Yirmi beş bin profesyonel ziyaretçi, 60 ülkeden katılımla Londra Kitap Fuarı, yayıncılık sektörüne Batı'dan bakan stratejik bir pencere ve katılanlar için hem yerel hem küresel bir sağlama zeminiydi...
19 Nisan 2018 14:06
Dünya kitap piyasası geçen hafta Londra’da, Londra Kitap Fuarı’nda buluştu. Elli yıla yakın geçmişiyle beş yüz yıllık Frankfurt Kitap Fuarı kadar devasa olmasa da, özellikle Batılı yayıncıların öne çıktığı ve sektör için en önemli uluslararası alanlar arasında sayılan bu fuar, yayıncılıkta global durumu ve beklentileri de yansıtıyor, bir dünya manzarası ortaya koyuyordu. Belki biraz kafası karışık, iki binli yılların başlangıcına kıyasla biraz daha karamsar ve karanlık ama her halükârda okuyan, okumaya meraklı bir dünyaydı bu ve bunca kişi bu nedenle, geleceğin kitapları için buradaydı, bu merak, bu ihtiyaç uğruna. Bu sene, Londra’da, matbu kitapların bir zamanlar öngörüldüğünün aksine ölmediği, yine bir zamanlar coşkuyla ilan edilmiş olduğu üzere e-kitaplar karşısında yok olup gitmediği resmen duyuruluyor ve umut bağlanan yeni format muştulanıyordu: Sesli kitaplar! Sesli kitaplar, haberlere bakılırsa bir başka formata, mesela matbu kitaplara düşman olmadan, onların pazar payından çalmadan istikrarlı bir büyüme gerçekleştirmiş, mesela ABD’de üç yıllık bir zaman zarfı içinde sene başına sabit yüzde 20'lik bir artış kaydederek yepyeni bir alan açmış gibi görünüyordu. Sektör, önceden matbu kitabın ölümünü duyurup e-kitabı kucaklarken biraz aceleci davranmıştı, en azından şimdi, bize böyle söyleniyordu. Bu yılki özetlere göre, “sesi” keşfeden yayıncılar kendi podcast’lerini başlatıyor, podcast olarak yayımlanan programların öne çıkardığı figürler, tıpkı 10 yıl öncesinin blog yazarları gibi kitap yayımlatmak üzere yayınevlerine üşüşüyor, yani kısacası, sesli içerik, yeni bir vaha olarak, yayıncılık haritasında kendine ait bir alan tanımlıyordu.
Sesli kitapların sabit ve istikrarlı yükselişi hakkında yazılmış bir makaleyi, fuarın ilk günü, Olympia binasının içine serpiştirilmiş dinlenme alanlarından birinde elime tutuşturulan Publisher’s Weekly’de okuyorum; kitap fuarı demek, siz oradan oraya koştururken Publisher’s Weekly, Bookseller ve benzer yayınların fuar odaklı günlük sayıları size uzatılacak demek, eh, görüşme aralarında başkalarının neler dediğini, neler yaptığını ve nelerin satıldığını az çok bu yayınları da tarayarak takip etmek şart. Zamanında, yine bir kitap fuarında ve yine bu gibi dergilerden birinde e-kitap formatının geleneksel kitapları yıkıp yok edeceğiyle alakalı müjdelere dair okuduklarımı anımsıyorum ve basılı dergilerin matbaaya düşman oluşundaki çelişkiyi düşünüyorum. Gerçi dijitalin müzik endüstrisinde yol açtığı dönüşüm o denli büyük ve o denli yıkıcıydı ki bir kısım gelecek teorisyeni bunu örnek alıp felaket haberciliğine soyunarak bir benzerinin matbu kitaplar için de gerçekleşeceğini söylemiş, geleneksel manâda kitapların silinip gideceği ve dijital formatların matbu kitapların yerine geçeceği konusunda ısrar etmişti; oysa zaman içinde, en azından o günden bugüne, matbu kitabın asla ölmeyeceğini, hatta, Umberto Eco gibi kitabın, tıpkı tekerlek gibi, bir kere icat edildikten sonra daha iyisi yapılmayacak bir form olduğunu söyleyenler haklı çıktı… Velhasıl bunca ölüm haberine rağmen henüz ölen yoktu işte ve kitap fuarları, hâlâ, matbu ağırlıklı olan kitaplar ekseninde gelişiyordu. Publisher’s Weekly’ye göre fuarın açılış gününde Quantum’un düzenlediği Dijital Zihinler için Yayıncılık başlıklı seminerde Zenith Media’nın inovasyon sorumlusu Tom Goodwin, ayrıntı vermese de kısa süre sonra, post-dijital çağa geçildiğinde her şeyin “çok heyecanlı” olacağını bildiriyor ve matbu kitapların süregiden yaşamını “güçlü bir karşı akım” olarak niteliyordu.[i] Penguin Random House CEO’su Markus Dohle, eskiden yüzde 80'lik pay kazanıp matbuyu yüzde 20'lik bir dilime kıstıracağı öngörülen dijital kitapların tam aksine yüzde 20'de kaldığını ve matbu format ile sağlıklı bir denge içinde bulunduğunu hâlihazırda belirtmiş, felaket tellallarının miadı dolmuş söylemlerini boşa çıkarmıştı. Bugünkü dünya, bu kehanetlerin yapıldığı zamanlara kıyasla daha karmaşıktı; yayıncılığın temel esası sayılan ifade özgürlüğü pek çok yerde tehlikedeydi; Cambridge Analytica ve Facebook vakasından totaliter rejimlerin kısıtlayıcı politika ve icraatlarına, hapse atılan yazar ve gazetecilere varana değin farklı olaylar sayesinde geleceğe dair umutlar, duvardan duvara toslayıp paramparça olmuş, uyumlu ve umutlu gelecek öngörüleri, yerlerini kıyamet tasvirlerine bırakmıştı. Devam ediyorduk yine de, oradaydık, her köşesi farklı sancılarla kıvranan gezegenin dört bir yanından Londra’ya akın etmiş editörler, yayıncılar ve medya çalışanları olarak -öleceği duyurulmuş ama şimdilik ölümü alt etmiş bir formatta sunulan- yeni hikâyelerin peşinde. Bu fuar maratonunun bitiminde her zaman olduğu gibi kataloglar, dergiler, yayınlar taranır, görüşmeler sohbetleri kovalarken her katılımcı kendi listesini, kendi özetlerini ve kendi tasarılarını belirleyerek ayrılacak, kitap denen geleneksel formatı kendi icatları, kendi üslubuyla var etme işine yeniden koyulacaktı. Yirmi beş bin profesyonel ziyaretçi, 60 ülkeden katılımla Londra Kitap Fuarı, yayıncılık sektörüne Batı’dan bakan stratejik bir pencere ve katılanlar için hem yerel hem küresel bir sağlama zeminiydi, her uluslararası fuar gibi hem başlangıç noktası hem finiş çizgisi.
Toplantı aralarında notlarımı düzenler ve gözümden kaçmış bir şey var mı diye katalog karıştırırken bir cümle atılıyor üzerime: “Haruki Murakami, Ahlaksız Teklif ile buluşuyor.” Kitapları başka kitaplar, hatta bazen filmler üzerinden betimlemek yayıncılık sektörü için pek alışılmadık bir durum değil ama Haruki Murakami ve Ahlaksız Teklif ikilisi beni biraz düşündürüyor. Bu, bu iki referansın birlikteliğinin tuhaflığı dolayısıyla sıra dışı bir örnek; bir süredir klasiklere meyleden, geçmişte kalmış cevherleri bulup çıkarmayı ve bilhassa kurmaca dışını, hakikatten yoksun bir çağda hakikati önemseyen bir sektörün daha yaratıcı olması, doksanları anımsamayan genç kuşaklara pek de bir şey çağrıştırmayacak bir sinema referansından sakınması beklenir bana kalırsa. (Murakami illâ tozlu geçmişte kalmış bir şey ile buluşacaksa Jaws ile falan buluşsa daha ilginç, öte yandan yeni ve özgün olanı eski ve tanıdık bir şeyle tanımlama zorunluluğunda bir hüzün var ki ayrıca ele alınmalı.) Bu gibi betimlemeler kuşkusuz ki fuar satışlarında belirleyici; okurun beklentilerini yontarken de ağırlık sahibi; bu ve benzer referanslar henüz yayımlanmamış kitapların, henüz onları okumamış okurlarını saptamada, hayal etmede yayıncılar için de yol gösterici. Sektörün geleneklerinden biri, yeniyi tanıtırken eskiden beslenmek tabii... Oysa her yeni yazar, her yeni metin eskiye bağlanamıyor, kimi zaman eskileri kaldırıp atmak, yerlerine yeni şeyler inşa etmek gerekiyor; işte, tam da bu bağlamda bu yılki fuar kitaplarında ağır basan yaygın bir trendden bahsetmek şart: Güçlü kadınlar, güçlü kadın kahramanlar. Yayıncılık sektöründe FSG ve Paris Review ile özdeşleşmiş Lorin Stein gibi söz sahibi pek çok figürün tahtını sarsan (kariyerini sonlandıran) #MeToo hareketinin etkisi kitaplara da yansımış; kız çocukları için güçlü kadın kahramanlara odaklı metinler ve yetişkinler için -bilhassa ABD’de Donald Trump’ın kadın düşmanı söylemlerine karşı yükselen tepkilerden beslenerek uzun zamandır görülmüş en muhteşem geri dönüşlerden birini kaydeden Margaret Atwood’dan ilham alan- distopik kadın öyküleri bu fuarın kitap listelerinde revaçta. Görüşmeler, kataloglar, spotlar, yani gelecek yıla ve sonrasına ait kitaplar, kadınlara biraz daha dönük, biraz daha kadın odaklı. Öte yandan bir hadise var ki bu eğilimin gerekliliğini bir kez daha vurguluyor: Fuarın odak yazarlarından Joanna Trollope’un sahnede sözlü olarak taciz edilmesi herkesin dilinde; Günün Yazarı etkinliğinde Trollope’u sahneye davet eden Londra Kitap Fuarı Tanıtım Komitesi Başkanı, yazarla “öpüşüp koklaşma” arzusunu onu yazını hakkında “onurlandırması” gereken konuşmasının temel motifi hâline getirmiş ve eleştirilerin hedefi olduktan sonra özür dilemek zorunda kalmış; yazarı sunucunun arzu nesnesine indirgeyen bu sunumun, "Gündelik Yaşamda Cinsiyetçilik" başlıklı seminerin hemen ardından gerçekleştiği söyleniyor ki o da ayrıca manidar… Evet, yaşadığımız bu dünyada güçlü kadın kahramanlara, kadın hikâyelerine ve kadın düşmanlığına karşı farkındalık yaratacak figürlere ihtiyaç var; bunlar hakkında konuşmak, düşünmek ve alan sağlamak şart.
Konuşmaktan bahsetmişken: Kitap endüstrisi, her ne kadar kitap kurdu tabir ettiğimiz, sayfalara gömülmeye meyilli insanlara kucak açsa da fuarlar, böylesi içe dönük bir duruşa özgü yerler sayılmaz; burada tanıdıklarla konuşmanız, yeni kişilerle tanışıp kendinizi tanıtmanız ve genel olarak sözlü anlatımın çeşitli biçimlerine başvurarak sosyalleşmeniz gerekir. Bu seneki Londra Kitap Fuarı’nın enteresan bir cilvesi, odak ülkelerden Letonya’nın, “I’m Introvert” (“Ben İçe Dönüğüm”) sloganıyla giriştiği tanıtım kampanyasıydı; fuarın sosyalleşmeyi şart kılan ve insanı zaman zaman feci yoran dinamiklerine karşı Letonya, “içe dönük” olduğunu gururla haykırıyor, standında bu sloganla çeşitli etkinlikler gerçekleştiriyor, hatta, tuvalet kabinlerinin kapılarına döşediği ve “Sonunda yalnız kaldın, değil mi, gel de biz içe dönükler fuarda neler çekiyoruz, standımızda kendi gözlerinle gör” gibi bir söylem güden afişlerle asosyalliğini pazarlayarak diğer iki odak ülkeden, standında inanılmaz lezzette balıklar ikram eden Estonya ve Litvanya’dan kendini ayırıyordu. Baltık ülkelerinin fuarda yarattıkları egzotik ve ilginç hava gerek temsil gerek alandaki görünürlük açısından 10 küsur yıl öncesinin polisiye patlaması sırasındaki İskandinav ülkelerini andırıyordu biraz… Kendi payıma, ters köşe bir sloganla fuar dinamiklerini sorgulayan Letonya’ya sempati duyduğumu ve içe dönük karakterlerin sosyalleşmek zorunda kaldıklarında çektikleri acıları bir nebze paylaştığımı söylemek zorundayım.
Brexit sonrası içine ne denli kapanacağı kestirilemeyen İngiltere’de, uluslararası bir kitap fuarı… Her fuarın bir yıldızı, ağır basan bir kitabı olur; bu fuarda böyle bir şeyden bahsedeceksek eğer İngiltere’de 4 Haziran’da yayımlanacak ve hakları şimdiden 20'den fazla ülkeye satılmış bir kitabı, James Patterson ve Bill Clinton imzalı The President is Missing adlı romanı anmamız şart. Penguin Random House grubu, fuar alanının içine kurdukları Oval Ofis ve tanıtım için tutulan Trump benzeriyle, bir kitap fuarı için fazla gösterişli, hatta biraz pespaye sayılabilecek birtakım etkinlikler düzenledi. Bu kitap şahsen ilgimi çekmediğinden bu etkinlikleri dikkatle takip ettiğimi söyleyemem; beni asıl heyecanlandıran, fuar alanında, iki gün üst üste, bir başka Penguin Random House yazarı olan Karl Ove Knausgaard ile karşılaşmak oldu; Knausgaard, gördüğüm kadarıyla fuarın ilk günü, epey uzun süre boyunca Kuzey ülkelerine ait alanda birileriyle görüştü, ikinci günde ise Penguin Random House’un fuarın en büyükleri arasında yer alan standında bir temsilci ile hararetli bir sohbet gerçekleştirdi –Letonyalılarınki misali bir içe dönüklükten değil ama, gitmem gereken yerler olduğundan bu buluşmanın gizemini aydınlatmadan günüme devam ettim ve yarı zamanlı olarak Londra’da yaşadığı bilinen Knausgaard’ın mevsimler temalı kitaplarının İngilizce edisyonlarını yayımlayan Penguin Random House ile nasıl bir projeye girişeceğinin hayalini zihnimde dolanmaya bıraktım. Yaşayan en büyük yazarlardan biriyle dünyadaki en büyük yayınevlerinden birinin kitap fuarı gibi kamuya açık bir alanda böyle buluşması yeni ve çılgın bir projeyi müjdeliyor olsa gerek, hazır olun.
Her fuar gibi bu da bittiğinde, fuar sonlarına özgü o adrenalin ve nötr haz duygusu içinde bir oh çektim, sonra da Letonya’nın içe dönük insanlarının arasına uğrayıp, sessiz sedasız, kimselerle konuşmadan ve ne olduğunu sormaksızın ikram edilen lezzetli şeylerden yiyip içtim, balıktı muhtemelen yediğim, burası da bana, retrospektif bir değerlendirme için ihtiyaç duyduğum sakin alanı sağlıyordu… Ölüm haberlerine inat, matbu kitaplar hâlâ hayattaydı, biz buradaydık ve sektörün yeni gözdesi sesli kitapları bize okuyan telefonlar grubunda yer alan telefonum, günlük ortalama 20 bin adımlık fuar performansı bildiriyordu… Yaşıyorduk işte, kitaplar nasıl yaşıyorsa biz de öyle, her şeye rağmen, her şeyle birlikte… Gelecek yılların kitaplarını belirlemek üzere.
Ne diyeyim? Asayiş berkemal.