"Rimbaud şiirden vazgeçerek onun zamanın ötesinde kalması gereken, sadece arzu uyandıran fani sanatlara ait olduğunu göstermiştir. Şiir her yerdeydi ve o daha fazlasını istiyordu. Fırtınalar, bulutlar, acılar, aşklar yazılmayacağına göre…"
18 Mart 2021 06:20
“İnsan hakları sıralaması arasında [...] oldukça önemli iki tanesi, kendisiyle çelişme ve alıp başını gitme hakkı unutuldu.”
Baudelaire
Alıp başımı gidiyordum, sıkılı yumruklarım delik ceplerimde,
Lime lime olmuş paltoma varıncaya kadar;
Yürüyordum göğün altında, Esin Perim’e olmuş fedakâr,
Ne büyülü aşklardı yaşadığım, hayallerimde!
Üstüm başım dökülüyor
Yürürken heceliyordum dizelerimi.
Hayalperest Parmak Çocuk’tum, Büyük Ayı’da geçiriyordum gecelerimi.
Alnımda sert bir şarap misali çiy damlaları,
Oturup yol kenarlarına, dinliyordum hışırtısını yıldızlarımın,
Dinliyordum o güzel eylül akşamları.
Fantastik gölgelerin ortasında dizelerim,
Bir lir gibi çekip çıkarıyordum yaralanmış potinlerimden kauçuk iplerini
Onlar kadar hırpalanmış, onlar kadar hasarlıydı yaslı yüreğim! [i]
Bu dizelerin henüz 16 yaşında genç bir adam tarafından yazıldığına inanmak zor. Özgürlüğe susamış bir ergenin otobiyografik ve şiirsel öyküsü, Rimbaud’nun Ma Bohème’i (Avarem Benim mi diye çevirmeli, yoksa Kaygısızım diye mi?) işte böyle başlıyor: “Çekip gidiyordum, sıkılı yumruklarım delik ceplerimde.” Bir sone olmasına rağmen şiirsel kısıtlamalara uyulmadan yazılmıştır; şiir ve yolculuk, özgürlük ve yaratı, yoksulluk ve esin büyülü bir dünyada birbirine karışır. Delik cepler, lime lime olmuş palto ve aşağıda bahsini edeceğimiz “yaralanmış potinler”… Ama ne olursa olsun rüyaya izin veren bir avarelik. Badirelerle dolu hayatının, muhtemelen de kaçışlarından birinin mizahi –üstüm başım dökülüyor dizesinin tam çevirisi “donumda koca bir delik”tir aslında– bir tasviridir. Belki de içine “çok fazla anne” kaçan şair ona biraz mesafe koymak ister. Zira bu şiiri annesiyle yaşadığı şiddetli bir tartışmanın ardından –bu yüzden öfkeli, bu yüzden “yumrukları sıkılı” olabilir– evden kaçıp, serseri olduğu gerekçesiyle Paris’te tutuklanarak on beş gün Mazas hapishanesinde yattıktan sonra yazdığı rivayetler arasındadır. Zaten sonraki hayatı da annesinden kaçmakla, toplumdan kaçmakla, büyük olasılıkla da kendi dehasından kaçmakla geçer. Bu kaçışlara verdiği olağanüstü karşılıklardan biri de, gerçek bir yabancılaşma manifestosu olan Cehennemde Bir Mevsim’dir. Eserde satır aralarında defalarca geçen yürek burkan tespit: “Gerçek hayat bir kayıptır” dizesi, dünyada olmanın katlanılmazlığının bir ifadesidir. Tarihe, ötekine ve kendisine yabancı olan şair, onu “cehennemde” tutan kölelik ve baskının şeytanlarına karşı savaşırken kişisel itiraflar ruhsal sorularla birleşir. Satır aralarında deneyim arayışına girdiği cehennemlerin, Verlaine’e olan suçlu ve mutsuz tutkusunun, başarısız olduğuna vehmettiği estetiğinin izini sürmek hiç de zor olmayacaktır. Rimbaud isyana, şimdiye kadar aldığı en tuhaf dili kazandırırken hem dünyada yaşamın var olmadığını hem de dünyanın kaçınılmazlığını aynı anda ifade eder. Bir iç sürgündür, macerası kaçış, yolculuğu acı verici. Neşeli bir karamsarlık ise yol arkadaşı.
Türkiye’de bu iç sürgünü yaşayan belki binlerce sanatçı var. Yükseköğrenim görme, çalışma hayatına uyum sağlama ve bir şekilde sanat-kültür dünyasına entegre olma arasında bölünmüş bir kesim. Bu dünya için yaratılmadığını, sibernetik, ticari, sağlıkçı, güvenlikçi, teknik bir düzenin yönettiği bir dünyaya uygun olmadığını düşünen bir kesim. Can sıkıntısından kaçan, tekrarlanıp duran yeni düzen ya da düzenlerin diktasına boyun eğmek istemeyen bir kesim. İsimlerini bilmediğimiz yüzlerce veya daha çok şair, ressam, artist, editör, çevirmen, oyuncu. Seçtikleri hayat yüzünden, başka bir şey yapamadıkları, yapmak da istemedikleri için yakınları tarafından, toplum tarafından, iktidarlar tarafından, hatta ne yazık ki birbirleri tarafından aşağılanan… Yetenekleri, yapabilirlikleri, deneyimlerinin değeri konusunda sorgulanan… Sanatın asla vazgeçmedikleri bir dalını sürdürürken öğretmenlik, garsonluk, evlere su servisi, pazarcılık gibi işlerle “hayatını idame ettirenler” ama her zaman asıl hünerleriyle hayatta kalmak için mücadele eden, bunun hayalini kuranlar… Hatta pandemi dönemiyle birlikte, şu son günlerde, yeni ihtiyaç sahipleri olarak yardım kuyruklarında yerini alan ama yardım istemeyi bilmeyenler…[ii] Aslında biraz düşününce, tıpkı Rimbaud gibi, birazcık nefes almak uğruna kaçmak isteyen yalnızca sanatçılar da değildir hani. İçlerinde delişmen enerjiler taşıyan, “… dizisinde oynayan Tekin ağabeyleri”, “kalın roman çeviren bir kuzenleri”, “… AVM girişlerinde kendi şiir kitabını satan bir arkadaşları”, banka tiyatrosunda “çocuk oyunlarına çıkan bir dayıları” olan, sosyal eşitsizlikler, olanaksızlar yüzünden sanatla yolu kesişmeyenler de vardır. Onlar için sanattan tasfiye edilmek genellikle kendi kendini tasfiyeden geçmiştir. Sanat bunun “araçlarına sahip olanlar”, “bundan hoşlananlar” içindir. Ya da sanat ana babalarının önce “karın doyuracak bir iş” uyarısı altında icra edilir. İstekleri konusunda “hayal görmemeleri” gerekir. Foucault bile insanın aslında sevilmek için yazdığını söylememiş midir? Yıllar önce Lale Müldür’ün yaptığı ya da bölümlerinden birinde onun yer aldığı bir televizyon programı izlemiştim. Sokakta, “halktan insanlarla” yapılan sohbetlerdi söz konusu olan. Müldür bu vatandaşlardan birine, “hiç içiniz sıkılır mı?”, “ne zaman sıkılır?” gibi sorular sormuştu, serbest meslek sahibi olduğunu hatırladığım bir beyefendi de “akşamları içim biraz daralır” gibi gayet varoluşsal cevaplar vermişti. Yine yıllar önce Ankara Devlet Opera ve Balesi bir gösterisine taksi şoförlerini davet etmiş, şoförlerden bazıları bu davete eşleri ve göz alıcı takım elbiseleriyle katılmıştı. Sergileri için kentsel dönüşüm çerçevesinde yıkım aşamasındaki binaları kullanan ve kavramsal sanat alanında işler üreten bir arkadaşımın sözleriyle: “Herkes bilir ağzının tadını, incelmiş zevkler burjuvaziye ait değildir. Yıkımcılardan sonra binaları ele geçirenler kâğıtçılardır, sonra baliciler ve en nihayetinde de sokakta yatıp kalkanlar. Yakarlar şömineyi, geçerler karşısına, şarap içerler. Tadına doyum olmaz bu ‘zevkin’, siyah beyaz mermerden, sırlı çerçeveli şömineler onlara kalır.”
Tocqueville’in 1864’te söyledikleri bugün hâlâ kendini doğrular nitelikte: Artık hükümdar: “Ya benim gibi düşün ya da öl değil, benim gibi düşünmemekte özgürsün, her şeyin senin olarak kalacak, ama bugünden itibaren aramızda bir yabancısın” diyecektir. Uyum sağlamayan kim olursa olsun, ekonomik acizliğe mahkûm edilir ve bu mahkûmiyet –Adorno’nun ifadesiyle– “garip münzevilerin zihinsel erksizliğinde” sürdürülür. İnsan bir kez işleyen sistemin dışına atılmaya görsün, onu yetersizlikle suçlamak kolaydır. Böyle böyle hassas kalpler nasır tutar, ruhlar ezilir… “Eşinin yasını tutan” kuğu[iii] bir şiir ismi olmalıyken bir haber kupürü olarak kalır.
18-22 yaş aralığındaki işsiz gençlerin yüzde 74.3’ünün sadece yol+yemek karşılığında çalışmaya razı olduğu ülkemizde, bu gençlerin arasında, yaşamını ve deneyimlerini değme filozoflara taş çıkarırcasına birkaç kelimeyle özetleyen ihtiyarlar misali, gün batımından daha çok hoşlananlar, ayaklarının altında çıtırdayan sonbahar yapraklarıyla içleri ezilenler, bu sonenin bir dizesinde Rimbaud’nun söylediği gibi, “yıldızların hışırtılarını” kalplerinde hissedenler olduğunu söylemek bir iddia olabilir mi? Ama onlar hayatlarının hiçbir döneminde Rimbaud gibi kaçamayacaklar, özgürlüğün “aylaklık” olduğunu düşünecekler, zira böyle düşünmeleri gereken bir “ortama” doğdular. Bir bilançoya dönecek yaşamlarından özgür bir beden çıkarmaları imkânsız. Hepsinin tek bir ana babası var, o da sınıfları. Benzer ailelerde doğmuş ve doğacak olanları beklediği ve beklemeye devam ettiği gibi, sosyal determinizm doğumlarından itibaren üzerlerindeki etkisini sürdürecek. Bu gençler daha şimdiden bir başkası tarafından yerlerinin alınacağını, birer “yedek” olduklarını biliyorlar; giderek de birey olarak yerlerinin doldurulacağını anlayacaklar. Sınır tanımayan umutsuzluklarını analarından babalarından, büyük kardeşlerinden aldılar. Dünya döndükçe şecereleri genişledi. Çağların ve yüzyılların akışı içinde hikâyeleri çoktan kurgulandı. Zaten artık onlara, “Arzulamaktan çekinmeyin, azla yetinmeyin, bedeninizde dört dönen ve savaş yapan korkunç güçleri serbest bırakın. İmkânsızı istemekten utanmayın” diyecek bir Sartre yok. Hatta belki kaçmalarına bile gerek yok; değil mi ki Rimbaud’dan altmış yıl sonra Paul Nizan da, Fransa’nın en prestijli yükseköğrenim kurumu olarak anılan École Normale Supérieure’de felsefe öğrencisiyken burayı terk edip Aden’e (Yemen) öğretmenlik yapmaya giderken, Paris’in 5. bölgesinin küçük akademik ve entelektüel dünyasında hissettiği boğulma hissinden kurtulacağını düşünmüştü. O da alıp başını gitmişti, gelgelelim Aden’de –1931’de yayımlanan Aden Arabistan’da skandalını ele verdiği– sömürge toplumuna yoğunlaşmış bir Avrupa buldu. Bu otobiyografik anlatının daha ilk başında bir çığlık işitiliyordu: “Yirmi yaşındaydım. Kimse bana hayatın en güzel çağı budur demesin!”
Nizan da Rimbaud gibi genç, onun gibi öfkelidir. Öfkesini bu öfkeyi yaratanlara yönlendirmek, onun sebeplerini bulup ortadan kaldırmak ister. Hatta öfke Rimbaud’da bir varoluş biçimidir. “Aptalca arzuları” “ucu bucağı olmayan embesil kuşakları” topa tutar. Zordur yani, sözü kırıcıdır.
Bununla birlikte Rimbaud maddi yoksunluğuna rağmen, tüm sınırlardan arınmış bir alanda, “göğün altında ilerlerken” mutludur. Ma Bohème’le devam edersek:
Fantastik gölgelerin ortasında dizelerim
Bir lir gibi çekip çıkarıyordum yaralanmış potinlerimden kauçuk iplerini
Potinlerinin yaralanmış (başıboş dolaşmaktan lime lime olmuş?) kauçuk ipleri ile lir telleri arasında bir karşılaştırma yaparken avareliğin yaratıcılıkla eşanlamlı olduğunu hatırlatan Rimbaud için reddetmenin bir yolu da kaçmaktır. Bu kaçış bir gencin toplumdan kopuşu anlamına gelse de, ona şiir yazabilmenin yolunu açmıştır. Bilinmeyene silah olarak sadece şiiriyle, kendi duygularıyla yüzleşecektir. Baştan aşağı bir imgeye dönmüştür. Bu nedenle özgürlüğün hedefi başka bir kutsama, kişinin kendi sonsuz ve gerçek mitinin kutsanması ve inşasından başka bir şey değildir.
Ailesiyle ilişkileri, sonu gelmez kaçışları, Komün’e verdiği desteği, “her yöne savrulmaları”, alkolle ve uyuşturucuyla uzgörü arayışı onu isyanın simgesi yapar. Neden bazı insanlar meçhule doğru yürürler? Çünkü onlar kendilerine yakalanmak istemez ve ölüme hazırlık demek olan bu can sıkıntısı ürpertisini iyi bilirler. 1873’te başlayıp bitirdiği Cehennemde Bir Mevsim şiiri gibi, yolculuk sevdası yüzünden ona “rüzgâr tabanlı adam” adını takan Verlaine’le olan çalkantılı ilişkilerinin de sonu olur: “Hayat çölümdür benim, can sıkıntısı acım, yolculuksa çaresi, öfke, keder…”, “Ah hayat, çocuk oyuncağı bir saçmalık seni”, “Ey benim kayıp yaşamım, kolla, kollayabildiğince kendini” Bu metnin el yazmalarını Verlaine’e teslim eden Rimbaud için düş tamamlanır. Derinden hayal kırıklığına uğrar ve 19 yaşında şiiri bırakır. Hollanda sömürge ordusuna asker yazılır, ardından kaçıp Fransa’ya geri döner. Sonrasında yine yollara düşer; İsviçre, Almanya, İtalya, Kıbrıs… 1886-87’de zengin olma umuduyla silah kaçakçılığı yapar. 1891’de diz ağrısı nedeniyle yine Fransa’dadır. Marsilya’da dizinde bir tümör tespit edilir, sağ bacağı alınır ve yolların bu “sürekli gezgini” 10 Kasım’da yaşamını yitirir.
Henri Fantin-Latour’un 1872’de yaptığı tablodaki meleksi Rimbaud ile, 1883’te, 29 yaşında, Harar’da bir ağacın önünde çektirdiği, neredeyse çökmüş Rimbaud fotoğrafı arasına bir yaşam değil, bir enkaz girmiştir sanki. Rimbaud şiirden vazgeçerek onun zamanın ötesinde kalması gereken, sadece arzu uyandıran fani sanatlara ait olduğunu göstermiştir. Şiir her yerdeydi ve o daha fazlasını istiyordu. Fırtınalar, bulutlar, acılar, aşklar yazılmayacağına göre…
•
NOTLAR:
[i] Arthur Rimbaud, Cahiers de Douai (Bütün Şiirleri) içinde, çev. Şule Çiltaş.
Une Saison en Enfer’de (Cehennemde Bir Mevsim) geçen dizelerin çevirisi de yine Şule Çiltaş.
[ii] “Ekonomik durumun iyi olmadığını yardım alanların sayısındaki artışla görüyoruz. Yumurta, süt dağıtımında bile yüzlerce kişi kuyruğa giriyor. Eskiden ihtiyacı olmayan bir sürü aile ihtiyaç sahibi durumuna düştü. Yeni ihtiyaç sahipleri yardım istemeyi de bilmiyor. Kimisi yardım almayı onuruna yediremiyor. Garsonlar, müzisyenler ve aklınıza gelen birçok meslek sahibi de ihtiyaç sahibi oldu.” Atlas Yardım Derneği Başkanı Ferda Altıntaş, Sözcü gazetesi, 31. 21. 01.
[iii] Almanya’da, yüksek hızlı tren hattında, rayların üzerinde ‘yas tutan’ bir kuğu 20 tren seferinin rötar yapmasına neden oldu. 29 Aralık 2020, T24
GİRİŞ RESMİ:
Rimbaud'nun Verlaine tarafından yapılmış bir karikatürü (1872), Henri Fantin-Latour’un 1872’de yaptığı tabloda Verlaine ile Rimbaud. Rimbaud'nun 1883’te, 29 yaşında, Harar’da çektirdiği fotoğraf...