"Stirner'in felsefe yapma biçimi ve Hegel eleştirisi daha sonraları bir başka tartışmalı isme, Friedrich Nietzsche’ye ve onun soykütük düşüncesine ilham olmuştur. Newman’a göre, Stirner’den Michel Foucault’ya varan yol da tam olarak bu kütüklerle birbirine bağlanmıştır."
08 Nisan 2021 17:05
Saul Newman’ın editörlüğünü yaptığı Max Stirner derlemesi, Güney Çeğin ve Seher Özkaya’nın çevirisiyle Nika Yayınevi’nden çıktı. Kitap 2011 yılından bugüne Max Stirner üzerine İngilizce yayımlanmış ilk derleme olma niteliğini hâlâ koruyor. Geçen on yılın ardından eser için en büyük beklentilerden biri, Max Stirner’in Türkçe çeviriyle daha geniş bir kitleye ulaşacak olması. Newman’ın daha önce Bakunin’den Lacan’a (Ayrıntı Yayınları, 2006) isimli, Kürşad Kızıltuğ çevirisiyle yayımlanan çalışmasında, Stirner ve post-yapısalcı düşünürler arasındaki yeraltı geçitleri anarşist bir düşünce haritası eşliğinde tartışılmıştı. Bu kitapta ise Max Stirner hakkında sosyal bilim ve felsefe bağlamında hayli zengin tartışmaları barındıran dört bölüm, sekiz makaleden oluşan titiz bir çalışma okura sunulmuş.
Newman’ın derlemesi hem Max Stirner’e dair detaylı biyografik bilgiye yer veren, hem Stirner’in felsefesini yorumlama tutumlarındaki haksızlıkları, belirsizlikleri ve hataları ele alan hem de onun bugün okunmasının anlamı üzerine çeşitli perspektifler sunan katkılardan oluşuyor. Gerek felsefe tarihinde gerekse anarşist düşünce tarihinde yeri, fikirleri ve tarzı her daim bir tartışmayı kışkırtmış ama ‘günah keçisi’ ilan edilmekten de kurtulmamış bir filozof olan Max Stirner, Türkiye’de her zaman ele geçmeyen bir fırsatla, bu kitapta derli toplu önümüze koyulmuş.
Stirner’in hayaletleriyle tanışma
Johann Caspar Schmidt ya da geniş alnından dolayı ona takılan Stirner (Almanca “alın” anlamına gelen “stirn” sözcüğünden esinle) lakabını kullanarak sahiplendiği mahlasıyla Max Stirner, felsefe tarihi ve anarşist siyasi düşünce tarihinde özgün ancak çoğu zaman yanlış aktarılmış yeriyle bilinen bir filozof. 1844 tarihinde yayımlanan Der Einzige und sein Eigentum ancak 1907 yılında İngilizceye aktarılmış ve farklı yayınevlerinden değişen uzunluklarda tekrar tekrar basılmıştır. The Ego and Its Own Amerikan anarşizminde de bir yarılmaya neden olmuş, bireyciliğiyle nam salmış Benjamin R. Tucker kitabın yayımlanmasında ve isminin konmasında önemli bir rol oynamıştır. Anarşist düşünce içinde Pyotr Kropotkin, Errico Malatesta ve Mikhail Bakunin gibi toplumcu fikirleriyle anılan ve bir bakıma bu yolla fikirlerine meşruluk atfedilen figürlerin yanında Max Stirner tarihyazımı kanonunun bireyciler kompartımanına yerleştirilmiştir. Felsefesinde bireyi odağa çekip Ego ve egoistler birliğini öne çıkarması üzerinden düşünüldüğünde, belli bir bağlamda bu konumlandırma haklı olabilir. Fakat Stirner ve onun yeri genellikle bu farkındalıkla tartışılmamıştır.
Kitabının İngilizce isminde de geçen Ego kavramıyla tartıştığı birey olma pratiğini ‘bireycilik’ ile etiketlemek bazı çevreler içinde zamanla bir suçlamaya evrilmiş ve politik yaftaya dönüşmüştür. Öyle ki, bu damgalama yayınevleri için bir yayıncılık ilkesine, sol ve anarşistler arasında ahlak tartışmasının kaidesine bile dönüşmüştür. Bu konumun tartışmalı yanı ve Stirner’i ne kadar temsil ettiği bir yana, okuyucu nezdinde daha okumadan hakkında yanlış bir intiba edinmeye yol açmıştır. Bunda elbette Marx ve Engels’in Alman İdeolojisi’nde hatırı sayılır bir hacim kaplayan “Aziz Max” bölümünün de payı vardır. Ancak Marx ve Engels’i bu kapsamlı felsefi polemik metnini yazmaya kışkırtan, onlara kendi konumlarını sorgulatarak bir tür arınma ayini yaptırtan düşünür Stirner ve onun Egosundan başkası değildir. Alman İdeolojisi’nin ilk Türkçe çevirisinin 1976’da (Sol Yayınları), ilk tam metin çevirisinin ise 2013 Mart ayında (Evrensel Basım Yayın) çıkmasına rağmen Biricik ve Mülkiyeti (Kaos Yayınları) ancak 2013’te, ilk defa basılmış, ardından bir başka Türkçe basım (Norgunk, 2017) daha yapılmıştır.
Bununla birlikte aynı dönemi ve Berlin’in düşün ortamını paylaşmalarına karşın, Max Stirner ile Marx ve Engels arasındaki ilişki hakkında fazla bir şey bilinmez. Kitaptaki iki makale bu bakımdan ayrı bir önem taşıyor. David Leopold’un "Münzevi Bir Yaşam" adlı makalesinde, Stirner’e dair kısıtlı bilgi yorumcuların açtığı tartışmalar bağlamında ele alınmış. Burada dikkat çekici unsurlardan biri biyografik veri ve filozofun tek eseri arasındaki ilişkinin yorumlanması hakkında. Bir diğeri ise Engels’in Stirner hakkındaki görüşleri ve fotoğrafı bulunmayan Stirner’in bilinen iki eskizinin de Engels’in elinden çıkmış olması. Buna ek olarak, Paul Thomas’ın “Max Stirner ve Karl Marx: Gözden Kaçırılmış Bir Talihsizlik” makalesi hem Alman İdeolojisi’nin hem de ‘Aziz Max’ ile Max Stirner arasındaki gerilimin felsefi bağlamını ortaya koyuyor.
Hayaletleri okuyucunun karşısına diken bir başka metin de "Felsefi Gericiler: ‘Modern Sofistler’ " başlıklı, Stirner’in G. Edward mahlasıyla yazdığı, polemik gücü yüksek, dilin sınırlılıklarının işaret edildiği felsefi bir reddiye. Sanırım en çok da bu metin ve Riccardo Baldissone tarafından kaleme alınan "Hiçliğin Çokluğu: Stirner’in İndirgemeci Olmayan Okumasına Bir Katkı" yazısı Stirner’in hayaletlerini bugüne musallat ediyor.
Hangi Ego?
Stirner için en mahkûm edici argüman bireyci etiketi ve psikolojideki “benmerkezci, bencil, sahiplenici” bağlamıyla hatalı biçimde kurulan çağrışım olmuştur. Newman, Önsöz kısmında doğru bağlamı hassas ve sade biçimde ifade eder:
“Ego, temel nitelikleri ve karakteristikleri olan sabit bir kimlik ya da öznellik biçimi değildir. Tam tersine, o tanımlanmaz ve tüm olumlu reçetelere, betimsel kategorilere direnir. O her zaman bir boşluk, bir eksiklik, sürekli akış halinde olan bir oluş sürecidir.”
Bu anahtar açıklama kitabın tümünde biyografik veriler eşliğinde, eserlerin tarihsel bağlamında ve karşılaştırmaların yapıldığı yazılar içinde uzun uzun işleniyor. Bugün Stirner’i okumanın neye denk düştüğünü buradan itibaren kavramak gerekir. Dolayısıyla onun hayaletleriyle yüzleşmek, Egoyu varılacak son durak değil, başlangıç noktası kabul etmekle mümkündür.
İşte bu yüzden Max Stirner, Hıristiyan özcülüğünden Aydınlanma hümanizmine, komünistlerden anarşistlere tüm felsefi hasımlarını topa tutar. Ve Egonun var olmasını engelleyerek kendi kurumsal varoluşunu yeniden üreten, bunu ‘insan’ ya da başka bir yüce değer uğruna yapmayı ahlak öğretileriyle dayatan ne kadar yapı varsa altında tünel kazar. Felsefi çatışmayı yeraltına sürüklemiş ve topluma biçilen değerin yüceltilmesi sayesinde bireyin kendisini keşfedememesini sömürebilen tüm normlara savaş açmıştır. Bunların yarattığı tabiiyet formlarının altına da dinamit lokumlarını sıralamış ve bu sebeple yakın görüldüğü anarşist çevrelerden dahi ‘kolektif hedeflere’ uymadığı eleştirisiyle aforoz edilmiştir. Felsefe yapma biçimi ve Hegel eleştirisi daha sonraları bir başka tartışmalı isme, Friedrich Nietzsche’ye ve onun soykütük düşüncesine ilham olmuştur. Newman’a göre, Stirner’den Michel Foucault’ya varan yol da tam olarak bu kütüklerle birbirine bağlanmıştır. Foucault’yu döneminin egemen felsefi akımları olan Marksizm, Hegelcilik ve fenomenoloji ekolünden farklı bir yere götüren de Nietzsche ile kurduğu ilişki olmuştur. Ayrıca Gilles Deleuze’ün anti-Hegelci felsefi yaklaşım açısından Stirner’e kıymet verdiği de bilinir. Tam da bu sebeple Stirner’in Egosu ve egoistler birliği, aslında bugün hâlâ tartışılan “toplum nedir, insan nedir” gibi soruların her zaman sorulmasını diri tutmaya da katkıda bulunmuş ve bulunmaya devam etmektedir. Widukind De Ridder’e ait "Max Stirner: Felsefenin Sonu ve Öznellik" metninde bu felsefi tavrın izi sürülür, Genç Hegelci çevreler ve Stirner arasındaki ayrışmayı konu edinirken, özne-nesne dikotomisini bombalayan Egoizmin altı çizilir.
Bu bağlamda birey ve toplum arasında kurulan düalitede bireyin Stirner’in tartıştığı liberter bağlamda değil de, liberalizmdeki piyasacı çağrışımlarla değerlendirilmesi bugün hâlâ sonu gelmemiş bir çatışmanın belki de ilk kurşunuydu. Bazı liberal okumalar ve kendilerini anarko-kapitalist diye tanımlayıp devletsiz piyasanın kurulmasını talep eden çevrelerde de bu liberter gelenek ve figürler sahiplenilmiştir. Bu durum bireyi odağa çeken felsefi tartışmaların dümeni kapitalizme kırdığı yargısını üretmeye de neden olmuştur. Oysa hakkında “liberal, elitist, küçük burjuva ideoloğu” denen Stirner özelinde durum böyle değildir.
Stirner’de mülk ve malik
2004 yılında, Siyahî dergisinin ilk sayısı için Süreyyya Evren, Kürşad Kızıltuğ ve Erden Kosova’ya verdiği röportajda Saul Newman bu duruma şöyle dikkat çekmişti:
“Bildiğiniz gibi, ben Stirner’in düşünüşünü sol anarşizm için devasa bir kazanım olarak görüyorum. Dahası, Stirner’i kesinlikle bireyci anarşist kategorisine koysam da, onun günümüzün anarko-kapitalist bakış açıları ile hiçbir ortak yanı yok. Parayı bireyi köleleştiren bir fetiş olarak gördü, mülkiyet ilişkilerinin de toplumun bütün kesimlerini yoksullaştırdığını ve marjinalleştirdiğini söyledi. Stirner’e göre özel mülkiyette özgürleştirici hiçbir şey yoktur.”
Yine buna ek olarak Stirner, anarko-komünistlerin ütopyalarındaki “toplum” fikrinin ve sendikal mücadelelerdeki komünist tahayyülün yol açtığı kolektif hedeflerin bireyin bireyliğinden feragat etmesi üzerine kurulu olmasını eleştirir ve bu böyle sürdürüldüğü için komünizmin imkânsızlığını ifade eder.
Bu tartışmayı anarşizm tarihi içinde yakalayan önemli bir katkı, Ruth Kinna’nın “Anarşinin Aynası John Henry Mackay ve Dora Marsden’in Egoizmi” makalesinde geçiyor. Stirner’in anarşizmin noksanlarını görmeye yarayan bir ayna gibi kullanılmasının 20. yüzyılın başlarında anarko-komünist gelenek içinde benimsendiğine işaret ediliyor. Ve bu bakımdan, Mackay-Marsden-Newman’ın Stirner yaklaşımları karşılaştırılıyor. Bu felsefi hesaplaşma sırasında doğan farkların imkânlarına özgün biçimde dikkat çekilmiş. Diğer bir ciddi bir katkı da Kathy E. Ferguson’un “Anarşistlerin Neden Stirner’e İhtiyacı Vardır” makalesinde görülebilir. Stirner’in yapmış olduğu ideoloji eleştirisinin olmazsa olmaz parçası ‘gizli idealizm’ tehlikesine ve sınırları bekleyip gümrük kontrolü yapan denetmenlerin türemesine bir örnek olarak Michael Schmidt ve Lucien van der Walt tarafından yazılan Black Flame kitabı tartışılmış.
Bu derleme eser Max Stirner’i anlamak için bir yöntem sunuyor ama kesinlikle bundan daha fazlasını da içeriyor. Hem sosyal bilimleri daha fazla felsefeyle irtibatlandıran bir yöntemin geçmişine sahip çıkılıyor hem de Stirner’in felsefesinde politikanın sosyolojik katmanına dair eleştirel bakışa imkân veriliyor. Kitabın son makalesi olan Saul Newman’ın “Stirner’in Gönüllü Başkaldırı Etiği” başlıklı katkısında, Max Stirner’in ‘nasıl’ etik-politik araçlar sunduğunun ve bu araçlar sayesinde olası tuzaklardan ‘nasıl’ kaçılacağının bir politik tavır haline getirilme imkânı değerlendirilmiş. Kavradığım ve ele almaya çalıştığım kadarıyla Max Stirner derlemesinin, özellikle siyaset felsefesine ve sosyolojisine ilgi duyan ama daha geniş ölçekte sosyal bilimler ve felsefe arasındaki ilişkinin ‘nasıl’ kavranabileceği hakkında bir yöntem arayışını önemseyen okurlar için güncel bir altlık olma niteliği taşıdığını düşünüyorum.
•