Çağan Irmak ve Mahir Ünsal Eriş için, Nuri Bilge Ceylan- Hasan Ali Toptaş benzeri bir ikili oluşmuş diyebiliriz belki...
01 Aralık 2016 13:55
Melodram seven bir toplumuz. Ben de seviyorum melodram. Çağan Irmak melodramda ustalaşmış bir yönetmen. Komedi boyutunu da güzel eklemliyor bu janra. Hem ağlatan hem güldüren cinsten. Gülen ayva, ağlayan nar, demişti Sait Faik, Kumpanya’da. Aynı öyle işte.
Mahir Ünsal Eriş iyi bir yazar. Olduğu Kadar Güzeldik adlı kısa hikaye kitabıyla Sait Faik Ödülü’nü almıştı. O kitaptaki “Benim Adım Feridun” adlı hikâyeden yola çıkarak bir senaryo yazmış Çağan Irmak. Ama bayağı da yoldan çıkmış, tamamen değiştirip kendine mal etmiş hikâyeyi. Bence iyi uyarlama öyle oluyor. Ya orijinal edebiyat eserine harfiyen uyacaksın, kitabı ekranda okuyormuş gibi olacak seyirci ( E.M. Forster’ın Howards End romanından çekilen James Ivory filmi bunun en iyi örneklerinden biriydi) yahut da Çağan Irmak’ın burada yaptığı gibi, hikâyedeki ana fikirden yola çıkıp bambaşka bir yere gideceksin.
Araya bir itiraf koyayım: Öykü kelimesini sevmiyorum, oldum olası sevmedim. Hikâye ve kısa hikâye demeyi seviyorum ben. Bağışlayın.
Benim Adım Feridun filminin sonuna doğru ağladım. Hatta bir kere başlayınca, filmin geri kalanını fazla dinlemeden ağlamaya devam ettim. Şu sıra ağlamaya çok ihtiyacımız olduğu aşikar. Epey de güldüm tabii. Gülmek daha doğal, ille ihtiyaç olması gerekmiyor. Ağlatan da, güldüren de klişelerdi, basmakalıp şeylerdi. Hatta, olmayan şeylerdi. Olmayan bir “eski güzel günlerimiz” kalıbına ağlıyor insan, mesela. Halbuki eski günler ille bugünden daha güzel değildi. Yahut da, “olduğu kadar güzeldi”. Ne az, ne fazla. Ama geçmiş daima cazip bir yabancı ülkedir, malum. Hele bu günlerde, ille daha güzel olmayan geçmiş günlerimize de, ah ne güzelmiş, diye ağlamak ihtiyacımız var, ayrıca. Film bu açıdan, çok isabetli bir zamanlamayla, gene isabetli bir ironi içeriyor, hatta günün koşullarında neredeyse politikleşiyor mesajı.
Melodramın özünde böyle bir şey var zaten. İyiler, kötüler, sevinçler, üzüntüler mahsus abartılıyor, seyircinin duygularıyla oynanıyor, seyirci bunu bilerek gidiyor seyirliğe, karşılıklı bir duygu sömürüsü yaşanıyor, herkesin ruhu yıkanıyor, içiniz biraz ferahlamış olarak dönüyorsunuz sokağa. Bütün insanlık olarak, bu ritüeli seviyoruz.
Melodramın edebiyattaki altın çağında, on dokuzuncu yüzyılda, Dickens, Balzac gibi yazarlar melodram unsuru sayesinde bu kadar sevilmişler. Melodramın sinemadaki altın çağında, 1930’lar ve 1940’ların Amerikan filmleri de bu yüzden çok popüler. Türkiye’de 1950’ler ve 1960’ların Yeşilçam filmleri de öyle.
Çağan Irmak bu geleneği Hollywood kalitesinde modernleştirmeyi başarmış bir yönetmen. Mahir Ünsal Eriş ise, Olduğu Kadar Güzeldik kitabında, çocukluğunun geçtiği Bandırma, Gönen, Erdek taşrasını benzer bir melodram tarzı nostaljiyle yazıyor, bu açıdan ikiz ruhlar sözkonusu. Nuri Bilge Ceylan-Hasan Ali Toptaş benzeri bir ikili oluşmuş diyebiliriz belki. “Olduğu Kadar Güzeldik”, bir Yıldız Tilbe şarkısının sözleri. Eriş’in bir başka kitabının başlığında Ferdi Tayfur’un ismi geçiyor. Çağan Irmak da, melodramdaki melodi unsuruna duyarlı bir yönetmen, her filminde dokunaklı birkaç şarkı var mutlaka. Bu sefer Çiğdem Erken’in duygulu, hüzünlü müziği süslemiş filmi. Zaten melodram kelimesinin kökeni de müzikle ilgili, “müzikli dram” anlamına geliyor bu türün adı. Fransız Devrimi sırasında yaratılıp, sonra İngiltere’de 19. yüzyılda yaygınlaşmış. “Gayrımeşru tiyatro” denilen salonlarda, işçi sınıfına sadece sözlü tiyatro yasak olduğu için, araya müzik konularak dram oynanıyormuş sahnede, o devirlerden kalma bir isim.
Hikâye gayet basit, komediye açık, biraz da bıçak sırtı. Bandırmalı isimsiz kahramanımız aşk acısı çektiği için, Erdek tarafına biraz ferahlamaya gidince, eski arkadaşına rastlar, onun görevli olduğu düğüne girer ve oğlan tarafından birisi onu dargınlık yüzünden yıllardır görmedikleri yakın akrabaları, Almancı Feridun zanneder. Bizimki bocalar, ama bozmaz, numara yapar, iş büyüyecek gibi olur, fazla büyümeden kaçmayı başarır.
Bu kısacık aile sıcaklığı, inanılmaz bir mutluluk vermiştir sahte Feridun’a.
Mahir Ünsal Eriş’in hikâyesi bu kadar. Bir yalnızlık hikâyesi. İsimsiz kahramanımız, oturduğu çay bahçesindeki televizyonda Kadir İnanır’la Türkan Şoray’ı görmese, belki de aklına gelmeyecekti bir düğüne girmek. Zaten kaçımızın aklına, yalnızız ve terk edildik diye, tanımadığımız bir düğüne girmek gelir ki? Melodramın abartısı burada, fakat Mahir Ünsal’ın hikâyesinde bu melodram henüz tohum kıvamında, yahut da tomurcuk diyelim. Çağan Irmak bu tohumu alabildiğine geliştirmiş, açmış, katmerlemiş, tomurcuktan kocaman bir melodram gülü yaratmış.
İyi de etmiş bence. İnsan, oh be, ha şöyle, olacaksa tam olsun diyor bazen. Bastırılmış melodram, biraz pirinci diri kalmış pilav gibi, dolu bir keyif vermiyor insana. Çağan Irmak, keyfi azamiye çıkartmış.
Bir kere filmde kahramanın ismini de biliyoruz, onu terk eden kadını da tanıyoruz, niçin terk ettiğini de öğreniyoruz. Annesi bile güzelce kalaylıyor adamı, kızın kıymetini bilemedin, diye. Her şey daha bir ortada. Üstelik İstanbul’da yaşıyor, aşk acısından dönüyor Bandırma’ya, ferahlamak için uzanıyor Erdek tarafına. Televizyonda Türkan Şoray’i görüp yabancı bir düğüne gireyim, kafa bulayım da demiyor, hikâyedeki gibi bir düğüne gireyim diye niyetlenmiyor, daha doğal bir yalnızlık güdüsüyle, kendiliğinden yanaşıyor sanki o renkli salona. Kader onu götürüyor desek daha melodramatik olur belki. Duygulu bir amca benzetiyor onu, kayıp yeğeni Feridun’a. Almancılık gene var konumuzda, ama o da farklı. Filmdeki kahraman zamanında kaçmayı başaramıyor ayrıca, iyice batıyor yalana, çünkü ailenin akıllı, sivri dilli, ültra modern kız yeğeni Hayal’in cazibesine tutuluyor ansızın.
Şimdi, bu Hayal karakterini yaratmakla Çağan Irmak çok akıllıca bir şey yapmış. Hikâyeye romantik bir boyut ekliyor, öylece ilgimiz artıyor. Aynı zamanda, Yeşilçam geleneğinden, kendisinin başarıyla modernleştirdiği Türk melodram geleneğinden, Hollywood geleneğine doğru, inandırıcılığı az ama çok güzel bir adım atıyor.
Hayal ailenin yabancılaştığı Almanya kolundaki gerçek Feridun’la gizlice irtibatta olduğu için (çocukluk aşkıymış meğer) karşısındakinin gerçek Feridun olmadığını anlayan tek kişi. Aileye belli etmiyor, ikisi suç ortağı oluyorlar. Böylece, hem yıllarca dargınlık yaşamış ailede bir barışma yolu açılıyor, hem de yeni bir aşk doğuyor ve film, kaçınılmaz mutlu sonra doğru ilerliyor.
Gerçek hayatta mutlu son diye bir şey yoktur diyerek başınızı ağrıtmayacağım, çünkü melodram türündeki bu mutlu son geleneği, çok önemli bir gelenek. Hikâyenin içinde çok hüzünlü, çok acı şeyler de yaşansa, melodram daima mutlu sonla bitiyor. Uzmanlara göre bunun nedeni, trajedide olduğu gibi, kahramanın çok derin çelişki yahut yarılma yaşamaması. Melodram kahramanı tek boyutlu, stereotip bir kahraman. Meselesi de tek. Yalnızsa yalnız, mutsuzsa mutsuz. Karmaşa yok. Dolayısıyla daha yalın bir sonuç mümkün.
The Melodramatic Imagination kitabının yazarı Peter Brooks’a göre, dinin ve kutsallığın zayıfladığı seküler, modern dünyada, melodram türü manevi bir ortam yaratma işlevi görüyor bu sayede. Bu manevi, hatta abartarak söyleyelim “uhrevi” arınma işlevinin taşıyıcısı da hikâyedeki kahramanımız.
Filmde sahte Feridun rolü yapan kahramanımız da, rastladığı iyi ve güzel kadın figürü aracılığıyla, günahları ve kötülükleri temizleyen, bizi daha temiz yürekli insanların yaşadığı bir dünyaya götüren rehber oluyor böylece. Kendisi de beklemediği bir mutluluk tadıyor.
Çağan Irmak aslında Mahir Ünsal Eriş’in hikâyesinde sadece tohum olarak duran bu melodram potansiyelini adamakıllı geliştirip mantıksal sonucuna ulaştırmış. Mahir Ünsal, bunu edebiyatta yapamazdı, dört başı mamur bir melodramatik hikâye yazamazdı, çünkü artık modern çağda yaşıyoruz. Balzac ve Dickens gibi yazmamız mümkün değil, sonuç gülünç olur. Edebiyatta duygusal abartı sınırlı olmak zorunda.
Çağan Irmak ise tersine, sinemada abartı dozunu artırabiliyor, çünkü (garip ama neden aynı) modern çağda yaşıyoruz ve sinema edebiyatın yapamadığını yapabiliyor, abartı serbest, tabii bunun tek koşulu var, melodramın unsurlarını başarıyla kullanmak, Çağan Irmak da bunu hakkıyla yapıyor. Hatta içine çok güzel ve çok gerekli komedi unsurunu katarak yapıyor.
Filmde damadın taşralı, gelinin İstanbullu olması, dünürler arasında sınıfsal, kültürel sürtüşme yaşanması, böyle ideal komedi unsurları eklenmiş hikâyeye. O komedi olmasaydı, film kaşerlenmiş modern izleyiciye fazla hitap edemezdi. Elbette, komedi yerine, polisiye ve suç unsurları da benzer işlevi görebiliyor modern melodramda, ama bu şimdilik konumuzun dışında.
Mahir Ünsal kısa hikâye yazdığı için, edebiyatta melodram abartısına sinemadan daha az yer olduğu için, onun yapamadığı bir önemli şeyi daha Çağan Irmak filmde yapmayı başarmış.
Bu yaralı aile, düğüne giren yabancıyı Feridun’a benzetip, onun Feridun olduğuna bu kadar kolay inanıyorlar çünkü inanmaya hazırlar. İnanmak ihtiyaçları çok derin. Ailedeki dargınlık ve bölünme, farkına varmadan, onları çok yaralamış. Herkes barışmak istiyor. “Feridun” figürünün bir tür mesih ya da kurtarıcı gibi, mucize gibi önlerinde belirivermesi de bu yüzden. Hani birisi çıkıp gelmese, onu kendileri yaratacaklarmış neredeyse, o kadar dolmuşlar, hazırlar.
Mahir Ünsal hikâyede birkaç cümleyle bu manevi boyutu sadece hissettirip geçiyor. “Beni yıllardır görmeyen bunca akrabayı güldürüyor, eski günlerine döndürüyor, yaşlandıklarını hatırlamalarına sebep oluyordum. Yarını planlayarak yapılan düğünlerde hep dün konuşulurdu çünkü, biliyordum.” Çağan Irmak ise filmde, çok duygulu, çok taşralı amca ve yenge figürleri sayesinde, bu eski güzel günlere dönme özlemini, günahlardan ve kusurlardan arınma, affedilme ve affetme ihtiyacını, çok popüler, güldürülü, abartılı ama gene de sinemada kabul edilebilir bir dozda şırıngalıyor izleyiciye.
Kaybettiğimiz gençlik ve masumiyet, darıldığımız akrabalar yahut dostlar, ölmüş yakınlarımız, çocukluğumuz derken, kahkahayla gülerken başlıyoruz ağlamaya. Çağan Irmak her filminde çok güzel hazırlıyor bu karışımı. Filmin sonunda, amca karakteri artık aşırı bir Yeşilçam dozunda duygusal nutuk atmaya başlayınca, ben zaten çoktan ağlamaya başlamıştım, dolayısıyla ne söylediği, ne kadar abartılı olduğu o kadar önemli değildi. Hele bir de sinematografi, oyunculuk, bu filmde olduğu kadar başarılı olunca, tadına doyulmuyor bu melodram helvasının. Tabii, fazla yersek mide fesadına uğrayacağımızı biliyoruz, ama tam da o noktada film bitiyor zaten.
Mahir Ünsal Eriş’in kitabını henüz okumadıysanız, hararetle tavsiye ederim. “Sen O Zaman Parasız Yatılıdaydın” veya “Kanatlarımız Olsa be Metin” gibi hikâyelerinde, trajediyi de kenarından yalayıp geçen, önemli toplum, aile, birey dramları var.
Gene filmle bitireyim, şu inanma ihtiyacı konusuyla.
Öyle büyük travmalar yaşadık ve yaşıyoruz, öyle kutuplaşmış bir toplumda ve dünyadayız, dargılıkların da ötesinde düşmanlık tohumlarının ekildiği bir ortamdayız ki, Çağan Irmak’ın filmi bende boyundan büyük çağrışımlar ve duygular yarattı. Fakat bir yandan da, yaşadığı toplumun ve çağın duygusal nabzını bu kadar iyi tutabilen bir sinemacıyla karşılaştığım için sevindim. Sanatçılara ihtiyacımız büyük, çünkü sanatçılar bizi birleştiriyor. Onların duygularımızı biraz sömürmesine göz yumabiliriz.
Politikacılarla iş öyle değil maalesef. “Post-truth” yani “doğruluk sonrası” denilen bir yalanlar çağındayız. İngiltere’deki Avrupa referandumu ve Amerika seçimleri bir kez daha gösterdi ki, insanlar bu kadar travma ve endişe yaşayınca, akıllarıyla değil, duygularıyla oy kullanıyorlar.
İnanmak istediğimiz şeyleri duymaya başlıyoruz bu sefer. Ne duymak istiyorsak onu duyuyoruz sadece. İnanmak istediğimiz liderler yaratıyoruz. Yalanların doğru olduğuna, doğruların yalan olduğuna inanır hale geliyoruz.
Politikacılar duygularımızı sömürünce, ortaya dokunaklı filmler değil, korkunç senaryolar çıkıyor.
Melodram seven bir toplumuz, evet. Bütün dünya biraz melodram seviyor. Ama politika melodrama dönüşürse, sonuçları pek parlak olmuyor. Gerçek hayatta melodramın mutlu sonla bitmesi diye bir şey sözkonusu değil.
Çağan Irmak’ın mutlu sonla biten filminde bolca gülüp, epey ağladıktan sonra biraz içim yıkandı, ama sinemayı terk edince çıktığım sokakta Mahir Ünsal Eriş’in hikâyesindeki belirsiz, açık uçlu, buruk kapanış, hiçbir mutluluk sözü vermeyen tavır, daha uygundu sanki.