"Ducournau, Alexia’yı sevdirmeye çalışmıyor bize; onu anlamamızla, ona sempati duymamızla ilgilenmiyor. Onunla özdeşleşmekten korkmamızı istiyor ama. Ona bakıp kendi yabancılaşmalarımızı kaşımamızı, gölge belleğimizle göz göze gelmemizi diliyor bizden."
05 Aralık 2021 22:33
Ducournau’dan bekliyorduk bunu aslında. İlk filmi Raw’un (2017) kemiklerimizin içindeki iliğe talip oluşundan anlamıştık. Titane’ın Fransız yönetmenin zihin göğünde uçuşmaya başladığı belliydi. Filmin adıyla başlıyor bir daha ensemizden bir an düşmeyecek, o birbirinin içine geçmiş çekmeceler, katmanlar, geçişler. Titane. Bir yanda babasının ilgisini çekebilmek için her şeyi deneyip, beceremeyince emniyet kemerini çıkaran ve babasının başını (kaza yapma pahasına) arkaya döndürebilen, böylelikle de yalnızca kendini yok etmeye kalkıştığında ‘görünür’ hale geldiğini anlayan küçük kız çocuğunun kafatasına takılan metal parçası: Titanyum. Öbür yanda vahşeti, şeytaniliği ve karanlığı, ama aynı zamanda babanın iktidarının alaşağı edilmesini, zamanı, belleği, denizi simgeleyen devler: Titanlar. Mitoloji ve büyülü makineleşme. Araba canını bağışlamakla kalmaz, kendisinden bir parça da verir ona. ‘Aileden biri’ kılar böylece onu. Koşar, sarılır kız da ona hastaneden çıkar çıkmaz. Hem de şoför tarafına –babanın boşluğuna– sarılır: Özne, arzu nesnesini bulmuştur, fantazma oluşmuştur. Artık yalnızca o nesnede silinme, kendinden geçme, yitip gitme olacaktır. Özne yuvarlanan taşlar gibi uyarlanacaktır. Psikoz başlamış, ben akışkanlaşmıştır. Lacan “yalnızca psikotik özgürdür” der, onun zihin göğü berrak ve durudur.
Somut, katı, elle tutulabilecek bir film değil bu; katranımsı daha çok – Alexia’nın damarlarında dolaşan makine yağı gibi. Hoop, on beş yıl sonraya geçiveriyoruz. Küçük kız artık yirmili yaşlarda bir araba fuarı dansçısıdır. Neredeyse bir Cronenberg evreninde, erkek müşterilerin aç bakışları altında ‘arabasıyla’ sevişir gibi dans eder, okşar, öper, yalar onu. Sonra da ruhsuz bakışlar ve hiçbir şey söylemeyen bir beden diliyle ortak duşlarda yıkanmaya gider.
Alexia insanlarla iletişim kurmayı bilmez, beceremez, istemez de zaten. Diğer dansçı kızlar gözlerine değmez bile. Yalnızca birinin memesindeki piercing’e takılır saçı, bir tek onu şefkatle çıkarmaya çalışır ama dayanamaz bir süre sonra, sertçe kurtarır kendini. Sonra da tam arabasına binip gitmek üzereyken yanına gelen ve ona âşık olduğunu söyleyen hayranını, saçını toplamakta kullandığı, şiş benzeri bir çubuğu kulağına saplamak suretiyle, son derece vahşi bir biçimde öldürür. Ve tabii adamın üstüne bulaşmış vücut sıvılarından iğrenerek tekrar yıkanmaya gider. Ve o sırada üzerinde dans ettiği arabanın baştan çıkarıcı davetine dayanamayıp kendini bütünüyle ona teslim ederek ve hayatında ilk kez bir şey hissedercesine sevişir onunla.
Julia Ducournau
Ducournau, Alexia’yı sevdirmeye çalışmıyor bize; onu anlamamızla, ona sempati duymamızla ilgilenmiyor. Onunla özdeşleşmekten korkmamızı istiyor ama. Ona bakıp kendi yabancılaşmalarımızı kaşımamızı, gölge belleğimizle göz göze gelmemizi diliyor bizden.
Groteskle dehşetin, komikle tüyler ürperticinin tek ve aynı şey olduğuna işaret ediyor defalarca. Bir söyleşisinde de, “Film türlerine inanmıyorum, kuşaklara inanıyorum” diyerek savunuyor bu eklektizmi. Ait olduğu kuşağın kült filmlerine, yani Çarpışma’ya, Texas Katliamı’na, Lolita’ya, Koş Lola Koş’a göz kırpmadan duramıyor belki de o yüzden.
Alexia bedeninde yolunda gitmeyen bir şeyler olduğunu fark etmesinden hemen sonra, son derece ruhsuzca (ve hatta can sıkıntısıyla), önce seviştiği kızla onun ev arkadaşlarını gene aynı fallik çubukla öldürüyor, sonra da annesiyle babası uyurken kendi evini ateşe veriyor. Hiçbir şekilde var olmayı beceremediğinden, dünyada hiç yer kaplamadığını hissettiğinden olsa gerek, birilerini ve bir şeyleri yok etmek zerre etkilemiyor onu. Hatta arandığını, yakalanacağını fark ettiğinde kendini de yok etmekte hiç tereddüt etmiyor. Tren istasyonunda fotoğrafını gördüğü, yıllar önce kaybolmuş erkek çocuğunun mucizevi geri dönüşü masalını yazıveriyor hemen.
Görsel estetik, kadın bedeni, başkalarının bakışı, arzu ve cinsellikten beslenen bütün bir kültürü alaşağı etme pahasına ve belki de sırf o yüzden burnunu bir umumi tuvaletin lavabosuna çarpa çarpa yamultan, vajinasından regl kanı yerine araba yağı akan, memelerini ve giderek büyüyen karnını kumaş parçalarıyla sararak dümdüz eden ve böylece benliğini bütünüyle eritip –Alexia’yı da öldürüp–bambaşka birine dönüşüyor. Kimliğini kendi elleriyle inşa eden, kim olmak istediğine inanırsa o olabilen bir karakter dolduruyor göz bebeklerimizi. Bunu neredeyse, yine kendi deyimiyle ‘kübist bir deneyim’ gibi yaşatıyor Ducournau bize.
Bundan böyle Alexia’yı değil, Adrien’ı seyrederiz: O da onu sorgusuz sualsiz bağrına basıveren ‘babası’ Vincent’ın gözlerinde ‘seyredilişini seyreder’, kendini onun için ve ona göre yeniden inşa eder. Genç erkeklerden oluşan bir itfaiye ekibinin başındaki Vincent, onlarla kurduğu –sevgi, otorite, güç, ritüeller temelinde şekillenmiş– ilişkideki erkini korumak, zamana direnmek, güçten düşmemek için düzenli olarak hormon iğneleri vurur kendine. O yaşama duyulan tutkunun, hayat kurtarmanın, dışadönüklüğün, bir topluluğun parçası olmanın, sözün, yok edişi ve yok oluşu tersine çevirmenin Titan’ıdır. Sessizliğin, bir kabuktan ibaret olmanın, tek başınalığın, öz-yıkımın, ölüm arzusunun, cinsiyetsizliğin Titanı Adrien’la hayli karmaşık, zorlayıcı, şefkatli, cinsel ve duygusal gerilimlerle yüklü bir hayata başlar...
Film böylece ‘aile’yi –ah, o cehenneti– bozar, yapar, tekrar bozar. İçini tamamen oyup bambaşka yüzler çıkarır ondan. Alexia’nın kendi babasıyla bir türlü gerçek ve içten kılamadığı yakınlığı, Adrien, Vincent’la hiç çaba sarf etmeden, kendiliğinden geliştirir. Macarena şarkısı eşliğinde kalp krizi geçiren yaşlı kadını birbirlerinin gözlerinin içine bakarak masaj ve suni teneffüsle kurtarmalarıyla Alexia’nın Adrien evrimi tamamlanır. Artık ekibin, evin, büyük bir esriklikle icra edilen gece danslarının organik bir parçasıdır. Vincent onu kimse olmaya zorlamaz, hiçbir kalıba sokmaz, değiştirmeye uğraşmaz, hatta gerçekten Adrien olup olmadığıyla bile ilgilenmez; bambaşka, yepyeni bir şey yapar: Sadece sever onu. Çok sever. Gerçek oğlu olmadığını sezerek sever, aşkla karışık bir merhametle sever, o âna kadar kurduğu dünyayı ateşe verecek –ve simgesel oğullarından birini kurban edecek– kadar sever. Alexia’yı da değiştirir bu: Vincent’ı –denese de– öldüremez (ki bu, onun için belki de en büyük sevgi göstergesidir), iğnelerini yapma işini üstlenir ve en nihayetinde bedenini görmesine izin verir. Titanyum-bebek doğmaya hazırdır artık ve artık arabanın bebeği değildir o: Vincent’la Alexia’nın, varlıkla yıkımın, ateşle suyun, bir baba-kızın, bir baba-oğulun, zaafların, iyileşmenin, artık dünyada bir yer kaplıyor olmanın bebeğidir.
Cemal Süreya ile başlamıştık, Füruğ Ferruhzad ile bitirelim. “Kuş ölür” der bize Ducournau, “siz uçuşu hatırlayın”.
•