‘Melek’ hemşire ve ‘büyücü’ tabibe: cinsiyetlendirilmiş tıbbın kurgusal meslekî temsilleri 

"Hemşireliğin ideolojileştirilmesinde öne çıkan ihtimam ve kutsiyet, meslekî pratiklerin ve hiyerarşilerin cinsiyetlere göre yeniden üretiminde rol oynuyor. Meslekler egemen cinsiyet normlarına göre tanzim edilirken, edebiyat da bu kurgunun doğallaştırılmasına ve tahkim edilmesine hizmet ediyor."

09 Aralık 2021 20:30

Kadının modern bir eğitim alarak hemşire/hastabakıcı ve doktor olması, 20. yüzyıl başlarında tıp, meslek ve cinsiyetin politikleştirildiği bir konumda duruyor. Hemşireliğin son dönem Osmanlı toplumunda profesyonel bir kadın mesleği haline gelmesi, savaşın ve krizin gölgesinde kadından beklenen desteğin tabii ve tıbbi bağlamına yerleşir. Dönemin tanınmış eğitimcilerinden Nezihe Muhittin’in ifadesiyle, Balkan Savaşları’nın nihayetinde İstanbul sokakları hastalar ve yaralı askerlerle dolduğu zaman, “Türk kadını” da “millî vazifesini pek ulvi bir hamiyet ve fedakârlıkla ifaya” koşup hastabakıcı olur. [1]

Tıp eğitimine göre oldukça kısa süreli kurslarla sahaya sürülen hemşireler, dönemin acil sağlık hizmetini karşılayan “ulvi” takviyeler olarak görülür. Savaş sırasında varlıklarına duyulan ihtiyaç, eş toplumsal sınırların ihlalini gerektirir. Art arda gelen savaşlarda azalan erkek nüfusu, Cihan Harbi’nin ülke istiklalini tehdit edecek sınırlara ulaşması, II. Meşrutiyet döneminde nispeten modern ve özgürlükçü eğilimlerin artması, gaza halinde kadınların savaşta görev almasının tarihselliği ve farklı milletlerden kadın hemşirelerin savaşlardaki örnekliği, kadın hemşirenin istihdamında ve kabul edilebilirliğinde rol oynar. Ancak hemşirelik çağrılarına gönüllü icabet eden kadınlar, doktor olmayı talep ettiklerinde uzun bir zaman seslerini duyuramaz. 1918’de Meclis-i Vükela’nın kadınların dişçiliğin ve eczacılığın yanı sıra doktorluk yapmalarında mahsur olmadığına dair kararına rağmen, Tıp Fakültesi müderrislerinin görüş farklılığı yüzünden kadınların tıp tahsili alabilmesi 1922 tarihini bulur. [2] Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı tarafından ise ilk kez 1930’da resmî olarak görevlendirilirler. [3]

Kadınların Tıp Fakültesi’ne girmek istemesinde, II. Meşrutiyet döneminden itibaren ivme kazanan feminist hareketin ve özellikle I. Dünya Savaşı ile birlikte kadınların kamu hayatına katılımının getirdiği taleplerin önemli bir rolü vardır. Çalışan ve eğitimli kadın nüfusunun ve feminist bilincin yükselişe geçtiği 20. yüzyıl başlarında, kadının prestijli meslekler edinme talebi daha fazla ses bulur. Bu nedenle, Yaprak Zihnioğlu’nun Kadınsız İnkılap [4] adlı çalışmasında ayrıntılı olarak incelediği gibi, Nezihe Muhittin’in başkanlığında, 15 Haziran 1923’te kurulan Kadınlar Halk Fırkası’nın ve 7 Şubat 1924’te kurulan Kadın Birliği’nin en önemli mücadele alanlarından biri de kadının yüksek statülü meslekler edinmesidir. Ancak kadınların erkekler gibi/erkeklerle birlikte eğitim alması ve meslek edinmesi, devrin eş toplumsal yapısını tehlikeye düşerebileceği ve prestijli, ekonomik açıdan ayrıcalıklı meslekleri erkeklerin tekelinden alabileceği için birtakım engellemelerle iç içe geçer. Bu bakımdan hemşirelik ve doktorluk mesleğine gösterilen talep ve tepkiler bu sürecin bir temsili olarak da okunabilir. Örneğin feminist yazar ve öğretmen Aliye Esat’ın “tıp fakültesi müderrislerine” hitaben, 1919’da yazdığı “Niçin Kadınlar Doktor Olamıyor” [5] adlı yazısı, kadınların tıp fakültesine alınmamasından duyulan hoşnutsuzluğun yanı sıra kadınlar dünyasından gelen talebi de göz önüne serer. Aliye Esat, “Senelerden beri muannit (inatçı) bir ısrarla kadınlar için kapalı duran tıbbıyenin kapıları[nın] artık açılmaya başlama[sı]” gerektiğini dile getirirken, ahlak endişesi ve tahsil seviyesi gibi gerekçelerin artık kabul edilemeyeceğini belirtir. [6] Ancak hemşirelik gibi doktorluğun kadınlar tarafından profesyonel icraı, muktedir erkeklerin tayin edeceği zamanı ve zemini bekleyecektir.

Bu yazıda tıbbın meslekî olarak cinsiyetlendirilmiş görünümünü, dönemin ünlü Türkçü şairlerinden Mehmet Emin Yurdakul’un hemşire konulu şiir kitabını odağa alarak ihtimam, kutsallık ve statü üzerinden incelemeye çalışacağım. Hemşireliğin dönemin kartpostallarında, pullarında, takvimlerinde, [7] haber metinlerinde, edebî ürünlerinde [8] millî ve kutsal söylemle inşası, Mehmet Emin’in 1917’de “Hilal-i Ahmer Hanımlarına” [9] ithaf ettiği Hastabakıcı Hanımlar adlı, tek şiirden ve 16 sayfadan ibaret kitabında da karşımıza çıkıyor. Bu metin, hemşire kadın imgesinin makbul konumunun yazınsal bir örneğini sunarken, doktorluğun kadınla bağdaştırıldığında niçin çatışmalı ve gerilimli bir tarihi karşımıza çıkardığına dair de ipuçları sunuyor. Hemşireliğin ideolojileştirilmesinde öne çıkan ihtimam ve kutsiyet, meslekî pratiklerin ve hiyerarşilerin cinsiyetlere göre yeniden üretiminde rol oynuyor. Meslekler egemen cinsiyet normlarına göre tanzim edilirken, edebiyat da bu kurgunun doğallaştırılmasına ve tahkim edilmesine hizmet ediyor. Ayrıca kurgusal temsiller, mesleklerin modern inşasında ortaya çıkan söylemlerle de örtüşüyor. Bu bakımdan en dikkat çekici nokta, ihtimam ve kutsallık kesişiminde konumlanan annelik söylemiyle meslekler arasında kurulan ilişkidir.

Yaralı gazilerin bakımını üstlenen kadın hemşirelerin görevleri sırasında çekilen bir fotoğraf.
“Mecruh Gazilerimiz İstanbul’da ‘Hilal-i Ahmer’ Hastanelerinde”, Harp Mecmuası, S. 3, Kânun-i Sani 1331/Ocak-Şubat 1916, s. 46

Hemşirelik ve doktorluk mesleğinin kadınlar tarafından yapılabileceği argümanları arasında birincil konumu kadının şefkatli ve fedakâr yönü alır. Kızılhaç cemiyetlerinin kadın hemşire yetiştirme teşkilatından etkilenen ve hemşireliğin hem profesyonel bir disiplin hem de kadın mesleği haline gelmesinde ciddi katkıları olan Dr. Besim Ömer Paşa, [10] erkeklerin hastabakıcı olmaması gerekçesini, onların tavırlarındaki “huşunet ve kabalık” üzerinden izah eder. Ona göre “cemiyet-i beşerde (insan topluluğunda) kadını büyüten ve yükselten de valideliktir ve işte o valide hissidir ki, kadını daha halim, daha şefik (şefkatli), daha cesur ve sebatkâr kılmaktadır. Bundan dolayıdır ki, hastabakıcı fıtraten kadındır ve kadın olmalıdır.” [11] Bu dönem metinlerinde kadının hemşire olması lüzumunun doğayla kurulan ilişkisi, mesleklerin cinsiyetlere göre ayrışmasını da göz önüne serer. Dişil bir nitelik olarak düşünülen şefkat, bir mesleği kadınlaştırırken, diğer bir meslek olan doktorluk için de meşru bir gerekçe olarak sunulur. Aliye Esat, “Kadın Doktor Olursa” [12] adlı yazısında“tereddütsüz” kadın doktorun yetiştirilmesi fikrini, “kadının erkeklerden daha rahim, daha şefik olan ruhiyetlerinden istifade” etmekle destekler. Ona göre “Bugün psikolojinin inkâr edilemez hakikatlerindendir ki: Kadın ruhu erkekten daha hassas ve daha rakiktir (incedir)” ve “Kadının bu ilahi kudretinden, bu payansız şefkat membaından (kaynağından) beşeriyet-i hakiki (hakiki insanlık) bir istifade yaratacaksa, hastalarını kadın ellerine tevdi etmekle (bırakmakla) muvaffak olacaktır.” Kadının “rahim”, “şefik”, “hassas”, “rakik”, “payansız şefkat membaı” olması ve “sabahlara kadar ağlayan çocuğunun başında çılgın bir hevesle, derin bir iptila (düşkünlük) ile” durması, doktor olabilmesi için ileri sürülen gerekçelerdir. [13] Son devir Osmanlı ve erken Cumhuriyet dönemi feminist mücadelede kadınların temel haklarının savunusu yapılırken annelik retoriğinin sıklıkla önce çıkarılmasının bir örneği meslek taleplerinde de karşımıza çıkar. Anneliğe atfedilen değerler, anti-feminist yaklaşımların karşısında bir kalkan görevi görür ve annelik kurumuna duyulan/duyulduğuna inanılan hürmetin açabileceği kapılar zorlanır. Kadınların doktor olamayacağı iddiasında öne çıkan bedensel dayanıksızlık tezi de annelik kuvveti üzerinden hükümsüzleştirilmeye çalışılır.

Kadınların, doktorluğun cinsiyetlendirilmiş olmasına karşı dururken, cinsiyetlendirilmiş duygular üzerinden meslekle ilişki kurmaları, bir noktada mesleklerin egemen cinsiyet normlarına göre yeniden üretilmesinde rol oynar. Besim Ömer ile Aliye Esat’ın uzlaşım gösteren dilinde, kadının meslekleşmesinden ziyade, kadına göre mesleklerin inşası öne çıkar. Şefkat ve fedakârlık üzerinden yapılan meşrulaştırmalar kadınları sadece bakım veren varlık statüsüne indirgerken, örtük olarak teşhis ve tedavi için gerekli olan bilgi, birikim, tecrübe, zekâ, soğukkanlılık, karar alıcılık gibi özellikleri gölgede bırakır. Bu noktada Feryal Saygılıgil’in 1949’da, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde, İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi kız öğrencileri ile Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi erkek öğrencileri arasında, kadınların doktor olup olmayacağına dair yapılan tartışmayı ele aldığı yazısı [14] son derece ilgi çekici bir örnektir. Bu münazarayı; erkeklerin (bire karşı altı oyla) kazanması kadar 1 milletvekili, 1 muharrir, 1 ordinaryüs, 3 profesör, 1 doçent ve 1 doktorun bulunduğu üç kadın ve beş erkekten müteşekkil bir jüriyle ve ilgili tarihte 400’ü aşan kadın doktor sayısına rağmen tertip edilmesi ve kadın ile erkek öğrencilerin 1910’lu yıllardaki argümanları devam ettirmiş olması bakımından hayli önemsiyorum. 

Kadın öğrenciler, kadın doktorun hastalarla ilişkisinde erkeklere göre daha “itinalı”, “şefkatli” ve “müşfik” olduğunu belirtirken, kadının “gayet nâzik çocuk doktoru” olabileceğini, çünkü “kadın doktorda anneli[ğin]” olduğunu belirtirler. Erkek öğrencilerin bu noktada cevabı şöyledir:

“Kadın şefkatlidir, hastalara çok şefkat gösterir, o kadar çok müşfiktir ki, hastabakıcılıkta daha çok muvaffak olurlar” ve Kadın, yalnız anne olmalıdır.” [15]

Kadınların meslekle annelik arasında kurduğu sıcak ilişki erkeklerin zihinlerindeki evdeki anne imajını pekiştirirken, kadının doktor olamayacağı yargısını da körükler. Ayrıca bu argümanlar, her iki tarafın da tıp mesleklerini cinsiyetlendirilmiş bir perspektiften açımladığını gösterir. 1922-1952 arasındaki 510 kadın doktorun 298’inin uzman olduğu ve bunlar arasında çocuk hastalıkları uzmanı 95, iç hastalıkları uzmanı 77 ve doğum ve kadın hastalıkları uzmanı 58 iken, diğer branşlardaki sayının 10’un üzerine çıkmaması [16] ve çok daha uzun yıllar hemşireliğin kadın için uygun mesleklerin başında gelmesi, kadınların meslek tahayyüllerinde ataerkil normların belirleyici rolüne işaret eder. Böylelikle Serpil Sancar’ın ataerkil kültürün önemli bileşenlerinden biri olarak ifade ettiği “tek cinsli cemaatleşme” [17] de muhafaza edilmeye devam eder. Kadının kadınla ve çocukla daha fazla mesaisi ve hemşirelik mesleğinin kadınlar tarafından icrası, cinsiyetçi işbölümüne göre düzenlenen meslekî habitusları gün yüzüne çıkarır. [18]

Kadınların tıp tahsilinin zorlu/zorlaştırılan tarihine ve 1919’da, Dr. Galip Ata örneğinde, “tıp tahsil etmek isteyen hanımlara”, “müşkül cihetlerin” (güçlü bir sıhhat gerektirme, tıp mekteplerinin şehre uzak/masraflı oluşu, yabancı dil zorunluluğu, doktorluğun “cömert bir meslek” olmaması) çokluğunun öne sürülmesine [19]rağmen, hemşirelik dönem metinlerinde makbul bir meslek olarak temsil edilir. Doktorlar ve hemşireler, aynı kamusal mekânlarda, yan yana çalışmalarına karşın, fedakâr addedilen ve bedensel sağlamlık gerektirdiği varsayılan mesleğin insanları olarak benzer düzlemde konumlandırılmazlar. Hemşirelik doğrudan duygularla örülü bir meslek olarak kategorileştirilirken, doktorluk zımni olarak erkeklik pratiklerine ve hegemonyasına yakınlaştırılır. Bu durumun yazınsal bir örneği olarak Mehmet Emin’in “Hastabakıcı Hanımlar” adlı şiirinde, hemşireliğin ihtimam duygularıyla kadınlaştırılarak kurgulanması gösterilebilir. Hemşirelik mukaddes bir faaliyet olarak prestijli kılınırken, hemşirelikle ilişkilendirilen duygular da mesleğin pratik biçimlerini belirler. Şefkat ve hemşireyi yan yana kuran şiir, kadına atfedilen bakım verme rolünü bir kadın mesleğinde çoğaltır. Şiirde hemşirelere, “yaralılar” ve “hastalar”a “sevgili” olarak ihtimam göstermeleri salık verilir. “Şefkat” (s. 12, 16), “şefkatli vicdan” (s. 11) ve “merhamet” (s. 11) ile bakım veren hemşirelerin gönülleri “her cefaya katlanan” (s. 6), “mağmum” (gamlı) (s. 12) ve “yaslı” (s. 14) tasvir edilir ve gözleri de hep “yaşlar” (s. 13) ile betimlenir. Yoğun duygu sağanağı altında bırakılan hemşireler bir noktada ağıtçı kadınlar gibi tasavvur edilir:

“Siz feryatlar dinlersiniz
Dünya gülüp haykırırken;
Dertlilerle inlersiniz
Herkes türkü çağırırken;

Ölümlerin önlerinde
Sargıları bağlayan siz;
Cenazeler üzerinde
Matemlerle ağlayan siz.” (s. 14-15)

Bu mısralar hemşireliği profesyonel bir meslek kategorisinden iyice uzaklaştırır. Amaç da bir meslek övgüsü sunmak değildir zaten. Memleketi “ifritler, can evinden vuruyorken” (s. 11) harp hali ve vatan müdafaası içinden kadın hemşirenin ağladığı kişiler, şehitlerdir. Mukaddesat değerlerin ilişiğinde kadın hemşirenin “yara sar[arken]” hissedeceği duyguların tıbbi bakımdan tehlikesizliği ise hemşire-doktor ayrımını pekiştiren bir noktaya kapı aralar. Kadını görevi sırasında son derece kırılgan ve duygusal tasvir eden bu anlatım, hemşireliği dişil bir meslek olarak inşa eder. Ayrıca “bülbül sesli kuşlar” (s. 16) olarak betimlenen hemşireler “cins-i latif” imajını pekiştirirken, elinde neşterle bir kadavra ya da organları açılmış canlı/kanlı bir bedenin başında “iğrenmeden, tiksinmeden ve bahusus korkmadan” [20] duran cerrah doktor imgesinin de uzağına düşer. Dolayısıyla, bedene kazınan hemşirelik ve doktorluk, temsili olarak kültür-doğa, zekâ-duygu, özne-nesne, otorite-itaat, mesafe-yakınlık, ciddiyet-samimiyet gibi dikotomileri örtük olarak yeniden üretir. Cinsiyet farklarına dayalı sembolik kategorilerle birlikte toplumsal cinsiyetler arasındaki hiyerarşiler de mesleklere sızar. Kadınlara pek kolay yakıştırılan hemşirelik mesleğine karşın, kadın doktor fikri, erkeğin bedenini, mahremiyetiyle birlikte, yazgısıyla teslim etmek zorunda kalacağı bir cinsiyet endişesini de doğurur. [21] Bu nedenle hemşirelikle annelik pratikleri arasında kurulan bağ bir noktada teskin edici olurken, kadının annelik uzantısında ancak konumlandırabildiğini de gösterir. Mehmet Emin’in 1914’te, Türk Sazı’nda yayımlanan “Bir Genç Kız’a” [22] şiiri de, kadının annelik dışında tahayyülünün imkânsızlığına işaret eder. Şair, musikiyle ilgilenen bir genç kıza, kendisine “bundan elzem şeyler” olduğunu ve eğer “annelik sanatını bilmezse”, evladının ileride “acı acı inle[yişine]” tanıklık edeceğini söyler. [23] Eril dilin ve tahakkümün kadınlık kurgusu, musiki temsilinde kadının annelik dışındaki uğraşlarına gösterilen itibarı acı bir dille belirtir.

Kadınların fedakârlık ülküsüyle doktor olma talebini geleneksel cinsiyet rollerine uygun hale getirmesi, normatif düzenle uyuşacağı mesajını taşımakla birlikte, kimi zaman kadınların meslek haklarına karşı muhalif bir söylemin aracı haline gelir. Aliye Esat’ın “Niçin Kadınlar Doktor Olamıyor” [24] yazısına istinaden, Saniye Sabit imzalı, Anadolu şehrinden geldiği izlenimi uyandıran bir okuyucu mektubu, kadının doktorluğu memleket için talep ettiği savı üzerine gider. Yazar, Aliye Esat’a hitaben, “Mademki kadınlığı kurtarmaya hâhişkârsınız (arzulusunuz); bütün Anadolu kadınlığı namına teşekkürler ederim. Bizi evvela manen kurtarınız; manen olan hastalığımız ki cehalettir, ondan kurtulursak maddi hastalıklarımız tabiatıyla bertaraf olur” cümlelerini yazar. Kendisine göre cehaletin ilacı, “medeni şehirlerinden ayrılmayı gözüne alıp Anadolu’nun ıssız, medeniyetsiz köşelerinde” nesillerin yetiştirilmesi için gayret edecek ve onlara eğitimin önemini anlatacak “yüksek ruhlu hanımlarımızın fedakârlığıdır. Yoksa oraya tabibe göndermek, şöyle kurtaralım, böyle yapalım demek, muhafaza-i hayat (hayatın muhafazası) için elzem olan mesken ihzar etmeksizin (hazırlamaksızın) möble hazırlamaya kalkışmak demek olmaz mı?” [25] Bu itiraz müstear ad kullanan bir erkek tarafından gelebileceği gibi, bir kadından da gelmiş olabilir. Tıp tahsilini maddi imkânlar dolayısıyla ancak elit hanımların alabileceğini ve bu durumda da hakikaten şehirlerinden ayrılıp ayrılmayacağı sorusunu akıllarda uyandırırken kadın için mesleği –Mehmet Emin’in annelik için kullandığı kelimeyle– “elzem” olanla kurgular. Hastabakıcılık gibi öğretmenlik de, dönemin sosyo-ekonomik koşullarıyla biçimlenirken kadın bir özne temsilinde kadının kadın için uygun gördüğü bir meslek olarak öne çıkar. Hasta-tabibe-taassup bağlamından hareket eden Aliye Esat’ın aktivist tepkiselliği, hasta-hastalık-maarif çizgisine taşınarak muhalefetle karşılık bulur. Bu tepkiler, son dönem Osmanlı toplumunda kadınların mesleklerinin politikliğini de görünür kılar. Her iki yaklaşım da kadınların kendi için meslek sahibi olmasının lüks/yersiz (mesken yokken mobilya döşemek gibi) bir talep olarak görüneceği izlenimi uyandırır.

“Ahiren cebhe-i harbe azimet eden on beş hastabakıcı hanımın Hilal-i Ahmer Hanımlar Merkezi’nden yol elbiseleriyle hareketleri. [Mebihe, Latife, Sıdıka, Fahriye, İkbal, Mürüvvet, Hatice, Hatice Zahire, Fatma Memnune, Seher, Seniha, Nafia, Vedia, Fikriye, Behice Hanımlar]” Servet-i Fünûn, S. 1.350, 31 Mayıs 1917

Mehmet Emin’in “Hastabakıcı Hanımlar” şiirinde hemşirelik mesleğine atfedilen kutsiyet de son derece anlamlıdır. Hemşireliği savaş sırasında cazip kılabilecek bir söylem stratejisi üreten şair, rızaya dayalı bir belleğin referans alabileceği kodları üretir. Bu estetik inşada, savaşta hizmetin ve hastaya yardımın kutsiyetine dayalı kabuller de söz konusudur. Şiirin, “Ey Tanrı’nın aşkından yaratılmış nur çehreler” (s. 5) mısraıyla başlaması, hemşire imgesinin mukaddes boyutunun dinî retorikten beslendiğini gösterir. “Yeryüzünün kanatsız melekleri” (s. 6) olarak tanımlanan hemşireler, “Şamani bakirlere” (s. 7) benzetilir. Kendilerinden ziyade başkalarını düşündükleri için, onlarda “aşklar getiren peygamberler duygusu” (s. 9) olduğu belirtilir. Fedakârlık vurgusu, kamusal alanda kadın emeğine alışkın olmayan ve bu noktada teşvik edici (Servet-i Fünûn’dan örneklediğim resmin altına hemşirelerin isimlerinin tek tek yazılması da bu eksende değerlendirilebilir) olmak isteyen ediplerin/gazetecilerin, ilk hemşirelerin gönüllü hizmetini tanımlama biçimidir. Şiirde hastaları “mabet kuşu gibi bekle[yen]” (s. 12) hemşirelerin “mübarek elleri” (s. 15), “Kâbe kurar” (s. 15) iken, önlükleri de “azizlerin haleler gibi nurdan bir süsü” (s. 7) olarak tasvir edilir. Bahis giyime geldiğinde, şair, hemşirelere hitaben;

“Daha güzel olursunuz
Siz bunlarla ipekler, kılaptanlar giyenlerden;
Ruhunuzda bir derin ilahilik bulursunuz
Bu ak sade libaslar içerisinde geziyorken.” (s. 7)

şeklinde bir karşılaştırma yapma gereği duyarak, kendi zaviyesinde olduğu gibi hemşirelerin de kendinde “ilahilik” bulduğunu söyler. Hemşirelik pratiği görünüş, davranış, duygu, vb. birçok cepheden, olması beklendiği durumda takdir edilen biçimleriyle sıralanır. İslam, Gök Tanrı ve Hıristiyanlık inancının terminolojisinden esinlenerek döşenen dizeler, cephede görev alan hemşireleri askerler gibi taltif ve teşvik etmenin yanında, onlara duyulan minneti de ifade eder.

Erol Köroğlu, bu şiir kitabının yazıldığı tarihi ve savaşın Osmanlı aleyhine dönüşen seyrini dikkate alarak, Mehmet Emin’in “parlak zaferler yerine, savunmaya özgü bir konudan” bahsettiğini belirtir. [26] Onu “tek kişilik propaganda ordusu” ve “yazdığı coşkulu kahramanlık şiirleriyle devletin savaş yıllarındaki kültürel propaganda gereksinimini en iyi karşılayan şair” olarak tanımlar. [27] Şairin kültürel propagandasına kadınları dahil ettiği bir diğer şiiri, 20 Ağustos 1329’da (2 Eylül 1913) yazdığı ve “Türk Kadınları Biçki Yurdu”na atfettiği “Ey İğnem, Dik”tir. [28] Ancak hastabakıcıların kamusal mevcudiyeti, evinde ya da kadınlar arasında dikiş dikerek “aziz bir iş” [29] yapan terzilerden farklıdır. Hastabakıcıların meslekî kutsallığı sadece cephede istihdamın tehlikeli boyutlarını kabullenir hale getirmez, aynı zamanda eş toplumsal sınırların kolaylıkla aşılmadığını da gösterir. Erkeklerle yan yana çalışan kadın hemşirenin mukaddes varlığı, tehlike atfedilen dişil kimliğini de izale eder.

Hemşireliğin kutsal statüsüne karşın, bu şiirden yaklaşık iki sene sonra, Diken dergisinde M. Safa imzalı, “Tıbbiyelilerimiz” [30] başlıklı bir karikatür ise, kadın doktorun, mukaddes değerlerin pek uzağında tasavvur edildiğine işaret eder. 23 Ekim 1919’da, kadınların tıp tahsilini alma talebinin yükseldiği bir dönemde yayımlanan karikatürde, orta yaşın üzerindeki bir kadın, tıp derslerine çalışan genç bir kadına “Kız, o ne! Üstüme iyilik sağlık, büyücü mü olacaksın?” şeklinde seslenir.

“– Kız, o ne! Üstüme iyilik sağlık, büyücü mü olacaksın?”
M. Safa, “Tıbbiyelilerimiz”, Diken, S. 27, 23 Teşrinievvel 1335/23 Ekim 1919, s. 8.

Dönemin erkek egemen karikatürcülüğünü ve mevcut karikatürün eril kurgusunu göz önüne aldığımızda, büyük bir olasılıkla erkek olduğunu söyleyebileceğimiz karikatüristin kadın doktor fikrinin tekinsizliğini bir başka kadının dilinden sunması, algı stratejisi açısından son derece ilgi çekicidir. Kadın doktorun önce kendi cinsleri arasında absürd karşılanacağını haber veren bu çizim, kadın doktoru büyücülükle yan yana konumlandırır. Kadınların meslekî serüvenlerinde kadınların da engellemelerine uğrayacağını haber veren bu görsel, yüksek statülü mesleklerin kadınlar arası iktidar ilişkilerini tehdit edebilme potansiyeline/kaygısına işaret eder. Dergide pek az karikatürü olan M. Safa’nın bir karikatüründe, bir gelinin kaynanasını “cadı” olarak andığı; [31] bir başka çiziminde de “cadı” olarak belirtilen yaşlı bir kadının penceresinden, caddede yürüyen ve iki erkeğin göz süzdüğü modern giyimli bir kadına “fettan cadı” dediği görülür. [32] Cadı-büyücü kadın tipolojisinden pek hoşlandığı anlaşılan karikatürist, kadını ataerkil kültürel kalıplara uygun klişelerle kötücül sunar. Kadının kadını ötekileştirmesi üzerinden ise egemen cinsiyet normlarını inşa eden eril iktidarın rolünü ve toplumsal cinsiyet kodlarını kurgusal olarak yeniden üreten failliğini silikleştirir. Doktor adayı kadına bakan yaşlı kadının endişeli şaşkınlığının, bir iskelet resminin adeta ayıplayan huzursuz nazarıyla, diğer iskeletin ise kırmızılığındaki korkutucu bakışla bütünleşmesi ise, tababet mesleğine girecek kadının neyle çevrili olduğunu sezdirir. Bir büyücü gibi topluma fitne getireceği düşünülen kadın doktor, kadın hemşirenin aksine, şifacı olarak yansıtılmaz. Büyünün, dinsel ve kutsal olanın dışındaki günahkâr ve tehlikeli konumu da, kadın doktorun hemşire imgesinden farklı olarak tahayyül edildiğini gösterir.

‘Kadın doktor’ fikrinin nahoş karşılanmasının bir diğer nedeni olarak doktorluğun yüksek statülü bir meslek olması öne sürülebilir. Hemşireliğin eril dünyada kadınlar için makbul bir meslek formunu almasında ise başlangıçta “hademelik” ile eşdeğer görülmesinin [33] bir rolü olabilir. Oysa sahibine “ekseriya muhterem bir mevki-i içtimai (sosyal statü) verdir[en]” [34] ve “her meslekten daha yüksek, daha medeni olan doktor sınıfı[na]” [35] dahil olabilmek, tahsil şartları dolayısıyla pek kolay değildir. Göz ardı edilmeyecek bir nokta da, 1914’te, İslam Mecmuası’nda, Büyükada’dan F. N. rumuzlu bir kadın yazarın “Müracaat Ediyorum” [36] adlı yazısında belirttiği gibi, “hayâ” nazarından “Müslüman kadınlık âleminin kendi cinslerinden etıbbaya (doktorlara), dişçilere, hastabakıcılara, müvellidelere (ebe kadınlara) olan ihtiyaçları da fevkalade mübrem (gerekli)” görülmesine karşın, Müslüman toplumunun bu ihtiyacı, “göz yumarak geçiştirmek istidadı”dır. [37] Mahremiyet ilişkisinden hareket eden yazar, eş toplumsal alanların muhafazası açısından kadın sağlık çalışanının lüzumuna değinir. Bu yaklaşımın geleneksel cinsiyet normlarını pekiştirecek olmasına karşın ataerkil kurumların göz yumma istidadını sorgulamaya açması, doktorluk mesleğiyle ilişkili eril cinsiyet rollerini, entelektüel hegemonyayı ve hiyerarşik güç ilişkilerini gündeme taşır! Sosyal ve kültürel sermayeyle güçlendirilen doktorluk, hemşireliğe göre maaşının yüksekliğiyle de iktisadi sermayesini artırır. Oysa hemşirelik mesleğinin erkeklerin elinden alınmasını savunan Besim Ömer’in gerekçelerinden biri de eğitimli erkek hastabakıcının, kadına göre maaşının “pek çok yüksek olması ve böyle bir fedakârlığın pek beyhude” olmasıdır. [38] Bu nokta kadın işgücünün düşük ücretli hizmet olarak görüldüğüne işaret ederken, mesleklerin cinsiyetlendirilmesinin geri planında eril iktisadi menfaatlerin rolüne de ayna tutar.

“Taşkışla Hilal-i Ahmer Hastanesi’nde Mecruh Gazilerimiz ve Hastane Heyeti”, Harp Mecmuası, S. 7, Mart 1332/Nisan 1916, s. 111

Hemşireliğe gösterilen iltifatın kadını yakın-ırak bırakan mesleklerle ilişkisi bir yana, kadınların hastabakıcı olmasının, yazar Fatma Aliye’nin belirttiği gibi “terakkiyat-ı nisvan” (kadınların ilerlemesi) açısından büyük bir adım olması [39] ve memleketin terakkisinde kadınların erkeklerle ilim sahasında ortak olarak çalışabileceği ümidini tazelemesi [40] bakımından önemi göz ardı edilemez. Hatta kadınların Tıp Fakültesi’ne girebilmesini savunan müderris Dr. Asaf Derviş Paşa’nın “Kadınlar hastabakıcı olur, Darülfünun’da talibe olur da tıb fakültesi bunları kabul etmemek olur mu?” şeklindeki itirazı, [41] kimi zaman muhafazakâr tepkiler [42] almış olsa da, hemşireliğin doktorluğa referans olabilecek bir çizgiye/kanıksanışa yükseldiğine işaret eder. Nil Sarı’nın tespit ettiği gibi, 19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başlarında “ebelik kadınlara uygun bir meslek olarak kabul görürken ve hastabakıcılık kadınlar için doğal bir hizmet sayılırken”, doktorluk “kadınlar için uygun bir iş” sayılmaz. [43] Benim de durakladığım yer tam olarak bu nokta; kadınların modern bir eğitimin nihayetinde meslek sahibi olmasının adeta tedricen olmasına yol açan toplumsal cinsiyet düzenlemelerinin rolü! Mehmet Emin’in 1917’de hemşireleri şifalı elleriyle tasviri ilk bakışta savaş koşullarının mücbir sebepleriyle ilişkilendirilebilecek olsa da, hemşireliğin öğretmenlik gibi kadından beklenen bakım ve ihtimama uygun görülen bir meslek olduğunu biliyoruz. Bir noktada hemşirelik, modernleşme sürecinde erkeğin “kendi denetiminde bir ‘yeni kadın’ imgesi yaratma” [44] arzusunun meslekî temsili olarak da değerlendirilebilir. Kadın, erkeğin dünyasına fıtratına uygun bulunan bir meslekle ve mesleğine atfedilen kutsallıkla, dişil kimliği buharlaştırılarak eklemlenir. Erkek doktorun yardımcısı varsayılan kadın hemşirenin kamusal statüsü, pederşahi toplumun yapısına uygun olarak, ev içinde olduğu gibi ikincilliğini korumaya devam eder. Kutsiyet retoriği, profesyonel bir meslek olarak hemşirelik algısını dönüştürürken, genç kızların da meslekî seçimlerinde cezbedici bir gücü haizdir. Reşat Nuri Güntekin’in Çalıkuşu romanında görüldüğü gibi, idealleştirilen öğretmenlik gibi kutsanan hemşirelik, bir noktada erkekler tarafından kadınlara çizilen meslekî sınırlılıklara da işaret eder. Kadınların meslekî konumları üzerinden yapılan yüceltmeler, kadınların sadece tahayyüllerini değil, toplumda makbul olma biçimlerini de belirler. Teşhis eden kadın tipi yerine bakım veren kadın kimliğinin idealize sunumu, kadının meslekleşmesi problemini dışarıda bırakarak, kadın için, kadına göre, kadın mesleklerin inşasına katkı sunar. Meslekî yeteneğin cinsiyet farklılıklarına dayalı üretimi, tıbbin meslekî açıdan cinsiyetlendirilmesi temsilinde egemen erkeklik değerlerini güçlendirirken, kadın aleyhindeki pratikleri de sürdürülebilir kılar.

Kadının meslekleşmesinde tıbbın rolünü merak ederek başladığım bu yazı, hacmini aşan pek çok sorunun kıyısında duruyor. Kadınların tıp eğitimini almadıkları dönemde kadın doktor tipinin işlendiği metinlerin esin ve ileti kaynakları nelerdi ve hangi cinsiyetler/isimler/rumuzlar tarafından üretildiler? Geleneksel olarak şifacı kadın tipinin modern tıbbın kadın/erkek temsilcileriyle bir çatışması söz konusu oldu mu? Son dönem Osmanlı ve erken Cumhuriyet döneminde modern tıbbın hegemonik ve dönüştürücü konumu ile kadınların doktor olmasına gösterilen muhalefet arasında bir ilgi kurulabilir mi? Kadın/erkek edebiyatçılar tarafından kaleme alınan hemşire/hastabakıcı metinlerinde Mehmet Emin’in şiirinde olduğu gibi benzer bir cinsiyet temsili mi söz konusu? Bu temsil savaşın zaruretleri dolayısıyla mı, yoksa kadının domestik sınırlarını aşarak kamusal bir özne olmasına gösterilen takdirle mi ilintili? Yazınsal olarak kadının yüksek statülü mesleklerde yetkin veya beceriksiz tasvirinin eşelenmesi karşımıza ne tür bir toplumsal cinsiyet rejimini çıkarır? Kadını sadece annelikle telif edebilenlerin metinlerinde meslek kadınları nasıl görünürlük kaydeder? Erken Cumhuriyet döneminde vazifelendirilmiş öğretmen kadın tipinin öncülü, son dönem Osmanlı’da hemşirelik olduğuna göre, annelik rolleriyle ilişkilendirilen mesleklerin, siyasi düzenlerin inşasında olduğu gibi çöküşünde de bir rolü var mı? Ve tabii anaç bulunan mesleklere gösterilen rağbet “ataerkil pazarlık”[45] ekseninde değerlendirilebilir mi? Pek çok sorunun içinden naçizane öngörüm, kadınların meslekî olarak tarihten günümüze kurgusal temsillerinin ve mukayeselerinin, feminist ve anti-feminist tarihin bir meslek haritasını sunacağıdır.

  

 NOTLAR:


[1] Nezihe Muhiddin, Türk Kadını, Nümune Matbaası, İstanbul, 1931, s. 43. Balkan Savaşları başta olmak üzere hemşirelerin savaş sırasındaki faaliyetleri ve görevlendirildikleri cepheler hakkında kapsamlı bir çalışma için bkz. Nuran Yıldırım, Savaşlardan Modern Hastanelere Türkiye’de Hemşirelik Tarihi, Vehbi Koç Vakfı, İstanbul, 2014.

[2] Osman Şevki Uludağ, “Türk Kadınlarının Hekimliği”, III. Türk Tarih Kongresi, Ankara, 15-20 Kasım 1943, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1948, s. 450-457.

[3] Kâmile Mutlu, “Hekimlik Mesleğinde Türk Kadını”, Kadının Sosyal Hayatını Tetkik Kurumu: Aylık Konferanslar 1953-1964, Ayyıldız Matbaası, Ankara, 1967, s. 21.

[4] Yaprak Zihnioğlu, Kadınsız İnkılap: Nezihe Muhiddin, Kadınlar Halk Fırkası, Kadın Birliği, Metis Yayınları, İstanbul, 2019.

[5] Aliye Esat, “Kadınlığın Atisi: Niçin Kadınlar Doktor Olamıyor”, Ati, S. 377, 25 Kânun-i Sani 1335/25 Ocak 1919, s. 4.

Aliye Esat’ın kadınların doktor ol(ama)ması ile ilgili yazılarını öğrendiğim Zihnioğlu’nun Kadınsız İnkılap’ında Darülfünun’un ilk kadın mezunlarından olan Aliye Esat’ın feminist aktiviteleri hakkında bilgi edinilebilir.

[6] agm, s. 4.

[7] 1915-1920 arasında Osmanlı Hilal-i Ahmer Cemiyeti Hanımlar Heyet-i Merkeziyesi tarafından altı sayı olarak tertip edilen takvimlerde hastabakıcılıkla ilgili yazılar, şiirler (Mehmet Emin’in şiirinin bir kısmı Takvim 3’te yer alır), resimler, hikmetli/tanımlayıcı sözler (örneğin: “Hastabakıcı bir ‘şefkat hemşiresi’dir.” Takvim 3, 1917, s. 179) ilgi çekici örneklerdir. Bu takvim sayfalarının üç köşesinde kadınla ilgili kurulan veciz cümlelerin başlı başına bir yazı konusu olduğu belirtilmelidir. Kadının eğitim görmesi ve meslek sahibi olması ile ailenin ve memleketin terakkisi arasında kurulan ilişki, erken Cumhuriyet döneminin kadın siyasasını belirleyen tarihsel geçmişe de ışık tutuyor.

[8] Hemşire övgüsüne hasredilen gazete yazıları, hasta mektupları ve şiir örnekleri için bk. Nil Sarı ve Zuhal Özaydın, “Kadın Hastabakıcılar ve Osmanlı Toplumunda Uyandırdığı Yankılar”, Sendrom, Yıl 4, S. 8, Ağustos 1992, s. 6-15.

Bu makalede, İkdam’da (S. 6749, 16 Teşrin-i Sani 1331/29 Kasım 1915) ve Takvim 2’nin (1916) 117-118. sayfalarında yer alan, gazi Nihat Sezai’nin tedavi gördüğü hastaneden 16 Ekim 1915’de kızına yazdığı mektubun müstensihinin muhtemelen bir hemşire olan Sadiye Vefik olduğu belirtilir (s. 9). Burada bahsi geçen müstensihin roman ve hikâye yazarı Sadiye Vefik olması güçlü bir olasılıktır. Onun da çağdaşı kadın muharrirler gibi savaş sırasında hemşirelik yapması ve/veya Hilal-i Ahmer’e gönüllü olarak hizmet etmesi muhtemeldir. Sadiye Vefik’in, Nihat Sezai’nin mektubunda teşekkür ettiği üç hemşire arasında yer almaması itibariyle Osmanlı Hilal-i Ahmer Cemiyeti’ne daha ziyade kalemiyle destek vermiş olduğu da düşünülebilir.

[9] Mehmet Emin, Hastabakıcı Hanımlar, Matbaa-i Ahmet İhsan ve Şürekâsı, İstanbul 1333/1917. Metinde kitapla ilgili verilen tüm sayfa numaraları bu baskıya aittir.

[10] Besim Ömer Paşa’nın bu husustaki çalışmaları için bkz. Nil Sarı ve Zuhal Özaydın, “Dr. Besim Ömer Paşa ve Kadın Hastabakıcı Eğitiminin Nedenleri (I)”, Sendrom, Yıl 4, S. 4, Nisan 1992, s. 10-18; Nil Sarı ve Zuhal Özaydın, “Dr. Besim Ömer Paşa ve Kadın Hastabakıcı Eğitiminin Nedenleri (II)”, Sendrom, Yıl 4, S. 5, Mayıs 1992, s. 72-80.

[11] Besim Ömer [Akalın], Hastabakıcılığa Dair, Evkaf-ı İslamiye Matbaası, 1337/1921, s. 19-20.

[12] Aliye Esat, “Kadınlığın Atisi: Kadınlar Doktor Olursa…”, Ati, S. 384, 1 Şubat 1335/1919, s. 4.

[13] agm, s. 4.

[14] Feryal Saygılıgil, “1949 Türkiye’sinde Bir Tartışma ve Sonucu: Kadın Hekim Olmamalı!”, Toplumsal Tarih, S. 147, Mart 2006, s. 58-59. İlgili yazının genişletilmiş hali için bkz. Feryal Saygılıgil, “Kadın Hekim Olmalı mı Olmamalı mı?”, BİA Haber Merkezi, 18 Haziran 2011. [erişim tarihi: 25.09.2021].

[15] “Kadınlar Hekim Olmalı mıdır, Olmamalı mıdır?”, Ulus, 10 Nisan 1949, s. 1 ve 3.

[16] Kâmile Mutlu, agm, s. 22-23.

[17] Serpil Sancar, Erkeklik: İmkânsız İktidar: Ailede, Piyasada ve Sokakta Erkekler, Metis Yayınları, İstanbul, 2016, s. 306.

[18] Pierre Bourdieu mesleklerin ve kariyerlerin cinsiyetlendirilmesine dikkat çekerken, kadınların genel olarak “eğitim, bakım ve hizmet” sektöründe istihdam edildiğini, otoritenin öne çıktığı pozisyonlarda genellikle erkeklerin görev aldığını ve makine kullanımı gibi teknik alanların erkeklerin egemenliğinde olduğunu belirtir. (Pierre Bourdieu, Eril Tahakküm, çev. Bediz Yılmaz, 2. bs., Bağlam Yayınları, İstanbul, 2015, s. 119.)

[19] Galip Ata, “Muhtelif Tedrisat Meselesi: Hanımların Tıp Tahsili”, Büyük Mecmua, S. 12, 2 Teşrin-i Evvel/Ekim 1919, s. 188-189.

[20] Kâmile Mutlu, agm, s. 19.

[21] Bu noktada, 19. yüzyılın sonuna değin dünyanın pek çok yerinde olduğu gibi Amerika ve Avrupa’da kadının doktor olmasına gösterilen şiddetli tepkinin başında, kadınların duygusal ve fiziksel dayanıksızlığının ve cinsel konuları araştırmasının “yakışıksızlığının” ileri sürülmesiyle, 20. yüzyılın ilk yarısında kadınların yetkinliğinin sorgulanabileceği endişesiyle cerrahi, üroloji, ortopedi gibi alanları seçmemesi hatırlanabilir. (Albert S. Lyons, “Women in Medicine”, Medicine: An Illustrated History, ed. Albert S. Lyons-R. Joseph Petrucelli, Abradale Press, New York, 1987, s. 571, 575; Nuran Yıldırım, “Dünya’da ve Türkiye’de İlk Kadın Hekimler ve Kadınların Hekim Olma Mücadelesi”, Toplumsal Tarih, S. 147, 2006, s. 50-52.)

[22] Mehmet Emin, Türk Sazı: Yaralar ve Sargılar, İbrahim Hilmi, s. 185-186.

[23] age, s. 185-186.

[24] Saniye Sabit, “Kadınlığın Atisi: Aliye Esat Hanım Kardaşıma”, Ati, S. 384, 1 Şubat 1335/1919, s. 4.

[25] agm, s. 4.

[26] Erol Köroğlu, Türk Edebiyatı ve Birinci Dünya Savaşı 1914-1918: Propagandadan Millî Kimlik İnşasına, İletişim Yayınları, İstanbul, 2010, s. 301.

[27] age, s. 287-288.

[28] Mehmet Emin, Tan Sesleri, 1331/1915, s. 19-31; Mehmet Emin, Turan’a Doğru, 1334/1918, s. 80-92. Şiirin bestelenmiş formu Turan’a Doğru’nun sonunda yer alır. Ayrıca Mehmet Emin, “Hastabakıcı Hanımlar” adlı şiirini 1918’de Zafer Yolunda’ya dahil ederken, şiirin H. S. tarafından yapılmış bestesine de yer verir. (Mehmet Emin, Zafer Yolunda, Matbaa-i Ahmet İhsan ve Şürekâsı, 1334/1918, s. 75-96.) H. S. rumuzu; Hüseyin Sadeddin Arel’e aittir. “İ.B.B. Atatürk Kitaplığı Sayısal Arşiv ve e-Kaynaklar”da “Hastabakıcı Hanımlar” adlı, 22 Kânun-i Sani 1332/4 Şubat 1917 tarihli, H. Sadeddin imzalı bir nota taslağı yer alır. Bu notalar, şiirlerin propagandist yayılımının çeşitli kanallarla pekiştirildiğini gösterir.

[29] Mehmet Emin, Tan Sesleri, s. 22.

[30] M. Safa, “Tıbbiyelilerimiz”, Diken, S. 27, 23 Teşrinievvel 1335/23 Ekim 1919, s. 8.

[31] M. Safa, “Yeni Zenginler Âleminde”, Diken, S. 23, 18 Eylül 1335/1919, s. 4.

[32] M. Safa, “Ah Hanımlar! Ah!”, Diken, S. 23, 18 Eylül 1335/1919, s. 8.

[33] Besim Ömer, age, s. 21.

[34] Galip Ata, agm, s. 189.

[35] Aliye Esat, “Kadınlığın Atisi: Niçin Kadınlar Doktor Olamıyor”, Ati, S. 377, 25 Kânun-i Sani 1335/25 Ocak 1919, s. 4.

[36] F. N., "İslâm Kadını: Müracaat Ediyorum”, İslam Mecmuası, S. 2, Şubat 1914, s. 58-63.

[37] agm, s. 62.

[38] Besim Ömer, age, s. 19.

[39] Fatma Aliye, “Kadınlar Hakkında”, Servet-i Fünûn, S. 1289, 18 Şubat 1331/2 Mart 1916, s. 179

[40] Servet-i Fünûn, S. 1249, 30 Nisan 1331/13 Mayıs 1915, s. 4.

[41] Osman Şevki Uludağ, agm, s. 456.

[42] 1921’de kadınların, erkek hastaların olduğu hastanelerde hastabakıcı olup olamayacağı sualine, Şeyhülislamlık makamının şeran uygun olmadığını belirten cevabı, sorusuyla birlikte hatırlanabilir. (Osman Şevki Uludağ, agm, s. 455.)

[43] Nil Sarı, “Osmanlı Sağlık Hayatında Kadının Yeri”, Yeni Tıp Tarihi Araştırmaları, 2-3, 1996/97, s. 36.

[44] Fatmagül Berktay, “Dünden Bugüne ‘Nafile Biraderlik Sözleşmesi’”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce: Feminizm, ed. Feryal Saygılıgil-Nacide Berber, İletişim Yayınları, İstanbul 2020, s. 564.

[45] Ataerkil toplumlarda cinsiyetler arası uzlaşımlara ve madun konumundaki kadının boyun eğme-mücadele etme, ödün verme-taviz koparma gibi dinamik ilişkiler içinden çeşitli stratejilerle direnç gösterme biçimine gönderme yapan bu terim, Türkçe karşılığıyla birlikte Deniz Kandiyoti’ye ait olup, ayrıntılı bilgi için bkz. Deniz Kandiyoti, “Bargaining with Patriarchy”, Gender & Society, 2/3, 1988, s. 274-290. İlgili yazının genişletilmiş Türkçe metni için bkz. Deniz Kandiyoti, “İslam ve Ataerkillik”, Cariyeler, Bacılar, Yurttaşlar: Kimlikler ve Toplumsal Dönüşümler, çev. Aksu Bora, Feyziye Sayılan, Şirin Tekeli, Hüseyin Tapınç ve Ferhunde Özbay, 6. baskı, Metis Yayınları, İstanbul, 2019, s. 119-145.

 

GİRİŞ RESMİ:

 

Hilal-i Ahmer tarafından çıkarılan bu kartpostalın ortada yer alan logosunun içinde “Osmanlı Hilal-i Ahmer Cemiyeti Merkez-i Umumisi İstanbul” başında ise “Vatana muhabbet, mecruha muavenet” yazmaktadır. Kartpostalda yer alan şiir ise Nigar Hanım’a ait olup şu şekildedir:

“Serilmiş kan içinde yerde bir genç nâtüvan kalmış
Hilal-i Ahmer ondan reng-i şefkat iştimal almış!
Şu hun-âlûd olan sahra-yı vahşette yatan mecruh
Fedai-yi vatandır sinesinde yaralar pür-hun.

Yetiş imdadına, şefkat! O kalb-i ibtila meşhun
Vatan hissiyle elan çarpıyor, ey şefkat-i memduh.
Yetiş, gel destgir ol. Sen ki mevhub-ı ilahisin.
İnayet, merhamet, sen çünkü mahbub-ı ilahisin!”

25 Kânun-ı Sani 1329/7 Şubat 1914 – Nigar Binti Osman