Bu kuşağın edebiyatçıları Beyoğlu'nun çeşitli mekânlarını, barlarını, meyhanelerini, toplanma yerlerini, bu bohem ve politik havayı neden yazmazlar? Beyoğlu'nun son yıllardaki hikâyesini kim, nasıl yazacak?
26 Nisan 2018 13:55
Son dönem Türkçe edebiyatın -takip edebildiğim kadarıyla- şöyle bir handikabı var: şimdi ve burada olanı yazmamak ya da yazamamak. Edebiyatı, mesela şu anda Beyoğlu’nda olup bitenleri, anlatılmayı bekleyen acayip hikâyeleri anlatmak için kullanmak yerine, bir kişisel arkeoloji aygıtı olarak kullanıp, mesela taşrada geçen çocukluğu anlatmak. Bunu birkaç kişiyle de konuşmuştuk: bu kuşağın edebiyatçıları Beyoğlu’nun çeşitli mekânlarını, barlarını, meyhanelerini, toplanma yerlerini, bu (görece) bohem ve politik havayı neden yazmazlar? Edebiyatçılar neden eskiden olduğu gibi meyhane ve barlarda dolaşmazlar mesela? Beyoğlu’nun son yıllardaki hikâyesini kim, nasıl yazacak?
Önceki kuşaklardan Yusuf Atılgan, Tezer Özlü, onlardan da önce Sait Faik ve Peyami Safa edebiyatlarında hissedilir ve gözle görülür bir şekilde bir şehir hissini koruyorlardı. Hatta, kurdukları anlatılardan yola çıkarak, o anlatıların yazıldığı tarihte İstanbul’un neye benzediğine dair bir harita da çıkarabilirsiniz. Ki bundan üç dört yıl önce “şehir ve edebiyat” temalı bir mini atölyede biz bunu denemiş ve Sait Faik’i, Yusuf Atılgan’ı ve Bilge Karasu’yu bu açıdan incelemiştik. Sonuç: Edebiyatçı gözüyle çizilen şehir haritaları. Bunlar müthiş önemli anlatılar çünkü kendi zamanlarının tanığı olarak geçmiş denilen muğlak malzeme için bir alternatif kılavuz sunuyorlar. Böyle bir kılavuzu kim sunup, misal Beyoğlu’nda yaşayan sarhoşları, bohemleri, proleter bohemleri (bu ifade Orhan Koçak’a ait), hippileri, hipsterları, solcuları, çevrecileri, feministleri, anarşistleri, entelektüelleri vesaire kim, nasıl anlatacak? Garip bir durum var burada: Edebiyata müthiş malzeme olacak personalar “şimdi ve burada” her yerde dolaşırken, edebiyat gidip geçmişi ya da burada-olmayanı anlatmayı tercih ediyor. Acaba yazmaya değer olan konusunda bir kafa karışıklığı mı söz konusu? Kimin hikâyesi anlatılır sorusuna cevap olarak “şu barda oturanlar mesela” cevabı çıkamaz mı birilerinden? Sait Faik’in “Lüzumsuz Adam”da yaptığı gibi, bir kahve ya da barda ya da meyhanede oturan birinin peşine düşülemez mi? Edebiyatta böyle bir güncelliği maalesef sadece “plaza edebiyatı” diyebileceğim bir eski-reklamcı-yeni-yazar kuşak yakalıyor ve plazaları, o feci medya ve high-business dünyasını gerçek bir verite hissiyle anlatıyorlar. Peki, bunun karşılığı olabilecek, şu anda ya da yakın geçmişte Beyoğlu’nda olanlara dair bir hikâye neden çıkmıyor? Beyoğlu’nun yukarıda bahsettiğim (her şeye ragmen hâlen varolan) bütün o çok yönlülüğünü kat edebilen, belki de gerçek “yeraltı” denebilecek bir hikâye?
Cihat Duman’ın ilk romanı adıyla bende tam da bu soruların yeniden uyanmasına yol açtı: Olay Beyoğlu’nda Geçiyor. Bir süredir bu “mesele”yi dert edindiğim için kitabı büyük bir merakla okudum. İyi haber: Adının vaat ettiği şeyi büyük ölçüde karşılıyor ve Beyoğlu’nun ara damarlarında ve ara sokaklarında dolaşan ve müthiş bir rahatlıkla, kendini ve okuru kirletmekten de hiç çekinmeden dolaşan bir anlatı sunuyor. Steril ve düzenli değil, kirli ve dağınık bir anlatı. Sokağın yazı hâli de denebilir buna.
Cihat Duman Beyoğlu’ndaki (alternatif) çeşitliliği kitabına davet etmek için çok iyi bir “olay” seçmiş kendine: Gezi olayları. (Kitapta bir de “polisiye olay” var, Gezi’nin yanı sıra bir minör olay olarak, kitabın adı biraz da ona gönderme. Polisiyeye meraklı olanlar o hattı da izleyebilir.) Bu, son derece isabetli bir tercih zira hem kolektif anlamı hem de bireysel damarı çok güçlü bir “olay.” Birinci yıl dönümünde, 2014’te “Gezi’den Sonra Edebiyat” adlı bir dosya hazırlamış ve orada bir yıl içinde bu “büyük” olayın edebiyata geçişini (daha doğrusu geçemeyişini) incelemiştim. Şöyle başlıyordu o yazı: “İlginçtir, Gezi Direnişi esnasında en çok kullanılan kelimelerden biri de ‘hikâye’ olmuştu. Büyük, kolektif hikâyelere sahip olmayan, atomize, sinik bir varoluşa saplanıp kalmış bir kuşak Gezi ile birlikte aniden bir ‘büyük hikâye’nin, ortak bir tarihin parçası oldu. Aslında olay, ‘Anlatılan senin hikâyendir’den ‘Yaşanan senin hikâyendir’e dönüştü.”
Bu hikâye meselesi çok kritik çünkü bu hikâye sayesinde bir kuşak “tarihin ortanca çocukları” olmaktan çıkıp, tarihin orta yerine oturdu: tarihte “vakasız” bir zaman diliminin anonim figürleri olmanın verdiği “depresyon” hâli, yerini tarihin parçası olmanın verdiği çok daha öforik bir hâle bıraktı. İşte, bu geçişi kaydedebilmek, edebiyat için hem çok önemli hem de çok zor bir iş.
Canetti’nin bir yerlerde şöyle dediğini hatırlıyorum: “Yazarların görmediği şey olmamış demektir.” Bu mübalağalı gelebilecek ifadede bir hakikat gizli; edebiyat ve tarih-yazımı arasındaki bağı gösteren bir hakikat. Eğer yazarlar bir dönemi yazmazsa, o dönemi tarihçilerin kalemine terk etmiş olurlar. Ve bu tehlikeli bir terk ediştir. İki açıdan: (1) tarihçiler “büyük anlatı”yı kurarken, işin asıl sahası olan küçük anlatıları ıskalayabilirler (tabii Benjaminci bir tarihçi değilse yazan kişi) ve (2) tarihçiler bir vaka kaydı olarak olup bitenleri detaylarıyla yazsalar bile, affect veyahut “duygulanım” düzeyinde eksik anlatılar çıkacaktır. Asıl mesele, yaşanan olayın hissedilebilmesi için hem küçük hikâyeyi yazmak hem de bunu bir “duygular ayaklanması”na yol açabilecek şekilde yazmak. Bunu da ancak edebiyatçılar yapabilir herhalde.
Cihat Duman tam da böyle bir işe kalkışıyor: kitabın “kahramanı” sayılabilecek Emrah’ın (bohem ve “politik” bir şair denebilir kendisine) şahsi hikâyesi etrafında “kolektif” olayı anlatıyor. Ve olay gerçekten Beyoğlu’nda geçiyor. Mis Sokak, Büyükparmakkapı, Tünel, Meydan, Karaköy, Ömer Hayyam, Aynalıçeşme vesaire. Beyoğlu’nda çok vakit geçirmiş olanlar kitapta geçen mekânları da tek tek tanıyacaktır: kitapçılar, çorbacılar, barlar, çay ocakları, hanlar, kapanan sinemalar vesaire. Bu açıdan, bu “mekânsal” açıdan tam anlamıyla çağının tanığı bir kitap var karşımızda.
Gelelim “olay”ın nasıl anlatıldığına: Aşk acısı çeken ve intihar düşünceleri içinde salınıp duran Emrah, bir dizi tesadüf sonucu, edebiyat dergisi çıkaran ve İnceKaş 50 kod adlı bir evde “takılan” bir grup edebiyatçıyla tanışır. Emrah gizli ve has bir şairdir, hayatını sabote etmekle meşguldür, zira içindeki o “üç-beş kelimeden” bir türlü kurtulamamıştır. Yani, yazmanın varacağı son noktaya varmadığı için, bir huzursuzluk ve mani hâlindedir ve tek umudu “erken ölmek”tir. İşten işe girer çıkar, bir şairin hiç çalışmayacağı bir çorbacıda çalışır, pespaye ve sürekli değişen bir hayat içinde işte o kelimelerin gücünü arar vesaire: “Aynı işi uzun süre yapamıyorum. Aynı bakkaldan alışveriş yapmamış olmak için sürekli bakkal değiştiriyorum. Masamda on-on beş kitap oluyor.” Bu dağınık, manik ve müptezel (iyi anlamda) hâliyle, bir Oğuz Atay karakterini, misal bir Hikmet Benol’ü andırıyor. (Kitapta bir sahnede Tehlikeli Oyunlar’dan açıkça bahsedildiğini de belirtmek lazım.) Bu tutunamama ya da tutunmak istememe meselesi de sonraki sayfalarda iyice belirginleşiyor: “Emrah bir baltaya sap olmak istemiyor. Bir baltanın kesip parçaladığı kışlık odun olmak istiyor.” Entelektüel kafayı, gayri-entelektüel bir dünyada harcama isteği, Emrah’a perişan bir cazibe katıyor. Ve büyük entelektüel çıkışları kendinin ve etrafının farkında, “dünyevî” bir tonla kesmesi de, hem çok eğlenceli hem de sahih bir anlatıcıya dönüşmesini sağlıyor.
Bir “garson” olarak (ya da garson kılığında) edebiyat dergisi çevresiyle tanışma anında da benzer bir hamle yapıyor ve Beşir Fuad’a (meşhur Osmanlı müntehiri) dair romantik lafları gerçekçi bir tonla bozuyor. Entelektüel hülyalar ile hayatın gerçekleri arasında gidip gelen bu hali, Emrah’ın “olayları” anlatma halini de belirliyor, neyse ki. Yoksa ortaya ya üst perdeden konuşup yere inmeyen ya da zemin etüdü yapıp entelektüel yüksekliklere (ya da edebi yüksekliklere) hiç bakmayan bir anlatı çıkardı.1
Emrah’ın eski ve yeni aşk hikâyesi ve dergi çevresiyle müsabeti üzerinden ilerleyen olaylar devam ederken, Gezi olayları patlak veriyor. Ve tabii ki bu olayla birlikte devlet, otorite, politika, devrim, ayaklanma, hayatın anlamı vesaireye dair bin bir açılım ve ara düşünce. Gezi olayının en belirleyici tarafı herhalde bir toplanma alanı yaratması, yan yana gelmeyen figürleri bir araya getirmesiydi. Tam da yamalı bohça yapısı, aslında bu “olay”ı edebiyat için harika bir malzeme hâline getiriyor. Cihat Duman da, Emrah üzerinden kurduğu bu tanıklık anlatısında, neredeyse bir “yazı-göz”e (Vertov’un sine-göz’ünün bir versiyonu diyelim) dönüşerek, farklı gruplar ve hâller arasında müthiş bir doğallıkla, sokakta yürür, bir bardan diğerine geçer gibi dolaşıyor. Böylece ortaya, ister istemez karnavalesk bir anlatı çıkıyor (bkz. Bakhtin).
Cihat Duman’ın iyi yaptığı şeylerden biri de bir toplumsal olayın sonsuz şahsî anlamlarını yakalaması. Sonsuz karşılaşmalar. Depresyondan çıkmalar. Dirimsel güce kavuşmalar. Eski aşklarla karşılaşıp yeni aşklara başlamalar. Bunların hepsi “olay”a dâhildir. “Olay”ın tek amacı, reaktif bir amaç, yani devlet güçlerine karşı durmak değil, bir alternatif-alan yaratmaktır, şahsî hikâyeler ve detaylarla şekillenen bir alan. İşte bunu hissetmek ve yukarıda bahsettiğim figür çeşitliliğini kayda geçirmek, kitabın başarılarından biri. Bir diğeri de, bu “direnişi” (gerçi ben direniş değil, Badiou’nun “olay” lafını tercih ediyorum) bir destan hâline dönüştürmeden, eksiği gediği, kırık dökük hâlleri, eylem uğultusu içinde es geçilebilen “ters” düşünceleri ve çelişkileri de yazdığı için iyi bir anlatı kuruyor.
Kitabın Gezi Parkı'nda geçen bölümleri, o parka gitmiş herkesin hatırlayacağı “diyaloglar” üzerinden ilerliyor. Bilhassa “ulusalcılık” ve “Taksim Dayanışması”na dair tartışmalar. Hatırlarsınız, en büyük kavgalar “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” diyen grupla bunu “Freddie Mercury’nin askerleriyiz” diye değiştiren grup arasında çıkmıştı. Bu diyaloglar, bir tarafı haklı çıkarmak yerine her tarafı tartıştıran yazı tercihi de Gezi için iyi bir “kayıt” sunuyor. O parkta geçici bir süre de olsa oluşan hafiften “ütopik” hâli de hissettirebiliyor bu kayıtlar: Düşünce kanallarının açıldığı ve ifade edilebildiği bir hâl, ütopik bir açılma değildir de nedir?
Ama şahsen, bu (belgesel) kayıt hâlindense, kitapta Emrah’ın ara sıra patlak veren poetik çıkışlarını ve krizli hâlini (edebiyat açısından) daha önemli buldum. Edebiyat sadece bir olayın “kayda geçirilmesi” olmadığı için, Emrah’ın o intihara meyilli ve poetik sesinin anlatıya hâkim olduğu kısımlar, kitabın bir olay kaydından çıkmasını ve edebî bir güçle ışımasını (ya da kararmasını) sağlıyor. Benzer “kırılma” anları bir de kitapta bahsi geçen “sokak dadacısı” Atilla Çapraz’ın göründüğü sahnelerde yaşanıyor. Atilla Çapraz son yıllarda Beyoğlu sokaklarını kısa ve absürd metinleriyle donatan kişi. Bir “siyasî işkence” mağduru olarak kitapta her belirdiğinde “vaka anlatısı”nda bir poetik delik açıyor ve metni vakadan uzaklaştırıp dille uğraşan bir şeye dönüştürüyor. Atilla Çapraz duvarlara “Kimliklerimi bulun AX. Her devletin altı Ankara” gibi sloganlar bırakan bir art-brut şairi. Bu dizelerin mühim kısmı şu: Bunlar olayın kendisinden çok, olayın titreşimini, bir kırılmayı, bir bozulmayı ifade ediyor. Tam olarak anlam verilemeyen bu poetik parçalar, iyi edebiyatın bütün gücünü taşıyor.
Burada edebiyat ve olay arasındaki alakadan biraz bahsetmekte fayda var. Edebiyatta olaya fazla odaklanmak, yani metni olayların akışında ilerleyen bir şeye dönüştürmek, olay kavramının açacağı ara alanlara, yan alanlara ya da garip derinliklere soluk alacak yer (yazının soluğu da denebilir buna) bırakmayabiliyor. Vaka ya da olaydan çok dille ve alt-yan-üst düşüncelerle ilerleyen bir edebiyat “olay”ı daha iyi hissettirebiliyor ve mevzubahis “olay”ı tekil bir olay olmaktan (edebiyatı da bir “olay kaydı” olmaktan) çıkarıp olayın kendisine, ta kendisine dönüştürebiliyor. Olayın kendisini değil, yaydığı titreşimi yazmak, mesela Gezi ‘Olayları’ üzerine yazılan bir anlatıyı bundan elli sonra yaşanacak ya da elli sene önce yaşanmış bir “devrimci olay”ı da kapsayabilen bir anlatıya çevirebilir. Olay Beyoğlu’nda Geçiyor’da taş atmanın anlamına dair bir pasaj var: işte o pasaj olayı bir taşın atıldığı her olaya bağlayabiliyor. “Kızlar sokaktaki kaldırımları kırmış, taşları yığmış, iki tane aldım… [meydana] otuz metre var, bakalım yetişecek mi, yetişmiyor, yetişse de kalkanlara çarpacak fakat taş atmak insanı öyle rahatlatıyor ki nasıl anlatsam… nasıl anlatılır, hah, buldum, mutlulukla bir ilgisi olmalı.” Taş atma eyleminin kendisini değil hissini yazmak, taş atmanın poetik tarafını açığa çıkarabiliyor ve buradaki taşı mesela Mayıs 68’deki taşa bağlayabiliyor. Ya da Cemal Süreya şiirine.2
“Olay”ı nasıl anlatacağınız biraz da “olay” tanımına bağlı. Badiou mesela olayı mevcut düzende yaşanan radikal bir kopuş ya da simgesel düzende açılan bir boşluk olarak tanımlıyor.3 (Gezi olaylarını bu “olay” kavramı üzerinden okuyanlar da olmuştu.) Bu “devrimci” anda, bu “olay” ânında bir radikal ihtimal ortaya çıkar. (Aslında bu teorik olay tanımı gündelik hayatta ya da medya dilinde de karşımıza çıkıyor: “Olaysız dağıldılar, olaylar patlak verdi vs.” Olaysız dağılmak hiçbir şey olmaması anlamına gelir. Ama “olay” çıkması radikal bir durumdur.) Olayı eğer böyle radikal bir durum olarak tanımlarsanız, olayların kendisini değil, olayın titreşimini yazma isteği daha ağır basacaktır. Cihat Duman bunu yer yer Atilla Çapraz, edebiyat dergisi çıkaran gençler ve Emrah’ın poetik sesleri aracılığıyla yapıyor ama ben bunu anlatıya daha çok yaymasını, metni, olayı anlatan bir yazı olmakla kalmayıp bir yazı-olayına dönüştüren bu poetik parçalara daha çok başvurmasını isterdim.
Baştaki soruya dönerek şöyle bitireyim: Olaylar hem Beyoğlu’nda, şimdi-burada geçmeli, hem de bir edebî-olaya (ya da yazı-olayına) dönüşmelidir ki şimdi-buradalık uğruna yazınsallık ya da yazınsallık uğruna şimdi-burada olma hissi feda edilmesin. Zor bir karışım. Cihat Duman bu karışımı yer yer yakalıyor, işte o yerler de gerçek bir “olay” ve Beyoğlu kılavuzu oluşturuyor.