Parazitlerin sızacağı evin Namgoong Hyeonja isimli ünlü bir mimar tarafından tasarlandığı hususi olarak belirtiliyor ama aslında, bu ev ürün tasarımcısı Lee Ha Jun ile yönetmen Bong Joon-ho arasındaki görüşmeler sonucu film için tasarlamış. Çünkü “bu filmin kendi evreni”ni yaratmayı planlamışlar.
23 Şubat 2020 19:33
Oscar ödüllerinde bir ilk: İngilizce olmayan bir film, Güney Koreli yönetmen Bong Joon-ho'un yönettiği Parazit (Parasite), 92. Oscar ödüllerinde “En İyi Film”, “En İyi Yönetmen”, “En İyi Uluslararası Film” ve “En İyi Özgün Senaryo” kategorilerinde dört Oscar kazandı.
Ben bu filme, gelişen Kore Sinemasının halini özetleyerek anlatmak yerine biraz mimari açıdan bakmak istiyorum. – Neden Kore’nin başına Güney ekini eklemediğimi anladınız; Kuzey Kore’nin sineması var da biz mi izlemedik?
Önce filmin fragmanına bir göz atalım.
Bu filmin beni etkileyen hali, daha başlarında, ünlü bir mimarın kendi evi diye seyircinin gözüne sokulan ev. Bu ev sırf bu film için üretilmiş bir set mekânı aslında. Yönetmen film için özel tasarlatmış. Eh ne yapalım, serde mimarlık var, filmdeki mekân filmden önce beni kendine çekti haliyle…
İşte ortalama bir mimarın dikkat kesileceği mekânlar...
Sınıf farkı ve barınma meselesi
Maddi geliri fena olan aile bodrumda oturuyor. Seul'de banjiha adı verilen bodrum katındaki dairelerde yaşayan binlerce kişi gibi. Yani aslında bilinen bir mesele bu. Filmi seyreden arkadaşlar benim mimar olduğumu hatırlayıp, bodrum kattaki sefil evde klozetin neden yükseltilmiş bir platformda olduğunu sorup durdular. İlginç değil mi, tuvaletler taht gibi yukarıda!
Neden? Çünkü apartmanların kanalizasyon giderleri, yoldaki gidere bağlanıyor. Ancak bodrum katı yol kotundaki kanaldan daha aşağı seviyede. Suyun kendiliğinden kanala akabilmesi için klozetin yukarıda olması lazım. Şimdilerde atıkları biriktirip, biraz da öğüterek üst kota taşıyacak motorlar kullanılıyor. Fakat bunlar sürekli olarak bozulur, bakım maliyeti yüksektir. Taşıma suyla değirmen dönmez ya hani; burada da motor…
Yükseltilmiş klozette yükseltilmiş beleş kablosuz sinyal aranması
Bu banjiha denilen bodrum katları Kuzey’den gelecek terörist saldırıları için sığınak olarak tasarlanan mekânların eve çevrilmesiyle oluşmuş. Vakti zamanında oraları kiralamak yasakmış. Eh, şehir tıklım tıklım olunca mecbur kalınmış, 1980’lerde banjiha’ların konut olarak kullanımı yasallaştırılmış. Genelde para biriktiren ve gerçekten paraya ihtiyacı olanların tercih ettiği yerler. Kendi evini satan alıp da oradan çıkanlarla BBC röportaj dahi yapmış.
Bu uyarıyı vererek yazıyı bölmekten hoşlanmasam da mecburuz. Filmde pizza kutusu katlayarak hayatlarını biraz da beleşçilikle sürdürmeye çalışan ailenin, zengin bir ailenin mekânına “sızma” harekâtı konu ediliyor.
Filmin ilk yarısındaki bu entrikalar başarılı sonuç veriyor; şeftaliye alerjisi olan hizmetliye yapılan komplo ve hatta acılı pizza sosuyla yapılan cilalı karalama kampanyası…
Eh, konu bitiyor. Açıkçası seyrederken filmin yarısına kadar sürede çözülen senaryo kurgusuna şaşmadım değil. Tabii tüm film bu şekilde geçseydi vaktimi harcadığıma üzülecektim. Fakat bir dakika! Bu adam Snowpiercer’in yönetmeniydi, her şey bu kadar basit olamazdı…
Distopik hikâyenin oldukça iyi ve sıkışık bir mekânda anlatılmasını sağlayan film,
felsefi altlık olarak Parazit’ten kat be kat iyiydi.
Snowpiercer, 2013’te Le Transperceneige isimli Fransız çizgi romandan uyarlanmış başarılı bir bilimkurgu. Parazit’in yönetmeni Bong Joon-ho'un ilk İngilizce filmi. Distopik bir dünya, efendim küresel ısınmanın üstesinden gelmek için ülkeler birleşip kimyasal bir müdahalede bulunuyorlar, doğa affeder mi, tam tersi bir cevap verip buzul çağını başlatıyor.
Bilmeyenlere bildirelim, eğer biz insanlar, arabalarımız, fabrikalarımız ve tabii yemek için beslediğimiz o kadar büyükbaş hayvanın saldığı gaz olmasa Dünya buzul çağı döngüsüne giriyor aslında. Buna rağmen öyle bir ısıtıyoruz ki buzlar eriyip duruyor. Çoğu bilimkurgu nedense şu buzul çağını göstermeyi tercih ediyor. 70’lerden kalma bir alışkanlık… Ayrıca küresel iklim değişikliğinin bir buzul çağıyla sonuçlanma riski de var. The Day After Tomorrow (Yarından Sonra) filmini hatırlayınız.
Neyse, filmden filme geçmeyelim: Snowpiercer’da tren belirli bir hızla gidiyor ve ancak bu sayede donmuyor. Treni çeken lokomotife yakın olanlar çok daha iyi yaşarlarken, arka taraftakiler perişan. İsyan çıkıyor, mücadele ve sonra isyancılar lokomotife kadar varıyorlar. Trenin lokomotifinde sonsuz bir enerji var, onu bırakın, trende vagon sayısı da neredeyse sonsuz!
Filmin başarısı şurada: Seyirci, tren mekânını kendi bulunduğu sınıf sistemini ta içinde hissettiği kendi gerçek dünyasıyla bağdaştırabiliyor. Parazit’i anlatırken aklımın neden Snowpiercer’e gittiğini anladınız herhalde. Her ikisinde de yönetmen var olmayan bir mekânı ve bu mekâna bağlı sınıf farkını anlatmayı çok iyi beceriyor.
Snowpiercer’de üst sınıf, trenin önünde, alt sınıf arkasında, aynı yükseklikte ama farklı yönlerdeyken, Parazit’teyse alt sınıf yerin altında, üst sınıf yerin üstünde.
Evet, Parazit’te neyse ki her şey ilk yarıdaki kadar basit değil. Snowpiercer kadar karmaşık aslında. Filmin ikinci yarısında olaylar başka bir yöne sapıyor. Parazit şeklinde vücuda sızan ve onun kaynaklarını sömüren organizmanın, aslında aynı vücutta başka bir parazitin daha olduğunu fark etmesiyle film bir anda değişiyor. Biz de dikkat kesiliyoruz tabii.
Film 11 milyon dolara mal olmuş. Sırf bu film için tasarlanmış ve üretilmiş ev de dahil olmak üzere her şey... Cannes’dan sonra asıl Oscar’da ödülleri süpürmüş ve 132 milyon dolar hasılat elde etmiş. Ödüllerden sonra belki ikiye katlar bunu.
Parazitlerin sızacağı evin Namgoong Hyeonja isimli ünlü bir mimar tarafından tasarlandığı hususi olarak belirtiliyor ama aslında, bu ev ürün tasarımcısı Lee Ha Jun ile yönetmen Bong Joon-ho arasındaki görüşmeler sonucu film için tasarlamış. Neden? Çünkü “bu filmin kendi evreni”ni yaratmayı planlamışlar.
IndieWire ile çevrilmiş bir e-posta röportajında Lee, “Mimarlar insanların gerçekte yaşayacakları alanlar oluştururken, biz daha çok engelleme ve kamera açılarına öncelik veriyoruz” diyor. Demek istediği, “derdimiz mimari değil, kameradan ne iyi görünür diye uğraştık”... Haliyle, film için yapılmış bir set bu.
Tasarlanan ve yaratılan mekânlar sadece filme özgü olduğundan mimari açıdan kullanışsız detaylar ortaya çıkması doğal. Evi yani film setini yapan firma 3 boyutlu modelini de oluşturmuş ama illüstrator Jisu Choi belli ki filmi çok sevdiğinden bir DVD kapağı da tasarlamış. Filmi seyrettikten sonra olayların geçtiği yerleri de gözünüzde canlandırabiliyorsunuz. Bu kapak filmin Blu-ray satışı için kullanılır mı bilinmez ama aksonometrik perspektif ile çalışılmış ve kendine baktırıyor doğrusu.
Bir mimar olarak mekânların ekrandaki görünüşünü beğendim ama parça pinçik mekân çekimlerinin doğru bir mekânsal kurgu vermediğini de gördüm. Örneğin böylesine lüks bir eve varabilmek için 50-60 metre yürümek de ne oluyor? Çocuk İngilizce öğretmeni olmak için genç kızla ilk tanışmaya geldiğinde, hizmetçi onu taaa uyuklayan saf ev sahibesinin yanına kadar götürürken uzunca bir süre yürütüyor…
Yönetmenin kendi de zamanında bir zengin çocuğuna ders vermiş. Sonra kız arkadaşı da aynı evde ders vermiş, hikâye buradan çıkmış.
Dediğim gibi villayı mimari olarak tasarlamak yerine kamera açıları düşünülmüş. Hatta 1/2.35 en boy oranına uyması için yükseklik yerine genişliğe ve derinliğe sahip bir yapı tasarlanmış.
Mimarlık gömleğini çıkartıyorum. Öyle bir gömlek de yok aslında –mimarlık kalmadı. Mimar olduğum için çok mutluyumdur, mesleğimi hâlâ çok severim, aşığımdır ona. Ama itiraf edeyim, bu beton manyaklarının olduğu (ki betonarme çok hoş plastik bir üretim türüdür, o ayrı) ülkede mimarım demeye utanıyorum. Diyemiyorum. Yapamıyorum ve tabii öğretim görevlisi olup işsiz mimar üretimine katkım olmasını da istemiyorum. Ne kendimi ne de öğrencileri kandırasım yok.
Çuvaldızı kendimize batırdıktan sonra iğneyi filme…
Senaryoda bir tutarsızlık var. Kore’deki iş ortamını bilmiyorum ama en üst model Mercedes kullanacak kadar iyi –üstelik 38. paralele kadar (yani Kuzey Kore'ye kadar!) bütün yollara hakim– şoför, bu kadar lüks ve büyük bir evi çekip çevirecek kadar iyi bir hizmetli, çok iyi ders verecek kadar İngilizce bilen biri ve sanat öğretmeni olmaya hazırlanan hem de çocuk psikolojisinden anlayan, yetenekli bir kız nasıl olur da bu kadar kesif bir yoksulluk çeker? Haydi çektiler, yalan söylemeye ne gerek var? Hizmetliyi ve şoförü bertaraf etmek için bu kadar sinsice plan yapmaya ne gerek var?
Kore’de bu kadar Amerika hayranlığı var mı? Ben bu filmi Silikon Vadisi’nde seyrettim. O sırada salondakilerle birbirimize bakıştık; neymiş bu Amerika’dan gelen her şeyin iyi olma takıntısı, biz neden buradaki mallardan memnun değiliz diye…
Bir de ne kadar saf olsalar da garaj kotunda veya onun altında yapılmış bir sığınağın bir ev sahipleri tarafından bilinmemesi imkânsız. Gerçekten imkânsız ama – işte, eninde sonunda bir film bu, zorlamayalım.
Evet, filmde dikkat çekici sağlam metaforlar var. Madde madde yazayım:
Taştan heykel. O anda yiyecek bulamayanlar için ne kadar gereksiz. Fakat filmin sonunda yerini buluyor, villanın su öğesinde bir taş olarak...
Parazit, ya da konak olan öğe diğer parazitle çakışıyor. Sonunda her iki parazit de konuk oldukları gövdeyi hasta edip öldürüyorlar. Gövde ise bunlardan habersiz “koku” peşinde.
Bodrum kattaki ev, sel altında kaldığında klozetten su tazyikle geliyor. Yüksek yerdeki su alttaki parazitlerin kâbusu oluyor. Bunu gövdeye verilmiş paraziti öldürmek için ilaç verilmesi gibi düşünebiliriz. Bağırsak tenyasına sular seller ile gövdeyi terk etmek kalıyor tek seçenek.
Fakat gövde kendi parazitini yeniden çağırıyor (çocuğun doğum gününe yardım etmek üzere selden zarar görenler için spor salonunda sabahlayan aile çağırılıyor) hem de “mesai ücretini alıyorsun, parazitlik senin kaderin, istemediğinde yapmıyorum diyemezsin” diyerek.
Sonunda parazit bir şekilde palazlanıyor ve evi satın alıp babasını parazitlikten kurtarıyor.
Yönetmen nedense bu sınıf farkı olayını hem Snowpiercer’de hem de bu filmde gözümüze sokuyor. Hindistan’da ya da insan haklarının yerle bir olduğu kabile devletlerinde geçse hikâye yine de anlaşılabilir. Elektronik ve sanayi devlerine sahip bir ülkede bu kadar sefil bir hayat sürdürüp, entrikalarla parazit olarak yaşamak veya yıllarca evin altında hapis kalan başka bir parazitin etkileri, ABD gibi bir ülkede Akademi ödülleri jürisini nasıl etkiliyor? Kuzey Kore’yi taklit eden şeftaliye alerjili hizmetli neden durduk yere bu alaycı tavrı takınıyor, anlaşılır gibi değil. Devlet ağzıyla soralım bir de; “hizmetli bu gereksiz çıkışla ne yapmak, kime hizmet etmek istemektedir?” Baba, bıçaklama hadisesinden sonra sığınağa kaçarken yerde yatan oğlunu nasıl olur da görmez?
Garip ve hak edilmemiş Oscar ödülü dağıtımları gördüm ama belli ki sadece benim için değil Kore’yi iyi bilenler için de çok şaşırtıcı oldu bu. Kore’nin ilk Oscar’ı bununla olacakmış demek ki. Darısı bizim yapımlara…
Açıkçası söz konusu filmin Oscarları toplayacak kadar üst düzey bir halinin olduğunu düşünmüyorum. Fakat rakipleri iyiydi diyecek de değilim. Yine de yazıyı şu şekilde sonlandırayım: Zamanında şöyle bir eleştiri almıştım. “Oscar ödülünü takmayan ve önemsemeyen sinefil mi olur?”
Olmaz mı?
•
EDİTÖRÜN NOTU:
Yazıda yanlış anlamaya yol açabilecek bir hatayı, okurumuz Rukiye Uzun'un uyarısından sonra düzettik. Kendisine çok teşekkür ederiz.