Kurban ve itaat

"Bizim gibi İbrahimler ne çok günah keçisi yarattı ya da yaratılmasına şahitlik etti, ediyor, neleri, kimleri kurban verdi, veriyor, bir hatırlasanıza. Belki de esas sorun verilen kurbanlarda değil, başkalarını taklit ederek suç ortaklığımızı meşrulaştırarak, bunların kararına ettiğimiz itaatteydi." Kurban bayramınız kutlu olsun.

30 Temmuz 2020 23:30

Gelenekler öylesine işlemiştir ki içimize, sıklıkla birçoğunun nedenini sorgulamadan kabul ederiz. Sanırız ki, Yahudilerin kötücül Azazel’i [1] yatıştırmak için kendi günahlarını yükleyip uçurumdan attıkları günah keçilerinin şimdi sadece deyimi kaldı, Azteklerin Kurban Şehri’ninse sadece rölyefleri.[2] Kurban verme âdeti yalnızca İslam’a ait değil, insanlık tarihi kadar eski: Şiddetin farklı yöntemlerle kutsallaştırılışının bir uzantısı, dünyanınsa vazgeçilmez bir parçası. COVID-19 vurunca ülkesini, Boris Johnson’ın sürü bağışıklığına kavuşabilmek için (yaşlıları kastederek) kurban vermek gerektiğini, hem de tam bu kelimelerle söylemesi, dünyanın o yüzünü açıkça gösterdi bize. Biz, insanlar, kurban vermeye ve verilmesini izlemeye hem hazır hem de alışığızdır.

Kurban kavramı, tıpkı René Girard’ın söylediği gibi, toplumun içine işlemiştir. Birileri, bir şeyler ölmelidir ki, diğerleri yaşayabilsin. Neyin ya da kimin öleceğinin ya da öldürüleceğinin kararının doğurduğu şiddeti temizleyebilmek için yine kurban verilir. Dünya bu şekilde döner. Amerika, Kurban İmparatorluğu [3] olarak boş yere anılmaz. Siyahları öldürerek bir ders vermeyi amaçlayan ve radikal sağı cisimleştiren Oklahoma katliamını anımsayan kim kaldı? Yirmi beş yıl sonra George Floyd’un kurban verilmesi gerekti ki hatırlansın, ülkedeki ırkçılık tüm açıklığıyla yüzümüze çarpsın ve bir dahakine kadar tekrar unutulsun.

Öyle uzağa gitmeye gerek yok, biz de tarih mirası Hasankeyf’i daha yeni bir baraja kurban verdik, cennet Akkuyu’yu farklı enerji kaynaklarını kullanmak varken nükleer santrale kurban etmek üzereyiz, tüm ülkenin dokusunu değiştiren beton yığınlarına ve rantlara verilen ilk kurbanlar değil bunlar. Kültürel bir miras olan Ayasofya’yı bir oyuna getirilmek istendiğine inanan muhalefet kurban verdi. Bu kararları verip uygulayanlar dahil, şunu hepimiz biliyoruz: Bunlar olmasa da olurdu. Sadece ekoloji ya da tarih değil, insan da kurban verilir ülkemizde: Örflere, ananelere sığınılarak gün geçmez ki bir kadın daha kurban gitmesin şu garip düzene ve cehalete. Suçsuzluklarından emin olduğumuz kaç kişinin günah keçisi seçilmiş hapiste çile doldurduğunu saymıyoruz bile.

René Girard, birbirinden önemli eserlerinden biri olan Günah Keçisi’nde[4] (1982), toplumlardaki şiddetin en baştan beri, hırs ve kıskançlıkla oynanan iktidar oyunları esnasında, bireylerin birbirini taklit etmesiyle doğduğunu anlatır. İlkel toplumlardaki kurban törenlerinin ortadan kalkmasıyla, şiddetin yönlendirileceği, basmakalıp suçların atılacağı, kötülüğün sorumlusu olacak günah keçileri bulunmak zorunda kalınır. Artık kurban günah keçisidir ve bu durum hep meşrulaştırılır. “Dün başkalarını gömenler bugün kendileri gömülür,”[5] sözü unutulur. Çünkü toplum kendisini, “yozlaştıran, çürüten, lekeli, saf olmayan öğelerden, kargaşaya sürükleyen hainlerden temizlemeyi hayal eder.”[6] Bozacının şıracıyla işbirliği yapıp bu hayalleri kurduğu dünya düzeninde, kolektif tüm cinayetlerin gizlenmesi, geçmişteki benzer yöntemlerle bizim aramızda da uygulanmaya devam eder.

Tüm bunlar nasıl gerçekleşiyor, neden kimse yeterince karşı çıkmıyor diye soranlara cevap vaktiyle bir sanat eserinden gelmişti.

Bundan birkaç yıl önce Berlin’deki Yahudi Müzesini gezerken bir serginin etkileyici ilânını görmüştüm. Kırmızı büyük harflerle Almanca ve İngilizce yazılı İTAAT kelimesine ve altındaki Saskia Boddeke ve Peter Greenaway [7] isimlerine takılmıştı gözüm [8]. Yahudi Müzesi oldukça ironik ve etkileyici bir kürasyonla oluşturulmuştu ama neticede bir dini ve onun kültürünü anlatan bir müzeydi. İlândaki görsele bakınca serginin de benzer temalarla ilgili olduğunu düşünmüştüm. Saatlerdir gezdiğim müzeden sonra, benzer konuları işlediğine inandığım sergiye zaman ayırma konusunda ilkin tereddüt ettiğimi anımsıyorum. Sonra filmlerini kaçırmadığım Greenaway’in varlığı beni ikna etti. Gerçi her iki sanatçı da film yönetmeniydi. Yerleştirmenin mültimedya olduğu belirtilmişti ve mültimedya sanatçısı Boddeke’ydi. Ancak eğer ortada bir film varsa, ismi ikinci sırada yazılmış olsa da, mutlaka erkek yönetmiştir algısının bende nasıl oluştuğunu, biraz feminist teori okumuş herkes çok iyi bilir.

Sergi birkaç odalı bir yerleştirme gibi görünüyordu. Girişte, “Sen İsmail misin, İshak mısın?” sorusunun karşılaması dürüst olmak gerekirse, bana biraz klişe gelmişti. Berlin gibi bir şehirde ne kadar zaman geçirirse geçirsin, insanın canı kolay kolay ağır teolojik metinlere dalmak istemez. Oysa iç içe geçmiş on beş büyük salondan oluştuğunu sonradan anladığım yerleştirmenin nasıl bir temaya sahip olduğunu önceden kestirmek pek mümkün değildi.

Yerleştirmenin birbirinin içine açılan salonların ilkinde, dünyanın dört bir yanından getirilmiş, her biri bir cam muhafaza içinde korunan en yenisi birkaç yüzyıllık yaklaşık otuz İncil vardı. Burası Hristiyanlık salonuydu. İncillerin hepsinde İbrahim’in oğlunu kurban etmeye çalıştığı sahnenin resimlendiği sayfalar açılmıştı. Böylesi bir koleksiyonu bir araya getirmek yerleştirmenin derinliği konusunda en baştan verilmiş bir ders gibiydi; sonrasını da bu gözle izlememiz için de bir uyarı. İslam salonunda Hac ritüelleri vardı; nedense farklı bir bakış açısıyla ve başka bir dilde okuduğu zaman değişik şeyler öğrenebiliyor insan. Yahudiliğe ayrılmış loş salonda dualar okunuyor, gizli bir projeksiyonla yansıtılmış, sanki o duaların renkli İbranice harfleri karanlıkta etkileyici bir efekt yaratarak geziniyordu. Görsel birer dahi olan sanatçıların izleri kendilerini göstermeye başlamıştı.

Dinler arasında bir ayrım yapılmamış, kutsal değerlere oldukça saygılı davranılmış olması hem şaşırtıcı hem de değildi. Önce İsa’yı öldürdükleri, sonra Girard’ın kitabında ve müzede detaylı anlatıldığı gibi, Ortaçağ’da vebayı yaydıkları söylenen, ırmaklara zehir karıştırarak günah keçisi ilân edilip toplu olarak kıyılan, sonra sanki bu işin bir geçmişi yokmuş gibi Holocost’a uğramalarına şaşırılan, aynı coğrafyadaki Yahudiliğe ait bir müzenin bu sergiye ev sahipliği yapmasına çok şaşmamak gerek.

O ana kadar gördüklerim etkileyiciydi ama modern sanatın simgeselliğine alışık, bir o kadar da yorgun, çok anlam yüklemeye çalışmadan, hızlıca geçip duruyordum. Rönesans tablolarındaki meleklerin beyaz tüyleriyle bezeli bir salondan çıkınca, o ana kadar görmeyi umduğum tek şey olan filmlerin ilki, bir duvara yansıtılmış, oynamaya başlamıştı. Bir önceki salondaki tüylerden kanatlarıyla bir melek, İbrahim’e oğlunu Tanrı’ya kurban vermeye götürürken eşlik ediyordu. Küçük çocuk başına geleceklerden habersiz güle oynaya babasının peşinden gidiyordu.

Girard’ın da söylediği gibi, İncil’lerde günah keçisi kavramı geçmez. Onun yerine yerleştirmedeki salonlardan birinin ismi de olan Agnus Dei, Tanrı’nın Kuzusu kullanılır. Keçinin görüntüsü yerine, İsa’yı da temsil eden beyaz masum bir kuzucuktan daha iyi bir ideolojik deyim tabii ki bulunamaz. Ama kuzu neticede küçüktür, tercih onun büyümesidir. Sonraki bir salonda duvara monte edilmiş onlarca farklı biçimlerdeki koç boynuzları, biraz ilerisinde kurban için gerekli malzemeler, bıçaklar, Akedah [9] ipleri, tavandan sallanıyordu ama farklı bir şey daha vardı: Çocukluğumun, biraz uzak durarak, biraz da merakla kurban kesilişini izleme anılarını canlandıran kesif bir koyun kokusu.

Eskinin bayramlarında kurban kesimini izlemek biz çocuklar için pek hoş olmasa da, sıradan bir olaydı. Neler olup bittiğine bakar, tam bıçağın değdiği o anda da gözümüzü kapardık. Kurbanların bir ağaca asılarak yüzülmesi, kandan göletlerin oluştuğu kesim alanında etlerin ayıklanması, büyük bir kısmı dağıtılsa da birazının pişirilerek yenmesi, şimdi bana eski zamanlara ait bir pagan seremonisi olarak gelse de, ne bir rüyalara girme ne de bir karabasan, öylesine alışmış, öylesine doğal kabul etmişim. İşte yıllar önce, Torosların ücra bir köşesine ait, diğerlerini izleyerek taklit ettiğim, sonra da alıştığım bayram kokularının bir kısmı Berlin’deki o serginin içindeydi. O kokuyu hiçbir zaman sevmemiştim ama daha çok o bir daha hiç gelmeyecek eskiyi anımsattığı için rahatsız olmuştum. Serginin bir an önce bitmesini dileyerek ilerlediğimde beni bekleyeni tahmin bile edemiyordum.

Bir sonraki salonun duvarında altın Gotik harflerle yazılı, İbrahim’in oğlunu kurban etmeyi kabul ederek itaat etmesi üzerine Tanrı’nın oğlunu nasıl kurtardığına dair Eski Ahit’ten gelen Yaratılış alıntısı, geçmiş zaman kokuları kadar sarsıcı, çocukların anne-babalarının sözünden çıkmazlarsa iyi birer birey olarak yetişeceklerine dair verilen yanlış sözün farklı bir haliydi:

TANRI: Oğluna el sürme. Artık biliyorum ki benden korkuyorsun. Seni kutsuyor ve dölünü aynı cennetteki yıldızlar ve denizdeki kumlar gibi sayısız kılıyorum. Dünya dölüne kalacak çünkü sen bana itaat ettin. Dünyanın bize kalması ve neslimizin devam etmesi için muktedirden korkmak ve itaat etmek şarttı.

Aklımda bu sarsıcı cümleyle girdiğim, eski dünyalardan günümüze ışınlayan bir zaman tüneli olan son salonun duvarları, değişik dillerdeki şiddet, vahşet haberlerinin bulunduğu gazetelerle kaplanmıştı. O gazetelerin karmaşasından ulaşılan videoları izleyene kadar, sanatçıların tam ne demek istediğini anlamak hâlâ mümkün değildi. Oynatılan videoların bir tanesinde beş-altı yaşındaki Filistinli çocuklar korkudan ağlıyor, bir diğerinde savaş uçakları bir yerleri bombalıyor, dünyanın her yerinden savaş ve şiddet görüntüleri teker teker yüzümüze çarpıp duruyordu. İlk salondaki, “Sen İshak mısın, İsmail mi?” sorusu ne klişe ne de anlamsızdı. Hepimiz farklı zamanlarda çıktığı rollerdi bunlar. Ancak asıl kıpkırmızı –sanki kanla– yazılmış, sergiyi bitiren şu son soruydu sorulması gereken: “Yoksa sen İbrahim misin?” Yerleştirmenin yaratıcıları haklıydı. Biz ne İsmail ne de İshak’tık. Hepimiz İbrahim’dik – en değerli varlıklarını bile otoriteye itaat ederek kurban vermekten çekinmeyen İbrahimler.

Bizim gibi İbrahimler ne çok günah keçisi yarattı ya da yaratılmasına şahitlik etti, ediyor, neleri, kimleri kurban verdi, veriyor, bir hatırlasanıza. Belki de esas sorun verilen kurbanlarda değil, başkalarını taklit ederek suç ortaklığımızı meşrulaştırarak, bunların kararına ettiğimiz itaatteydi. İnsan hayatından, kültürel değerlere, gerekirse ekolojiyi bozma pahasına, kurban verip duran uygarlık tarihi aslında itaate dayanırdı. En değerli şeyleri kurban etmekten çekinmeyecek kadar itaatkâr olmaya.

Otoriteye, virüse, siyasete, nefrete, sevgiye, güce verilen, tıpkı benim çocukken izlediğim gibi, öylesine alıştığımız, öylesine doğal kabul ettiğimiz, tüm o kurbanlar... Bunların kararına itaati bıraktığımız zaman acaba neler değişecek?


[1] Yahudilikte bu bir kurban verme işlemi olarak yer almaz. Günah keçiliğinin bir kurban verme olarak tanımlanmaması teolojik bir tartışmayı da başlatır. René Girard bunun modern toplumlarda keyfe keder kullanılışının ilginçliğine de işaret eder.

[2] 16. yüzyılda Azteklerin insan kurban ritüelleri Cortez ve ordusunu dehşete boğmuş ve sonradan bunu Orta ve Güney Amerika’yı Hristiyanlaştırmak için bir gerekçe göstermişlerdir. Hristiyanlaştırma sırasında yapılan katliamların gerekçesi hazırdı.

[3] Jon Pahl (2010), The Empire of Sacrifice: The Religious Origins of American Violence, New York University Press: New York.

[4] René Girard (1982|2003), Günah Keçisi, çev. Işık Ergüden, Kanat Kitap: İstanbul.

[5] A.g.e. s. 20.

[6] A.g.e. s. 22.

[7] Meraklısı için lüzumsuz bilgi: Evlilerdir de.

[8] Bu müthiş sergiyle ilgili daha çok bilgi almak isterseniz sitesine bakabilirsiniz. Sadece sergiye ilişkin gözlemlerimi şurada anlatmıştım.

[9] Kutsal kitaplarda geçen İbrahim’in oğlunu bağlama hikayesi: Bağlanma.

 

Fotoğrafların tümü yazar tarafından çekilmiştir.