"Küçülme önerisinin krizin başından beri ortaya atılan çözümlerden farkı, insana, çevreye, yaşama, çalışmaya, paraya, üretime, değişime, zenginliğe, katılıma ve mutluluğa dair yeni ve bütüncül bir bakış açısı sunmasıdır. Bu özelliğiyle küçülme, günümüz krizinin labirentinden yukarı uzanan merdivene dönüşme potansiyeli taşıyor."
30 Temmuz 2020 22:30
2019 yılının Aralık ayı başlarında ajanslara beklenmedik bir ekonomi haberi düştü: İzlanda, Yeni Zelanda ve İskoçya ekonomik büyüme yerine insana öncelik veren mutluluk ekonomisine geçiyor, bilim insanları buna “planlı küçülme” adını veriyordu. Bu, diğer ülkeleri de katılmaya davet eden bir kulübün kurulduğunun ilanıydı. Yeni bir ekonomi tahayyülüne ihtiyaç duyulduğunun ifade edilmesi, ekonomik büyümenin artık tabu olmaktan çıkıp tartışma konusu haline getirilmesi ve hatta evrensel temel gelir gibi küçülme ekonomisiyle ilişkili sıra dışı konularda pilot uygulamalar yeni değildi. Yeni olan, bir (de değil üç) hükümetin ismini açıkça telaffuz edemese bile küçülmeyi ekonomi politikasının hedefi olarak belirlemesiydi. Ana akım iktisat yazınının olsa olsa kâbusunda görebileceği bir fikir olan küçülme, resmen devlet politikası haline gelmişti! Evet bu hedefi benimseyenler zaten küçük ekonomilerdi ama yine de sistemsel dönüşümün başlaması için “iyi örnek” teşkil edebilecek ölçektelerdi. İşler başka türlü gelişseydi 2020 yılı dünyada küçülme ekonomisinin ilk gönüllü ve planlı uygulamalarının gerçekleştiği yıl olacak, belki de izleyen yıllarda diğer ülkeler hatta büyük ekonomiler İzlanda, Yeni Zelanda ve İskoçya’nın olası başarısını örnek alacaktı. Değişime direniş güçlü olurdu ama en azından ulusal muhalefetlerin elinde müthiş bir koz bulunurdu (sorunun muhalefetleri ortadan kaldırarak çözülmesi ihtimali ayrı bir kenarda dursun).
Süreci rayından çıkartan koronavirüs pandemisi oldu. Küçülmeyi arzu etmek tartışılırken dünyadaki ülkelerin hemen tümü kendi istekleri hilafına tarihte görmedikleri küçülme rakamlarıyla karşılaşmak zorunda kaldılar. Planlı küçülmenin örnek uygulamasının yerini zoraki küçülmenin genel uygulaması aldı. Şimdi ister istemez bütün ülkeler küçülmeyi yönetme sorumluluğuyla karşı karşıya. Bu sorumluluktan kaçınıp bir an önce büyümeye geri dönme çabası göstereceklerine şüphe yok ama bu çabanın ümitsizliği de şimdiden apaçık ortada.
Giacomo D’Alisa, Federico Demaria ve Giorgos Kallis’in hazırladığı Küçülme kitabı (yurt dışında ilk basımı 2019) işte böyle zorlu bir konjonktürün ortasına denk geldi. Bütün dünyanın küçülmeyi tartışmak zorunda kaldığı bu dönemde, kulağa hâlâ çok sıra dışı gelen bu konunun nasıl tartışılacağını sınırlı bir akademik çevre haricinde çok az insan biliyor. Sanırız bu ihtiyaca cevaben D’Alisa, Demaria ve Kallis’in kitabı küçülme taraftarlığı yapmanın ötesinde bir işlevi yerine getirmeye talip: Küçülme tartışmasını yürütmeye yarayacak kavram dağarcığını sağlamak, daha doğrusu bu dağarcığı insanlara tanıtmak.
Kitabın içinde ekonomi, ekoloji, siyaset ve felsefe alanlarından küçülmeyle ilişkisi olan 52 kavram, her biri farklı yazarlar tarafından ve her biri 4-5 sayfalık bölümler halinde ele alınıyor. Bölümler ele alınan kavramın tanımıyla başlıyor; kavramın ilk ortaya çıkışı ve kavrama dair akademik tartışmaların dökümü aktarıldıktan sonra o kavramın küçülmeyle ilişkisi belirtilerek bitiyor. Kitapta yer alan kavramlar birbiriyle yakın bir ilişki içinde ve birini anlatırken doğal olarak diğerlerinden de bahsetmek gerekiyor. Kitabı hazırlayanlar bölüm başlığı olan bütün kavramları kitabın her yerinde kalın harf karakteriyle belirtmişler; böylece okurun hem merak ettiği bir kavrama kolayca ulaşması hem de kavramların ilişkilerini takip etmesi mümkün olmuş.
52 kavram, sırasıyla “Düşünce Hatları”, “Temeller”, “Eylem” ve “İttifaklar” üst başlıkları altında gruplandırılmış. İlk bölüm olan düşünce hatları tartışmanın epistemolojik boyutlarını ve dolayısıyla en akademik yönünü ele alıyor. Daha başlangıçtaki bu bölümün diğerlerine göre biraz zorlu olduğunu belirtmek gerek. Kitabı hazırlayanlar doğru başlangıç noktasının akademik tartışmalar ve en soyut kavramlar olduğunu düşünmüşler, bunu yaparken de akademisyen olmayan okurun gözünü korkutma ihtimalini hesaba katmamışlar. Neyse ki “Temeller” bölümündeki yazılar; kapitalizm, şenliklilik, müşterekler, metalaşma, büyüme, mutluluk, tahayyül, sadelik gibi tam da bugün tartışılan ve tartışılması gereken kavramları ele alıyor. “Eylem” bölümü Toprağa Dönüşçüler, Temel Gelir, İtaatsizlik, Eko-topluluklar, Öfkeliler (İşgal et/ Occupy), İstihdam Garantisi gibi küçülme fikrinin hayata geçirilmesine dair ilk uygulamaların nüvelerini oluşturan kavramların tanıtıldığı bir bölüm. “İttifaklar” bölümü ise küçülme kavramıyla bağı daha gevşek olan Güney Amerika’dan Buen Vivir ve Afrika’dan Ubuntu felsefeleri ile Feminist İktisat gibi kavramları içeriyor. Yazarların kitaba alınan yazıları seçerken sadece tarafgir davranmayıp küçülme kavramına karşı polemikçi yazılara da yer verdiklerini belirtmek gerek. Zaten olması gereken de bu, yani kavramın ve ilişkili terimlerin tartışmaya açılması…
Kriz ve ötesi
Koronavirüs krizi dünyayı zorunlu küçülmeye mahkûm etmeden sekiz yıl önce bir başka kriz büyüme odaklı ekonomi anlayışını temelden sarsmıştı. ABD’nin finans piyasalarından başlayıp bütün dünyayı etkileyen büyük kriz reel ekonomiyi, istihdamı, kamu bütçelerini, sosyal devleti, ekolojiyi, gıdayı, bilimi ve toplumsal yaşamın hemen her alanını sardı. Bu seferki 90’lardaki Asya krizinden ya da 80’lerdeki Güney Amerika krizlerinden farklıydı ama geçen yıllara rağmen krizin kendisi kadar farklı bir çözüm reçetesi bir türlü ortaya çıkmadı. Büyüme odaklı sistemin tahkim edilmesi için merkez bankalarının piyasalara (insanlara değil) likidite enjekte etmesiyle semptomlar kısmen tedavi edildi ve sorunun olduğu gibi kalmasına izin verildi. Hükümetler yüzleşmekten kaçınsa da küçülmeciler için sorun apaçık ortadaydı:
“Küçülme perspektifinden bakıldığında mevcut ekonomik kriz büyümenin sistemik sınırlarının bir sonucudur. Döngüsel bir kriz ya da kredi sisteminde meydana gelen bir hatanın sonucu değildir.” (s. 28)
Eşitsizlik, çalkantılar ve piyasa çöküşlerinin asıl nedenleri küresel ekonomi mimarisinin yapısal unsurlarında, hatta temellerinde yatıyordu. Yapısal sorunlarla mücadele etmektense krizi kaderin döngüsel bir oyunu ya da telafi edilebilir bir hata gibi görmek kolay seçenekti. Zor olansa ekonomi mimarisinin temeline inip, asıl sorunu büyümenin kaçınılmazlığı gibi sorgulanmayan ön kabullerin dehlizlerinde arayıp bulmaktı. İşte bu nedenle “küçülme” kasıtlı olarak kışkırtıcı bir kavramdır. Yeni, yepyeni bir ekonomi anlayışını ta temelden düşünmeye, bunun için önceki anlayışı yine ta temelden eleştirmeye çağırır. Giriş kısmında denildiği gibi:
“Küçülme kelimesinin amacı, büyüme kavramının otomatik olarak ‘daha iyi’ ile özdeşleştirilmesini alaşağı etmektir. Küçülmecilere göre, farklı bir geleceğe dair bir tartışmanın açılabilmesi, büyümenin sorgusuz bir biçimde arzu edilir olduğu yolundaki genel kanıya karşı çıkılmasını gerektirir.” (s. 23)
Krizin ardından, özellikle iklim ve çevre krizlerinin görünürlük kazanması karşısında büyüme odaklı sistemin devamlılığını sağlamak için bir tür uzlaşı çabası da sergilendi. Önceki yıllarda ortaya atılan “sürdürülebilir kalkınma” kavramı, sermayenin iklim, çevre ve dolayısıyla insan hayatına karşı yeni bir duyarlılık geliştirdiğinin kanıtı olarak parlatıldı ve yeniden dolaşıma sokuldu. Bu uzlaşı çabası küçülmecilerin gözünde bir kandırmacadan ibaret. Çünkü günümüzde ne kalkınmanın ne de büyümenin sürdürülebilir bir şey olmadığını düşünüyorlar. Kitapta “Çevrecilik” başlığı altında şöyle yazıyor:
“Küçülmeciler ‘sürdürülebilir kalkınma’ kavramına iki sebepten ötürü karşı çıkıyorlar. Birincisi, ekonomik büyümenin çevresel olarak sürdürülebilir olduğuna ya da olabileceğine inanmıyorlar. İkincisi, birçok küçülmeci her şeyden önce kalkınma fikrinin kendisine de karşı çıkıyor, zira (…) kalkınma (…) Amerikan yaşam tarzına doğru tektip bir değişim anlamına geliyor.” (s. 65)
Kalkınmanın sürdürülebilirlikle uyuşmazlığını belirttikten sonra, büyümenin neden ve hangi noktadan itibaren sürdürülemez olduğunu saptamak da önemli. Zira küçülmecilere göre güncel krizin hemen bütün veçheleri bu noktayı ıskalayıp ısrarla büyüme yolunda yürümeye devam ettikçe ortaya çıkıyor. “Durağan Durum İktisadı” (bir ekonomide girdi-çıktı hızının sabit kalması) bölümünde büyümenin bittiği nokta iktisat diliyle basitçe tanımlanıyor:
“Ekonomik analizin temel bir önermesine göre, bir kişide bir şeyden ne kadar çok varsa o kişi için o şeyin her ilave biriminin değeri daha azdır. Dolayısıyla, ekonomik büyümenin marjinal faydası düşmekte, marjinal ekolojik maliyetleri ise artmaktadır. Büyüme, marjinal maliyet marjinal faydayı aşmadan önce son bulmalıdır; aksi takdirde büyüme ekonomik olmaktan çıkar. Bu durum, maliyet ve faydaları hassas veya objektif bir biçimde ölçemiyor olsak bile geçerlidir.” (s. 80)
Marjinal fayda yok olup ekonomik ve ekolojik marjinal maliyet korkunç seviyelere çıktı mı? Evet, zaten kriz de bunun açık bir kanıtı. O noktada büyüme politikaları terk edildi mi? Hayır ve uygulamada bunun ilave bedelleri oldu. “Büyüme” kavramının ele alındığı başlık, büyümenin ölçüsü olan GSYH’nın eleştirisiyle başlıyor (GSYH kitapta ayrı bir başlık olarak da yer alıyor) ve ardından yıllarca ekonomilerin tek hedefi olarak benimsenen bu kavramın çevreyi, mutluluğu, eşitliği ve insan yaşamının kalitesine dair başka pek çok kavramı dışarıda bıraktığı eleştirileri aktarılıyor. Bu bölümde büyümenin vaatlerini gerçekleştirmekteki başarısızlığı ve adil bir şekilde genelleşmesinin imkânsızlığı şöyle saptanmış:
“Ekonomik büyümenin bu eleştirilerinin önemli olmasının iki ana nedeni vardır. Birincisi, ekonomik büyümeyi temel politika hedefi olarak sürdüren ekonomiler tam istihdam, daha fazla boş zaman, daha zengin bir sosyal yaşam, daha fazla demokratik katılım ve dirençli bir çevre gibi mutluluk ve refaha daha doğrudan katkıda bulunan diğer hedeflere ulaşmakta başarısız olabilirler. İkincisi, kaynaklar ve ekoloji açısından sınırlı olan bir dünyada, zengin ülkelerin ekonomik büyümeyi hedeflemesi muhtemelen, büyümenin faydalarının daha belirgin olacağı gelişmekte olan ülkelerdeki ekonomik büyüme pahasına olacaktır.” (s. 166)
Asıl soru buradan sonra ortaya çıkıyor: Büyümeyeceksek ne yapacağız? Büyümeyi hedeflemeyen bir ekonomiyi nasıl hayal edebiliriz? Küçülme yanlılarına yöneltilen önemli bir eleştiriyi de yine bu aşamada analım; küçülme fikri büyük ekonomiler için geçerli olduğu kadar gelişmekte olan ekonomiler için de geçerliyse bunda bir haksızlık yok mu? Yoksa onlar büyümeye devam mı etsin? Bunlar aslında birbiriyle bağlantılı sorular çünkü küçülme basitçe ekonomiye, çevreye, siyasete ve topluma dair mevcut eğilimlerin tersine çevrilmesinden ibaret değil. Değerler, kavramlar, kurumlar korunup hedefler değiştirilince küçülmeye varılmıyor; ancak yepyeni değerler, kavramlar ve kurumlarla küçülme mümkün. Giriş’te belirtildiği gibi:
“Amaç bir fili inceltmek değil, onu bir salyangoza dönüştürmektir. Bir küçülme toplumunda her şey daha farklı olacaktır: farklı etkinlikler, enerjinin farklı biçim ve kullanımları, farklı ilişkiler, farklı toplumsal cinsiyet rolleri, zamanın ücretli ve ücretsiz emek arasında farklı bir biçimde tahsisi ve insanlar dışındaki dünyayla kurulan farklı ilişkiler.” (s. 22)
Küçülme önerisinin krizin başından beri ortaya atılan çözümlerden farkı, insana, çevreye, yaşama, çalışmaya, paraya, üretime, değişime, zenginliğe, katılıma ve mutluluğa dair yeni ve bütüncül bir bakış açısı sunmasıdır. Bu özelliğiyle küçülme, günümüz krizinin labirentinden yukarı uzanan merdivene dönüşme potansiyeli taşıyor.
Tahayyül ve Özerklik
Başka değerleri benimseyen başka bir toplum tahayyülü her şeyden önce kapitalizmin kanıksanmış alışkanlıklarının saptanıp terk edilmesiyle mümkün. Küçülme yazınının öncülerinden Serge Latouche “Tahayyül” başlığı altında Castoriadis’ten şu sözleri aktarıyor:
“İhtiyaç duyulan şey benzeri görülmemiş boyutta yeni bir hayali yaratımdır: insan hayatının merkezine üretim ve tüketimin genişlemesinden başka anlamlar koyabilecek, insanların hayatlarına peşinden koşmaya değer bulacakları farklı hedefler getirecek bir yaratım… Yüzleşmemiz gereken muazzam zorluk budur. (…) Bu sadece mutlak bir çevre yıkımından kaçınmak için değil, aynı zamanda ve özellikle çağdaş insanın ruhsal ve ahlaki yoksulluğundan kurtulmak için de gereklidir.” (s.173)
Yine Giriş’te belirtildiği gibi:
“Küçülme yeteri kadar şeye sahip olduğuna ve daha fazla biriktirmesi gerekmediğine kendini ikna etmeyi başaran farklı bir toplum tahayyül ve inşa etmekle ilgilidir. (…) temel kapitalist kurumların önemini azaltır ve yerlerine farklı değer ve mantıklara dayalı kurumlar koyar. Küçülme bu sebeple kapitalizmin ötesine geçişe işaret eder.” (s 33-34)
Büyüme ekonomisinin temel değerlerinden biri olan birikim, birçok kültür tarafından sorun olarak görülüp potlaç gibi çözümler üretilmiştir. Birikimi amaçlayan kapitalizm ise doğal olarak küçülmecilerin eleştirdikleri kavramların tümüyle yakından ilişkilidir. Yine de küçülmeyi bir kapitalizm eleştirisi olarak görmek yanlış olur; denklemleri doğru kuracak olursak kapitalizmin karşıtı sosyalizm ise küçülmenin karşıtı da büyüme ve üretkenciliktir. Bu açıdan küçülmeciler çevreci kapitalizm gibi önerileri tuzak olarak görseler de kapitalizmi eleştirilerinin tam odağına oturtmazlar. Onlar için planlı ve sınıf adaleti gözeten büyüme de büyümedir. Dolayısıyla sosyalist siyasetle ve özellikle sendikalarla (kitapta “Sendikalar” konusunda da çok ilginç bir bölüm var) küçülmecilerin yolu kesişse de tam olarak örtüşmez.
Küçülmecilerin yeni toplum tahayyülü çok daha özgündür. Yeni bir tahayyüle giden yolda (bireysel düzeyde) özerklik önemli bir role sahip. Kitabın “Özerklik” bölümünden özerkliğin “kendimiz için bağımsız ve bilinçli bir şekilde kanunlar ve kurallar belirlememiz” (s. 93) şeklinde tanımlanabileceğini ve bunun karşıtının yaderklik yani kanun ve kuralları başkasının belirlemesi olduğunu öğreniyoruz. Ancak bu başkasını, iradesini zorla dayatan birisi gibi değil, aksine özneyi kuran bir unsur olarak belirlediğimizde işler karışıyor: Acaba inandığımız ve savunduğumuz değerleri, kuralları özerk bir şekilde mi belirliyoruz yoksa bunları başkalarıyla ilişkilerimiz içinde diğerlerinden mi ediniyoruz? Eğer öyleyse gerçekten özerk bir tahayyül bize nasıl değerler kazandırır? Yine aynı bölüme göre; “Şenliklilik ve özerklik tamamlayıcıdır. Şenlikliliğin keyfi, tüketimde aranan haz veya diğer insanların boyunduruğu ve sömürüsüne bir alternatiftir.” (s. 96) Buna göre bizim kendi bağımsız tercihlerimizi sınırlayan yaderklik tüketime ve statüye dayalı toplumsal ilişkilerle bize nüfuz edebildiği gibi doğrudan tüketimin tektip, anlayamadığımız, kontrol edemediğimiz ve yabancılaştığımız nesneleriyle de ilişkilidir. Özerklik hissimizi engelleyen sadece çevremizdekilerin hakkımızda ne düşüneceği endişesi değil, aynı zamanda çevremizi saran nesnelerdir.
Şenliklilik ve Sadelik
Küçülmeci bir toplum tahayyülünü kurmakta öne çıkan iki kavramdan ilki, kitapta bir bölüme adını veren “Şenliklilik”. İvan Illich’e borçlu olduğumuz bu kavram neşeyi çağrıştırsa da aslında modern nesnelerin kullanımıyla ilgili. Şenliklilik nesnelerle ilişkimizde yeni ve özerk bir bakış açısı geliştirmek için anahtar rol oynuyor. İlgili bölümde şu ifadeler yer alıyor:
“Post-endüstriyel topluma geçiş, üretim biçimlerinin çeşitlendirildiği ve kişisel inisiyatife elverişli hale getirildiği bir toplum modeline doğru potansiyel bir açılımdır. Endüstriyel üretimin uzun vadede standartlaşmasına karşılık, şenlikli üretim kişisel yaratıcılığı ve işbirliğine dayanan yeniliği teşvik eder. Üretkenlikten şenlikliliğe geçiş belli açılardan ekonomik kıtlıktan armağan ekonomisinin kendiliğindenliğine geçiştir.” (s. 128)
Giriş kısmında ise şenliklilik kavramı daha canlı örneklerle ele alınıyor:
“Karmaşık sistemler özelleşmiş uzmanlar ve bürokrasiler gerektirir. Bu da kaçınılmaz olarak eşitlikçi ve demokratik olmayan hiyerarşilere yol açar. Özerklik ise tersine, kullanıcıları tarafından anlaşılabilen, yönetilebilen ve kontrol edilebilen şenlikli araçlar gerektirir. Bir kent bahçesi, bir bisiklet ya da kendi yaptığınız kerpiç ev keyifli ve özerktir; zararlı otlara dayanıklı, genetiği değiştirilmiş ürünlerin yetiştirildiği bir tarla, yüksek hızlı tren ya da enerji tasarruflu ‘akıllı bina’ ise değildir. Küçülmecilerin bu gibi yüksek teknolojili eko-modernleşme ve yeşil büyüme projelerine eleştirel yaklaşmalarının sebebi yalnızca bu projelerin sürdürülebilir olmayabilecek olmaları değil, aynı zamanda özerkliğimizi azaltmalarıdır.” (s. 29)
Yeni toplum tahayyülünde ilk önemli kavram olan şenliklilik, insanların nesnelerle ilişkisinin yeniden tanımlanmasını kapsıyorsa ikinci önemli kavram olan (ve bir bölüme ismini veren) “Sadelik” ise nesnelerin yokluğunu kapsıyor. Aslında Antik dönem felsefelerinden Budizme, erken Hıristiyanlıktan çağdaş tüketim karşıtlığına uzanan birçok düşünce akımı insanlığın sadelik fikrine hayli aşina olduğunu gösteriyor. Şenliklilik gibi, sadelik de yeni bir toplum tahayyülünün oluşmasında çok önemli bir işleve sahip. Aynı başlıkta sadeliğin toplumsal dönüşümle ilişkisine dair şunlar söyleniyor:
“Küçülmeyi planlı bir daralma süreci olarak gören salt makroekonomik bir bakış açısı, küçülme geçişine eşlik edecek ve belki de ondan önce gelmesi gereken kültürel değer ve uygulamalara dikkat çekmekte sınıfta kalıyor. Ne de olsa, eğer bir kültür genellikle daha yüksek düzeyde gelir ve tüketim arayan bireylerden oluşuyorsa, böyle bir kültürün büyüme ekonomisi arzu etmesi ve buna ihtiyaç duyması doğaldır. Dolayısıyla bir küçülme ekonomisi ve politikasının ortaya çıkması için, kültürel düzeyde insanların yüksek tüketimli zengin yaşam tarzlarından vazgeçmeye veya buna direnmeye ve onun yerine daha az veya kısıtlanmış tüketimli ‘daha sade’ yaşam tarzlarını benimsemeye hazırlıklı olmaları gerekiyor.” (s. 195)
Küçülme toplumu sade ve şenlikli bir yaşam tarzına geçişi ifade ediyor. Kitapta ayrı ayrı ele alınan eko-topluluklar, toprağa dönüşçüler, şimdi buradacılar bu yeni yaşam tarzına geçişin ilk örneklerini oluşturmakla günümüz dünyasında çok önemli bir işleve sahip. Bir anlamda sistemden çıkış kapısını işaret ediyorlar. Elbette bunların fazla bireysel olup siyasi alanda yer almadıkları ve kitlesel bir dönüşüm potansiyeli taşımadıkları eleştirileri de kayda değer. Bir diğer önemli uyarı da Bengi Akbulut’un kaleme aldığı “Devlet” başlığında yer alıyor: Bir yandan küçülmeyle ilişkili uygulamaların çoğu devletin aktif katılımını gerektiriyor ama diğer yandan aynı devlet meşruiyetini ve toplumun rızasını büyüme üzerinden sağlıyor. Dolayısıyla küçülme için devlet-toplum ilişkilerinin yeniden şekillendirilmesini de tartışmak gerekiyor.
O halde nasıl bir olay ya da hareket toplumu böyle bir tartışmaya itebilir ya da yeni bir toplum tahayyülünü marjinal olmaktan çıkartıp kitleselleştirebilir? 2008 krizini takip eden yıllarda dünyanın farklı yerlerinde ortaya çıkan sivil itaatsizlik hareketleri, küçülmenin önerdiği değerlerle ve yöntemlerle büyük ortaklıklar taşıyor. İspanya’daki Öfkeliler, ABD’deki İşgal Et (bizdeki Gezi’yi de buna katabiliriz) direnişleri başka bir dünyanın mümkün olduğunu savunan ve kitlesel destek gören hareketler oldu. Kitabın “Öfkeliler / İşgal Et” başlıklı bölümünde bu hareketlerin küçülme fikriyle ortak noktaları şu şekilde ortaya konuluyor:
“Öfkeliler veya İşgal Et gibi toplumsal hareketlerin ne zaman hegemonya karşıtı bloğun nüvesini oluşturmaya başlayabileceğini bilmiyoruz. Ama bu hareketle özgün reçeteleri sayesinde uzun vadeli dönüşümün sıçrama noktası olabilir. Reçete şu şekilde özetlenebilir: yaratıcı pratikler sayesinde farklı muhalefet biçimlerinin birleşmesi; karar alma süreçlerinin, daha yaygın bir uzlaşı platformu yaratabilecek çoğulculuğu ve açıklığı; alternatif bir değer sistemine yapılan vurgu ve son olarak küresel ağ kurma ve iletişim becerisi. Bu hareketlerin, ‘şimdi ve burada’ uygulanacak toplumsal alternatif vizyonlar inşa etmeye çalışan ‘prefigüratif politikaları’ güçlü ve çekici bir potansiyele sahiptir.”
Aynı sayfada daha yukarıda ise şöyle yazıyor:
“Hareketin prefigüratif politikası ve bunun imgesel karşılığı da (işgaller, kamplar, meydanların geri kazanılması, kent bahçeleri, kolektif mutfaklar ve işgal alanlarının temizlenmesi veya takas ve parasız ticaret gibi) küçülme söylemiyle örtüşür.” (s. 242)
Yazarın hareketlerin prefigüratif politikası ve bunun imgesel karşılığı olarak isimlendirdiklerini şöyle bir düşünürsek, söz konusu kitlesel direniş hareketlerinin bütün ilham verici güçleriyle alttan alta devam ettiğini söylemek mümkün.
İstihdam, gelir ve paylaşım
Amaçları ve temel tezleri ne kadar şok edici olsa da aslında küçülmeciler ana akım iktisat literatürüne karşı savaş açmış değiller, aksine argümanlarının tartışılmasını ve kabul görmeyi istiyorlar. Bununla birlikte küçülmeye giden yolun buraya kadarı, sadece şimdiye kadar sorgulanmayanları sorgulayan bir yıkım projesi gibi görünüyor. Bu nedenle istihdam artışını ve geliri sadece büyümeden bekleyen geleneksel iktisatçılar için asıl merak konusu, küçülme ekonomisinde bunların nasıl sağlanacağı olmalı. Elbette istihdamın sadece büyümeye endeksli olmaması gerektiğini savunan küçülmecilerin bu konuya dair bir yaklaşımı var ve sanırız bu yaklaşımın özü “Devlet” bölümündeki şu ifadelerde çok iyi bir şekilde özetleniyor:
“Büyüme, en basitinden egemen sınıfların konumunu tehlikeye atmadan alt sınıflara maddi faydalar dağıtılmasını mümkün kılarak sisteme rıza gösterilmesini sağlar; siyasetin ana konusunu ekonomik pastanın nasıl büyütüleceği sorusuna odaklayarak, pastanın nasıl paylaşılacağına dair çatışmaları saf dışı bırakır.” (s. 85)
Bir küçülme ekonomisinde pastanın paylaşımının hangi somut araçlarla sağlanabileceğin dair ise “Temel ve Azami Gelir” başlığı altındaki şu satırlar hayli açıklayıcı:
“Kapitalist toplumlar, yoksullukla mücadele etmek için iktisadi pastayı farklı dağıtmaktansa genellikle pastanın büyümesine güvenirler. Eğer ekonomik büyümeden vaz geçilir ve planlı ekonomik küçülme süreci başlatılırsa, yoksullukla mücadelenin çok daha doğrudan yöntemlerle yapılması gerekecektir. (…) Temel Gelir ve Azami Gelir, ekonomik büyümeye bel bağlamadan bu eşitlikçi amaçlara ulaşmak için kullanılabilecek iki politikadır.” (s. 209)
(Evrensel) Temel Gelir, devletin vatandaşlarına herhangi bir koşul gözetmeksizin verdiği aylık ödemedir. Koşullara bağlı olarak verilen sosyal yardımların genelleştirilmesi gibi düşünülebilir. Evrensel Temel Gelirin ilk uygulaması için 2016 Haziran’ında İsviçre’de yapılan halk oylaması olumsuz sonuçlansa da 2017 ve 2018’de Finlandiya’da pilot uygulama olarak 2000 kişiye 560’ar Euro gelir sağlandı ve 2020’de yayımlanan araştırma raporları uygulamanın başarısını ortaya koydu. Azami gelir ise aynen asgari gelirde olduğu gibi bir kişinin çalışması karşılığında edinebileceği aylık gelire yasal bir üst sınır konulmasını ifade ediyor. Benzeri bir uygulama 2008 krizinin ardından ABD Başkanı Obama tarafından astronomik maaşlar alan CEO’lar için gündeme getirilmiş ama hayata geçirilememişti.
Bu araçlara iki öneriyi daha eklemek gerekiyor. İlki; 1930’ların başında (Büyük Buhran zamanı) ortaya atılan ve kitapta bir bölüme adını veren “İstihdam Garantisi” fikri. Devletin herkese istihdam garantisi vermesi günümüz değerleri çerçevesinden bakınca bir hayli çılgınca görünse de bunun maliyetinin örneğin ABD ekonomisine GSYH’nin yüzde birinden az olacağı (s. 245) hesaplanmış. Marx’ın bahsettiği, çalışan kesimin koşulları ve ücretleri üzerinde bir baskı unsuru olarak kullanılan işsizler ordusunun geçmişte kalması için göze alınabilir bir bedel değil mi? İkinci fikir ise çalışma saatlerinin azaltılması ya da kitapta yer alan ilgili bölümün ismiyle ifade edersek “İş Paylaşımı”. Şirket bazında uygulamaların ötesinde ilk defa Mayıs 2020’de yine Yeni Zelanda hükümetinin bir önerisi olarak gündeme gelen (haftanın dört günüyle) sınırlı çalışma, işlerin ve dolayısıyla gelirin nüfusa görece daha adil paylaştırılmasına yönelik bir öneri. “İş Paylaşımı” başlığı altında belirtildiği gibi, bu önerinin kapsamı mevcut yaşam biçimi içinde yeni bir düzenlemeyi ifade etmenin ötesine geçiyor:
“Küçülme söyleminin önündeki en önemli zorluklardan biri, eksik istihdamı ve yarı zamanlı çalışmayı, arzu edilen yaşam tarzının bir parçası haline getirmektir. Birçok küçülme savunucusuna göre tam istihdam döneminin yüksek iş temposu artık erişilebilir değildir, ayrıca ekolojik olarak da sürdürülemezdir. Alternatif ise kamusal mallar, temel gelir ve ucuz ama yüksek kaliteli mallara ve hizmetlere erişim sağlamaktan geçer. Böylece az çalışmak, özgürce seçilmiş bir yaşam tarzının parçası olabilecektir.” (s. 275)
Büyümeye ve birikim sağlamaya yönelik, doğaya ve topluma zararlı bir ekonomik faaliyetin haricinde geçirilen zamanın tembellik ya da kötü alışkanlık olarak yaftalanmasına artık son vermek gerekiyor. Çünkü insanın kendisine, ailesine, çevreye ve topluma karşı daha çok ilgi gösterebildiği yeni bir yaşam tarzının mutluluğa ve tatmine ulaşmada daha faydalı olacağı ortada. Üstelik bu yaşam tarzını oluşturmaya yönelik makroekonomik tedbirler hem örnek uygulamalarda başarılı sınavlar verdiler hem de ülke ekonomileri için hiç de ulaşılmaz noktalarda değiller.
Küçülme – Yeni Bir Çağ İçin Kavram Dağarcığı kitabı aslında tam ihtiyaç duyulan zamanda küçülme ekonomisiyle ilişkili kavramların tanınmasını ve kullanımının yaygınlaşmasını hedefliyor. Yer yer genel okur kitlesine hitap etme kaygısı gütmese de bunu önemli ölçüde başarıyor. Bununla birlikte kitabın tamamı değerlendirildiğinde daha heyecan verici bir işleve de sahip: Yeni bir ekonomi, yeni bir toplum ve yeni bir yaşam tarzına dair özerk bir tahayyülün tasvirini yapıyor. Başka bir deyişle diğer akımların uzun süredir yapmakta zorlandığı bir şeyi yaparak somut önerilerle gelecekten ümit verici bir şekilde bahsediyor. Söz konusu tahayyülü güçlendirmek ve hayata geçirmek için atılacak ilk adım ise kanıksanmış, sorgulanmayan ve zararlı kavramların ipliğini pazara çıkarmak, “Büyüme” gibi…
•