"Kolilerin her biri birer mezardır, başka bir şey değil. On binlerce kitap listelenip paketlenerek karton kolilere yerleştirildikten sonra geride hüzünlü bir boşluk kalacaktır. Kütüphane toplanıp gemiyle Montreal’deki bir depoya doğru yola çıktıktan sonra kitaplar rüyasında yazarla konuşmaya başlayacaktır."
23 Kasım 2020 21:12
Kitap kutularını açmak yeni bir yaşam ve umut vaat eder, kitapları toplamaksa bilinmezliğe atılmış bir adımdır. Her derleyip toplamada bazı kitaplar, bazı anılar gönülsüzce yok edilir. Tüm kitapseverler, taşınmaların bir kıyamet provası olduğunu bilir. Bir gün kitaplarından ebediyen ayrılacağını bilmenin kederi… Yazık, kitaplarınsa bundan hiç haberi olmaz. Taşralı bir rahip ve çevirmen, aynı zamanda arıcı olan Domingo Jaca Cortejarena, bir röportaj sırasında Arjantinli yazar Alberto Manguel’e “Bir arıcı öldüğünde” der, “birinin gidip arılara arıcılarının öldüğünü söylemesi gerekir.” Yıllar sonra, rahibin bu sözünü anımsayan Manguel, Merak adlı yapıtında “O zamandan beri, ben öldüğüm zaman birinin benim için aynısını yapmasını, gidip kitaplarıma geri dönmeyeceğimi söylemesini isterim.” diye yazar.
Sıradan taşınmalar, yer değiştirmeler bile kütüphanelerin her defasında budanmasına yol açarken, sürgünlerin, yurtsuzların kitaplarından ebedi ayrılışı adamakıllı hüzünlüdür. Dostoyevski, Sibirya sürgününe gönderildiğinde, sadece kütüphanesinden ayrılmaz, hafızasını da yitirmiş gibidir. Dante, İlahi Komedya’yı sürgünde, misafirliklerde yazmıştır. İmparatorun gazabına uğrayıp sürgüne gönderilen Ovidius, Karadeniz kıyılarından yazdığı mektuplarda sevgili kenti Roma’dan, evinden ve kitaplarından ayrılışın yasını tutar.
Geçen ayın sonlarına doğru Yeşim Seber çevirisiyle dilimize kazandırılan Kütüphanemi Toplarken, Alberto Manguel’in hemen her iyi okurun rüyalarını süsleyen ihtişamlı kütüphanesini yitirişinin öyküsünü anlatıyor. Kendini ‘Yurtsuz Yahudi’ olarak tanımlayan Alberto Manguel uzun yıllardır Fransa’da Loire Vadisi’nin güneyindeki küçük bir köyde yaşıyordu. Hayat arkadaşıyla birlikte taştan yapılmış tarihi bir papaz evini satın almış, eklentisi olan ahırı on binlerce kitabına ev sahipliği yapacak bir kütüphaneye dönüştürmüşlerdi. Olayı şu yalın cümleyle özetliyor yazar:
“Bürokrasinin kirli alanına ait olmaları sebebiyle anımsamak istemediğim sebeplerden dolayı 2015 yazında Fransa’dan ve orada inşa ettiğimiz kütüphaneden ayrılmaya karar verdik.”
Söz konusu olan, sıradan bir kütüphaneyi taşımak değil. Özene bezene tasarlanıp bir yaşam alanına dönüştürülmüş ve uzun yıllar boyunca dal budak salarak genişlemiş bir kütüphanenin dağılışı. Kütüphane Manguel için kitapların yerleşik olduğu bir mekân değil, canlı bir varlıktır.
“Kitaplar daima benim adıma konuşmuş ve pek çok şeyi, somut şekilde hayatıma girmeden çok önce bana öğretmişlerdir. Ciltler benim gözümde yatağıma, yemeğime ortak olan ve nefes alıp veren yaratıklara benzeyen varlıklar olagelmişlerdir.” (s. 48)
Manguel, kitaplığının kapısına Rabelais’nin Theleme Manastırı’ndaki düsturundan ilham alarak “Canın ne istiyorsa onu oku.” diye yazdırmıştı. Kitaplar orada sahiplerinin konuğu ya da ona ait birer nesne gibi durmazlar; kendilerine ait bir ‘ev’dedirler. Yazar oraya girdiğinde kitapların sahibi değil, konuğu olduğunu söyler. Yanılmıyorsam Okuma Günlüğü adlı yapıtında şöyle yazmıştı:
“Mekânı gerçekten kendimin kılmak için bir gece kitaplıkta uyuyacağım.”
Tutkuyla kurulan ve uzun bir yaşamın tüm anılarını saklayan kütüphaneden ayrılmak, sadece kitaplarından ayrılmak olmasa gerek. Alışkanlıklardan, okuyup yazma rutininden ayrılmak ve kendini yerli hissettiği bir mekânı yitirerek yeniden yurtsuz kalmak…
“Bir kütüphaneyi kutulardan çıkarma işi,” diyor Manguel, “vahşi bir yeniden doğum olayıysa şayet, toplama işi de mukadder Kıyamet Günü öncesinde gerçekleştirilen usulüne uygun bir defin işlemi olabilir.” (s. 33)
Kolilerin her biri birer mezardır, başka bir şey değil. On binlerce kitap listelenip paketlenerek karton kolilere yerleştirildikten sonra geride hüzünlü bir boşluk kalacaktır. Kütüphane toplanıp gemiyle Montreal’deki bir depoya doğru yola çıktıktan sonra kitaplar rüyasında yazarla konuşmaya başlayacaktır. Çünkü o, sadece kendi özel kütüphanesinde kendi kitaplarıyla birlikteyken mutluluk içinde çalışabilen biridir. “Ben maceralarda değil, rutinde huzur bulan biriyim.” der. Kütüphanesi onun ‘kaplumbağa kabuğu’dur.
Kitapları toplamak, ‘vaktinden önce gerçekleşen bir defin işlemi’yse bu yitirişe alışmak kolay olmayacaktır.
“Fransa’daki kütüphanemden son kez ayrıldığım gün kendimi fena halde mutsuz hissettim ve sanki kütüphane son bir dostane davranışta bulunarak kitaplarını bana açmışçasına intikama, azgın öfkeye ve umarsızlığa dair hatırladığım satırlar dalga dalga kafamın içinde uğuldamaya başladı.”
Kafasında uğuldamaya başlayan metinlerden biri de Don Quijote’dir. Manguel, kitapları yakıldıktan sonra onları zihninde yaşatmaya başlayan ihtiyar maceraperest ile özdeşlik kurar:
“Şimdi kendi kütüphanesini yitirmiş biri olarak onun neler yaşadığını ve niçin bir kez daha dünyaya yelken açtığını daha iyi anlayabileceğimi sanıyorum.”
Kayıplar, anımsamanın kapılarını aralar ve “kütüphanenin kaybı gerçekte kim olduğumuzu anımsamamıza yardımcı olur.”
Kederi dindirmenin en kestirme yolu galiba yazmaktır. Anlatarak iyileşmek… Kütüphanemi Toplarken, Alberto Manguel’in anlatarak kendini iyileştirme çabası. Anayurdu Buenos Aires’in kuruluşuna kadar uzanarak kente ilk gelen İspanyol şövalye Pedro de Mendoza’nın yanında getirdiği kitapları anlatmaya başlıyor. Çocukluk kütüphanesi, Arjantin’de darbeciler marifetiyle yok edilen kütüphaneler, Mezopotamya’da bir kil tablet parçasına ilk sözlüğün atası olan Akat dilindeki sözcüklerin listelenişi, Eski Yunanca lügatler, İskenderiye kütüphanesinin nasıl bir biçime sahip olduğu, rüyaları yazmanın olanaksızlığı… Kentler, kütüphaneler, dinsel söylenceler, nadir kitaplar, hayali kitaplar… Bir şölene dönüşen anlatının içine onu açımlayan ve derinleştiren ‘Arasöz’ler yerleştirmiş Manguel. Bu paralel metinler, hem ana metnin gövdesine eklenen, onun birer varyantı gibi süren hem de serbest birer ‘okuma parçası’ niteliği taşıyan denemeler. Manguel, tüm bunları yazarken içindeki öfkeyi ve yaşadığı matemi teskin etmeye, kendini teselli etmeye çalışıyor. Yazarak, bir ömür eğleştiği kentleri, kütüphaneleri, kitapları ve yazarları anlatarak, onlardan sayısız alıntılar yaparak yeryüzü cennetini yitirmiş olmanın kederini hafifletmeye, kendini sağaltmaya çalışıyor. Parçalı metinler boyunca alttan alta sürgünlük düşüncesi ve adalet arayışı bir yerlerden belirip çıkıyor. Nihayetinde yurtsuz bir Yahudi olduğu gerçeği peşini bırakmıyor yazarın. Ve her şeyin sonunda, sözcüklerin ve edebiyatın ölümsüzlüğü, yaşamın tesellisine dönüşüyor. “İmparatorluklar yıkılır, edebiyat devam eder.”
Kütüphanesini toplayıp bir depoya göndermenin yasını tutarken, gençlik yıllarında ayrıldığı ülkesi Arjantin’den Ulusal Kütüphane’nin müdürlüğü teklifini alan Alberto Manguel’in önünde beklemediği bir anda yeni bir yaşam ve ömür boyu beslediği idealleri gerçekleştirebilmek için bir kapı açılır. Kitapta, bu görevde geçen iki yılını ve yapmaya çalıştıklarını anlattığı bölüm, bir ulusal kütüphanenin ne olduğu ve neler yapması gerektiği konusunda yazılmış bir manifesto niteliği taşıyor. Bugünün adaletsiz, acımasız ve tümüyle yüksek kazanç ve tüketime odaklanmış dünyasında Manguel, eşitliği ve adaleti önceleyen bir bakışla bütün kesimlerin düş gücüne hitap etmekten, kişiye özel hazların güvence altına alınmasından, okur yetiştirmekten ve empatinin büyümesine olanak sağlamaktan söz ediyor. Bu düşüncelerin bizimki gibi adaletin gündüz günü fenerle arandığı, düşüncenin dakika başı horlandığı ülkelerdeki okurlar için ‘yeni’ şeyler olduğunu söylemeye gerek yok sanırım. Bir ulusal kütüphane tüm bunları gerçekleştirebilir mi peki? Soruyu, Chesterton’dan bir alıntıyla yanıtlıyor yazar:
“Ortada yapılmaya değer bir şey varsa eğer, onu kötü bir şekilde de olsa yapmanıza değecektir.”
Kendisinin de yakındığı gibi zihni biraz garip çalışan bir yazardır Manguel. Bir konuyu anlatmaya durduğunda, zihni onu başka bir alana çeker ve bambaşka şeylerden söz etmeye, akla hayale gelmedik kitaplar, isimler, yerler sıralamaya, onlara dair anılar anlatmaya başlar. Bu onu yer yer ‘geveze’ bir yazar gibi gösterse de okur, hem edindiği malumat hem de yazarın anlatımının cazibesi dolayısıyla bu savrulmadan yakınmaz hatta memnuniyet duyar. Manguel, ‘gevezeliği’ meziyete dönüştürebilmiş bir anlatıcıdır. Kütüphanemi Toplarken, kişisel bir yas ayininin etrafında o garip zihnin sözcükler, kitaplar, kütüphaneler âleminde yaptığı benzersiz bir gezintinin anlatısı. Bir yığın teselli, bir yığın yaşam deneyimi ve bilgelik dersi… Sonunda, Alberto Manguel’in kütüphanesinin Lizbon’da ve üstelik hayal bile edemeyeceği bir biçimde yeniden dirilecek oluşunu öğrenmek, okuru onun mutluluğuna ortak ediyor. Kitapları “mezarlarından çıkacak ve dirildikleri günden itibaren mucizelere olan inançlarını cümle âleme duyurmaya hazır vaziyette yeniden raflarında durmaya başlayacaklar.” Yazarın Platon’dan alıntıladığı gibi söylersek, her kayıp yeniden bulmanın kapılarını açan bir girizgâhtır belki de.
Manguel kitaplarının en önemli özelliği belki de hemen her okuryazarın kendisinden çokça şey bulduğu metinler olmasıdır. Bu yüzden hemen her yazarın bir yönüyle akrabasıdır o. Sadece yazdıklarından besleniyor olmamız değil, vicdanı, adalet duygusu, alçakgönüllülüğü onu ailemizden biri gibi görmemizi kaçınılmaz kılar. Sözcüklerin ölmezliğine inanan, edebiyatla teselli bulan ve kitapları yaşamına ortak etmiş tüm okurların sözcüsü gibidir Manguel, sanki hepimiz adına yazıyordur. Kütüphanemi Toplarken, bir gün hepimizin başına gelebilecek bir ayrılığın, hepimiz adına tutulmuş bir yası.
•
GİRİŞ RESMİ:
Alberto Manguel, 2007. Fransa’da Châtellerault yakınlarındaki Mondion’da bulunan evinde ve kütüphanesinde.