüldüğü hem kazandığı, ama daha ziyade ütüldüğü Baden-Baden, Bad Homburg ve Wiesbaden’in alaycı bir karışımıdır. Romanda yazarın ikizi olan Aleksey İvanoviç zengin bir generalin evinde özel öğretmencik, dış kapının bir mandalıdır, her zaman kovulmaya ya da aşağılanmaya hazırdır. Ne var ki, tipik bir Dostoyevski kahramanı olarak kendini zaman zaman bir böcek gibi, zaman zamansa ‘bütün bu insanlar’dan, ‘şu bizimkiler’den üstün görür. “Neden vaktimi bu General’le ziyan ediyorum, niye çoktan ayrılmadım bunlardan?” Öte yandan General’in akrabası Polina Aleksandrovna’ya, “istersen senin için kendimi şu uçurumdan aşağı atarım,” diyecek kadar, karşılıksız biçimde âşık olmaya da cüret etmektedir. Rulete gelince. Şu dediklerinde pekâlâ haklıdır:

Ruletten bu kadar çok şey ummam ne kadar gülünç görünse de, oyundan bir şey ummanın salakça ve çelişkili olduğu yolundaki genel görüş daha da gülünç. Kumar neden başkaca bir para alışverişinden daha şaibeli olsun ki, mesela ticaretten?

Ya da:

Önce bir ara her şey bana çok kirli görünmüştü, ahlaken şaibeli ve kirli. Kumar masalarının etrafına doluşan düzinelerle hatta yüzlerce açgözlü ve huzursuz yüz! İnsanın çok ve mümkün olduğunca çabuk kazanma arzusunda kesinlikle kirli bir yan görmüyorum oysa. Bir ahlakçının ‘küçük meblağlar’la oynandığı savunması karşısında, ‘açgözlülülüğün küçük olması daha da kötü’ demesi bana hep aptalca gelmiştir. Açgözlülüğün küçüğü, büyüğü- sanki hepsi aynı şey değilmiş gibi. Kar ve kazanç mevzuuna gelince, sadece rulette değil, insanların heryerde birbirini kazıklamak ya da birbirlerinin parasını yemekten başka bir şeyle ilgilenmedikleri düşünülürse! Kar ve kazanç yekten tiksindirici bir şey midir, orası başka konu. Burada ona girmeyeceğim.

Yeri gelmişken, Karl Marx’ın da balayını Baden-Baden’de geçirdiğini analım. Burjuvalığın imkânlarından gereğince yararlanan –bunu bir çelişki olarak gördüğünü sanmıyorum– Marx’ın Brüksel’de yemek yediği lokantanın duvarına çakılı, zatını hürmetle anan bir plaka da görmüşlüğüm var.        

Gelelim İvanoviç/Dostoyesvki’ye; itiraf eder ki, o da kazanma arzusuna boğazına kadar batmıştır, kaybetmekten sefilce zevk alacak kadar. Dostoyevski romanları arasında nisbeten önemsenmeyen, halbuki nefes nefese rulet sahneleriyle dolu olan bu sürükleyici romanın en kara mizahi ve acıklı/korkunç/ gülünç sahnelerinden biri, öğretmencik’in nihayet rulette delicesine kazandığı gece tıka basa cebine doldurduğu altınlar ve banknotlarla oteline giden karanlık, ıssız yolda ya bir hırsız boğazıma yapışırsa diye korkudan ödünün koptuğu sahnedir. (Bu yolu ‘tahmini’ olarak ben de yaptım, gündüzün türlü türlü, birbirinden nefis yeşil ağaçlarla dolu Baden-Baden’in gece bir Grimm Kardeşler masalı kadar tekinsiz göründüğünü, bugün olsa Aleksey İvanoviç’in o saatte tek açık yer olan dönerci dükkanına şükredeceğini söylemeliyim.)

Dostoyevski’nin Kumarbaz’daki amaçlarından (ya da başarılarından) biri de Avrupalı, Avrupa hakkında bir Rus romanı yazmaktır – sanıyorum Osmanlıların Batılı anlamda roman yazmak yolundaki arzularına benzer bir şey. Nev-Yunani ve Balkan, nihayetinde ‘Fransız’ Yahya Kemal’in ‘duyduysa da pek zevk almadığını’ belirttiği ‘İslav kederi’ Osmanlıların Batı daüssılası gibi bir şey olmalı. Dostoyevski’yi Oğuz Atay’ın Türkiye’nin Ruhu projesini andırır biçimde ‘Rus ruhu’ hakkında genellemeler yapmaya, eğlenceli stereotipler yaratmaya, ‘Fransız’ı süslü ve sinsi, ‘İngiliz’i uyuşuk fakat dürüst, ‘Alman’ı yabani ve hoyrat bulmaya, ‘Polonyalı’yı parya olarak görüp aşağılamaya iten bu hırçın, hınçlı keder olmalı. Öte yandan Aleksey İvanoviç’i rulet masalarında heba olmaktan kurtaranlar, kritik anlarda kulağına durmasını fısıldayan kadın ve erkek Yahudi oyuncular olur hep. Oysa Dostoyevski kimilerince antisemitik olmakla suçlanmıştır.

Aleksey İvanoviç, rulet ve Rus insanı konusunda şöyle diyecektir:

Sermaye oluşturma becerisi, medenileşmiş bir Batılının erdemler ve tercihler kateşizmini neredeyse tamamen etkisi altına almıştır. Bu tarihten gelen bir şeydir. Rus ise sermaye oluşturmak şöyle dursun hayır, eline geçen parayı herhangi bir budalaca ve çirkin biçimde saçıp savurur. Gene de bir Rus çok az parayla da yaşayabilir… o yüzden de rulet gibi alışkanlıkları neşeli iptilalar haline getiririz … bizim için caziptir, oynarken de ilgisiz olduğumuz için kaybederiz işte!” ‘Bu dediğiniz kısmen doğru,’ dedi Fransız kendinden memnun bir şekilde.’”

Ya da:

“… hangisi daha tiksindirici bilmiyorum, Rus’un har vurup harman savurması mı, Alman’ın namuslu çalışma yoluyla parayı istiflemesi mi? –  Ne münasebetsiz bir düşünce! diye bağırdı General. Ne kadar Rus bir düşünce! diye bağırdı Fransız.”

Ya da daha da ötesi: “Almanın servetler düzme biçimi… benim Tatar tepemi attırıyor.”

Aleksey’e serinkanlı biçimde notunu vermek –tabii ki– romanın İngiliz kahramanı Mr. Astley’e düşer:

“Avrupa olmadan Ruslar hiçbir şey bilmez ve hiçbir işe yaramazlar… Ama onların kalbi iyi!”

Ve kadınlar… Aleksey’in sık sık atan Tatar tepesini güzelce parmaklarının ucunda oynatan Rus ve Fransız kadınlar, Rus büyükanne. Hepsi birbirinden âlemdir ve Dostoyevski kadın güzelliği ve giyim kuşamını hayret verici bir başarıyla anlattığı kadar, kadınlar tarafından kukla edilmeyi de aşağılanmanın zevki prensibinden bir an bile kaçınmadan, tadını çıkararak anlatır. Mesafeli ve sevimsiz Polina için tehlikeli maskaralıklara kalkışır; büyükanne, la babulinka, ondaki kendine benzeyen dürüst ve haşarı ruhu görür ve sever, Roulettenburg ruhuna kaptırıp servetinin yarısını kumar masalarında bırakırken Aleksey’i hep yanında ister; fettan Fransız Blanche, Aleksey’i sonunda kazandığı parayla birlikte ve paranın yüzü suyu hürmetine, bir süre sonra ayrılacaklarını da açıkça söyleyerek Paris’e götürüp parasını çatır çatır yerken Aleksey bir an bile karşı koymaz. Şamar oğlanlığı denen acı iksiri yudum yudum zevkle içer. O kadar ki, ona hayretler içinde sık sık ‘çok iyisin ama çok aptal bir çocuksun’ demekten kendini alamayan Blanche, Aleksey’i def ederken cebine iki yüz frank sıkıştırmaktan kendini alamaz. Böyle bir karakter tanımak belli ki iki yüz franga değmiştir. Zaten Aleksey’in kendi piyasa değeri konusunda en ufak bir hayali de yoktur. Polina’sı, Fransız’a meylederken durumu açıkça görür ve hatta seçenek sunar: “Bir Apollo mu yoksa bir Lord’un yeğeni mi?” Zeki Demirkubuz’un Masumiyet ve Kader’deki erkek kahramanı akla geliyor. Evet, Dostoyevski’yi en iyi anlayan Demirkubuz olabilir.             

Gene Aleksey/Dostoyevski:

“(Roulettenburg’da) pasaklı salonlarda ihtişam bahis konusu bile değildir ve masalarda değil altın paralardan dağlar, küçük tepecikler bile yoktur. Tabii ki sezon boyunca herhangi komik, eğlenceli birinin, bir İngiliz’in ya da geçen yazki Türk gibi bir Asyalı’nın muazzam meblağlar kazanması ya da kaybetmesi olasıdır.”

Dostoyevski konuyu açınca, insan Baden-Baden’e giden Osmanlıların nasıl bir ‘performans’ sergilediğini de merak ediyor. (Kuruluşunun Baden-Baden’de yapıldığı, nizamnamesinin burada yazıldığı kesin gibi olan Genç Osmanlılar Cemiyeti’ni de geçerken analım.) Sözü geçen ‘geçen yazki’nin kumarda ne yaptığını, metreslerini, sefalet ve ihtişamı nasıl yan yana yaşadığını vb. vb. Ama çuvaldızı zevkle kendine batıran bir Dostoyevski’miz olmadığı, zelil ve sefil durumlardan hep bir kefaret ve imana dönüş zannıyla sıyrıldığımızı, en yakın adayımız Peyami Safa’nın da kumar hakkında bir roman bırakmadığını düşünecek olursak, bu ‘arkeoloji’ konusunda pek bir şey yok elimizde. Acı kayıp.

 

NOT:


Kumarbaz
’ı ‘yerine gelmişken’ Baden-Baden’de Almanca çevirisinden okudum ve çok beğendim, Türkçe çeviriler oradandır.  

 

GİRİŞ RESMİ:

Gustave Doré'nin Baden-Baden'deki bir kumar gecesini tasvir eden 1862 tarihli  bu resminde, ressamın kendisi de yer alır.