Hukukun toplumsal düzeni mümkün kıldığı düşüncesi, tam da Marksizmin “hukuk fetişizmi” dediği şeydir. Hugh Collins, Marksizm ve Hukuk'taki mesaisinin büyük kısmını, hukuk fetişizminin ifşasına ve eleştirisine ayırıyor
26 Nisan 2018 13:57
“Bir toplumun uygarlık (medenilik) ve ilericilik niteliği, ancak mensuplarının ahlak ve adalet esaslarına göre kurulu bir hukuk nizamına uymaları veya iktidarın insanları bu türlü bir nizama uydurdukları takdirde var olabilir.”
“Hukuk hayatın nizamıdır.”
“Burada, karışıklığa, anarşiye yer vermemek için, en büyük kuvvet hukuktur.”
Yukarıdaki üç cümleyi bir medenî hukukçunun, hukuk fakültesinde birinci sınıfta verilen Medeni Hukuk dersi için kaleme almış olduğu bir kitaptan aldım.[1] Ne var ki, bu ifadelerde vücut bulmuş düşünceleri, hukuk hakkında genel değerlendirme yapma ihtiyacı hisseden hukukçuların kahir ekseriyetinde bulmanız mümkün. Hukukun böylesine önemli bir kurum olmasının, hukukçu açısından da sonuçları bulunur elbette. Yine aynı kitaptan alıntılıyorum:
“Bir ilim ve sanat olan hukuk sayesinde, hukukçu sosyal gerçeğin bulucusu, sosyal nizamın ve adaletin yaratıcısıdır. Hukukçu, ahlak ve adalet idealinin gereği olan muvazeneyi sanatla araştıracaktır. Hukukçu, hukukun ilmi ve rasyonel bilgisine, insanlık hayatına en büyük kıymeti veren, ahlak ve adaletin asaletini ekleyen şahıstır. Bu açıdan, ahlak her şeyden önce gelen vazifeleri göstermiştir. En büyük mutluluk bunlara uyabilmektedir.”
Hâsılı, hukukçular hukuku, dolayısıyla kendilerini de, mutlu/huzurlu bir hayatın olmazsa olmazı şeklinde sunmayı pek severler. Eğer siyasetçiler, bürokratlar, memurlar, akademisyenler ve hatta ortalama yurttaş da böyle düşünüyor olmasaydı, bu tutumun kendini önemli gösterme isteğinden kaynaklandığını söyleyebilirdik. Ama öyle değil. Hukukçular bu genel anlayışı köpürterek konumlarını sağlamlaştırma avantajına sahip sadece.
Hukuka dair bu kalıp yargılar kimi zaman açıkça kimi zaman da zımnen başka düşüncelerle ittifak kurar. Sözgelimi, toplumsal sorunların çözüm adresi büyük harfle yazılan Hukuk’tur. Cinayetler, hırsızlıklar, tecavüzler mi arttı? Sorunu hukuk kurallarında veya uygulamasında yapacağınız değişikliklerle çözebilirsiniz. Gelir eşitsizliği mi söz konusu? Haydi, buyurun meclise. Aile kurumu “sarsılıyor” mu? Medeni Kanun’u değiştirmelisiniz. Kadınlar, eşcinseller, azınlıklar… Ötekileştirilenler, ezcümle, suistimale mi maruz kalıyor? Tabii ki insan hakları! Dikkat ederseniz, hukuk öyle bir yere koyulmuştur ki, hâlihazırda sahip olduğunuz her türlü avantajın kaynağıyken aynı zamanda her sorunun da müsebbibi gibidir, ama bu sorunların çözümü de yine kendisindedir.
Hukuk hiçbir zaman hukuk kurallarından ibaret değildir. İstediğiniz kadar gizleyin veya görmezden gelin, cebir unsurunun olmadığı bir hukuk yoktur, olamaz.
Hukukun bu şekilde yüceltilmesinin teorik dayanakları da vardır. Bütün bir hukuk felsefesi veya hukukbilim tarihi kendini, varlığının meşruiyeti en başından kabul edilmiş Hukuk içerisindeki bazı sorunlara hasretmiştir. Hukukbilim okulları içerisindeki en şiddetli savaşlarda dahi Hukuk’un varlığı garanti altına alınmıştır.
Bu yüce ve teorisi/felsefesi yapılan Hukuk, hukuk kurallarından ibaretmiş gibi sunulur. Ne var ki, Hukuk hiçbir zaman hukuk kurallarından ibaret değildir. İstediğiniz kadar gizleyin veya görmezden gelin, cebir unsurunun olmadığı bir hukuk yoktur, olamaz. Başka bir deyişle, Hukuk, daima zor kullanma tekelini eline almış bir iktidara yaslanır. Sadece zor gücüyle değil, devasa bir örgüt olan iktidardan bahsediyoruz. Zira hukuk felsefecisi Hukuk’u, onu yaratan yasama organından da bağımsız bir bütün gibi algılama eğilimindedir. Hukuk öylesine izole edilmiştir ki, hukuku yaratmak da, hukuku mahkemeler eliyle uygulamak da, mahkemelerin verdiği kararı zor gücüyle hayata geçirmek de Hukuk’un dışındaymış gibi gösterilir.
Hukukun toplumsal düzeni mümkün kıldığı, dolayısıyla toplumsal düzeni yaratan ve bir sorun çıktığında da bu sorunu çözecek yegâne kurum olduğu düşüncesi, tam da Marksizmin “hukuk fetişizmi” dediği şeydir. Hugh Collins’in Türkçede ilk kez 2013’te yayımlanan 1982 tarihli kitabı Marksizm ve Hukuk’taki[2] mesaisinin büyük kısmı, “hukuk fetişizmi”nin ifşasına ve eleştirisine ayrılmış görünüyor.
Collins bizlere toplumsal ilişkilerin her türünden arındırılmış kendi başına gerçekleşmiş gibi duran Hukuk’a Marksizmin nasıl baktığını anlatıyor. Marksizm içinde hukuka atfedilen öneme dair farklı görüşlerin bulunduğu, Marksist literatüre dair üstünkörü incelemeyle dahi ulaşılabilecek bir bilgi. Üstelik iyi bilinen bir başka gerçek, Marksizm içinde doğrudan hukuka yönelmiş teorik inceleme sayısının azlığı. Collins, Marx ve Engels’ten başlayarak tarihsel materyalist çerçevede hukuka yönelmiş farklı düşüncelerin izini sürüyor. Ancak üstlendiği iş basit bir aktarım değil. Çünkü aynı gelenek içindeki farklı yönelimlerin kimi zaman hukuku hiçbir istisna tanımaksızın altyapı ürünü ve sınıfsal baskı aracı şeklinde görerek küçümsediğini, kimi zaman da hukukun göreli özerkliğini abartarak burjuva devletinin hedefleriyle uyumlu bir düşünceyi savunmak durumunda kaldığını düşünüyor. Hâl böyle olunca, tarihsel materyalizmle uyumlu, liberalizmin Hukuk Devleti veya Hukukun Üstünlüğü kavramlarının tuzağına düşmeyen ama kaba bir araçsalcılıktan da uzak, tutarlı bir yaklaşım geliştirmek, Collins’in misyonu olarak ortaya çıkıyor. Bu noktada, kitabın Marksizm hakkında değil, Marksizmin içinden yazılmış olduğunu hatırlatmalıyız. Collins’in eseri, Marksist literatüre bir katkı aynı zamanda.
Marksizmin hukuka bakışı en kaba hâliyle şöyle özetlenebilir: Hukuk bir üstyapı kurumu olarak esas itibariyle üretim ilişkilerine karşılık gelen altyapı tarafından belirlenmektedir. Diğer üstyapı kurumlarıyla birlikte toplumdaki üretim ilişkilerini yansıtır. Burjuva toplumunda hukuk, burjuva değerlerini yansıtacaktır. Daha doğrusu hukuk, burjuvanın menfaatlerini korur. Dolayısıyla böyle bir toplumda hukuk proletaryaya karşı bir baskı aracıdır. Tarihsel materyalizmin öngörüsü, kapitalist toplumun en nihayetinde sınıfsız topluma ulaşacak olmasıdır. Sınıfsız toplumda, ortada üzerinde tahakküm kurulacak bir sınıf kalmayacağına göre, hukuk da artık varlığını devam ettiremeyecek, “sönümlenecek”tir.
Collins, Marksistlerin bu kaba formülasyona aceleyle sahip çıktıklarını söylüyor. Formülasyonun ana unsurları doğru olmakla birlikte, yani mesela hukuk gerçekten de bir üstyapı kurumu olarak altyapı tarafından belirleniyor olsa da, bu belirlemenin ölçüsü ve kapsamı konusunda düşünmek ve daha incelikli bir teori oluşturmak gerekiyor.
Hukukun göreli özerkliğini kabul ederken, hukuk kurallarının tamamının üretim ilişkilerinin birebir yansıması olmadığının görülmesi, aynı zamanda sınıfsız toplumda hukukun akıbetinin ne olacağı sorusuyla yakından ilgilidir.
Oluşturulacak incelikli teori bir yandan hukukun göreli özerkliğini kabul etmek diğer yandan da hukuk kurallarının tamamının üretim ilişkilerinin birebir yansıması olmadığını görmek zorunda. Ne var ki, bu göreli özerklik de fazla abartılmamalı. Göreli özerklik söz konusu olduğunda belki de en yanıltıcı alan, hukukî muhakemenin özerkliği olur. Buna göre, hukukî muhakeme, elindeki hukukî materyale, yani mevzuata ve içtihatlara bakarak hukukî sonuçlara ulaşır. Kimi eleştirel görüşler bile bu alanın korunmuşluğu düşüncesinin cazibesine kapılmışlardır. Collins, hukukî muhakemenin böyle izole edilmiş bir mahiyetinin bulunmadığını, Gramsci ile Althusser’e başvurarak savunur. Buna göre, hukukî muhakeme egemen ideolojinin çizdiği çerçevede burjuva menfaatlerinin korunması yönünde işlemek durumundadır.
Hukukun göreli özerkliğini kabul ederken hukuk kurallarının tamamının üretim ilişkilerinin birebir yansıması olmadığının görülmesi, aynı zamanda sınıfsız toplumda hukukun akıbetinin ne olacağı sorusuyla yakından ilgilidir. Yukarıda aktardığımız gibi, Marksizmin, hukuku özellikle sınıfsal baskı aracı olarak gören yorumu, aynı zamanda sınıfsız toplumda hukuka ihtiyaç kalmadığını da savunacaktır. Oysa Collins’e göre, her şeyden önce hukuk kurallarının tamamının üretim ilişkilerinin birebir yansıması olduğunu söylemek hiç ikna edici değildir. Üretim ilişkilerinin muhafazasıyla ilgili olmayan bu tür kuralların sınıfsız toplumda da devam edeceğini düşünmek gerekir. Üstelik, eğer sınıfsız toplum aynı zamanda planlı üretim anlamına geliyorsa, bu planlama elbette bir kurallar bütünü altında gerçekleştirilecektir. Kapitalist ekonominin ihtiyaçlarını karşılamak üzere varolmuş hukuk kurallarına gereksinim duyulmayacağı açıktır ancak sınıfsız toplumun üretim ihtiyaçlarının karşılanması için gerekli hukuk kuralları bulunmak durumundadır.
Collins, kitabın son bölümünde Marksistlerin pratikte hukukla girdiği veya girmesi gereken ilişkiye dair düşüncelerini de paylaşıyor. Kısaca ifade edecek olursak, bir Marksistin müesses kapitalist hukuk düzeniyle gireceği ilişki, ancak devrimci amaçlar çerçevesinde söz konusu yahut anlamlı olabilir. Collins bu çerçevede kimi Marksistlerin hukuk mücadelesine girmiş olmasını hem hukuk fetişizmine teslim olmak hem de liberal hukukun istikrarına katkı sağlamak olarak yorumluyor. Collins’e göre, bir avukatın aynı zamanda Marksist olması, şizoid bir varoluş. Dolayısıyla hukuk mücadelesi sadece ve sadece proletaryanın sınıf bilincini oluşturmak için araç olarak kullanılabilecek toplanma, örgütlenme ve ifade özgürlüklerini savunmak veya devrimci mücadeleyi ilerletecek adımlar atmak için yürütülmeli. İdarenin/devletin hukuka uymasını istemek ise, her hâlükârda, esasında kapitalist üretim ilişkilerinin devamı anlamına gelen Hukukun Üstünlüğü ilkesine hizmet etmekten ibaret oluyor.
Collins’in kitabı hukuk felsefesi literatürü açısından önemli, hatta dönüştürücü bir güce sahip. Zira hukuk felsefesi veya hukukbilim çalışmaları kendilerini ideolojiden bağımsız gibi sunarlar. Yukarıda da belirtmiştik: Farklı adlarla ortaya çıkan hukukbilim okulları işe şu veya bu şekilde hukukun varlığını ve gerekliliğini onaylayarak başladıklarından ürettikleri her argüman liberal hukukun hanesine yazılır. Üstelik hukuku toplumsal ilişkilerden, değer yargılarından, tarihten, sınıflardan, iktidarın zor gücünden ayırarak sundukları için de büyük bir ilişkiler ağını örtmüş olurlar. Bunun açık örneklerinden birisi, hukukbilim tarihi hakkındaki kapsamlı incelemelerin hukuk okullarını sunuş şeklidir. Bu eserlerde Marksizm kendine nadiren yer bulur. Eğer Marksizmin hukuka bakışı ele alınacaksa, bunun yeri Hukuk Sosyolojisi’dir. Dolayısıyla burjuva hukukunun temellerine yönelecek eleştiri, tam da olması gereken yerden dışlanmış olur. Eğer diğer hukuk felsefesi okulları arasında kendine yer bulabilirse, bu sefer de diğer hukuk okullarının toplumsal ilişkilere bigâne kalışından söz edilmeksizin, Marksizmin liberal hukuk eleştirisinden bahsedilir. Bunun anlamı şudur: Diğer hukuk felsefesi okullarının bizzat kendileri de tıpkı hukuku ele alışları gibi ideolojiden bağımsızdırlar ama Marksizmin yaklaşımı salt ideolojiktir. Hâlbuki H.L.A. Hart’ın pozitivizmini de Lon L. Fuller’in doğal hukukçuluğunu da liberal ilkelere bağlılıklarını görmeksizin tartışmak, en naif ifadeyle, eksik kalacaktır. İşte Marksizm ve Hukuk, hukukbilimin sorunlarını ve hukukbilimde ortaya çıkan hukuk okullarını farklı bir gözle görmeye ve tartışmaya çağırıyor bizleri. Ve belki buna en çok şimdi ihtiyaç var. Çünkü Collins’in de belirttiği gibi, liberal hukuk düşüncesi tüm cazibesini otoriter yönetimlerden duyulan korkudan alır. Liberal hukukun (ve aynı zamanda refah devletinin) sağladığı göreli rahatlık, hukuk devleti düşüncesinin örttüğü sınıf ilişkilerinin unutulmasına neden oluyor. Yönetimlerin otoriterleştiği dönemlerde bir hukuk mücadelesi yürüterek liberal demokrasinin tesis edilmesi daha çok amaçlanabiliyor. Oysa ister otoriter ister demokratik olsun, yönetimin sureti değişse de, sınıf tahakkümü değişmiyor.