Vladimir Putin’in Ukrayna’da taş üstünde taş bırakmadığı, Türkiye’de ise sağla solun bir araya gelip ona alkış tuttuğu bugünlerde (hayır, NATO’nun provokasyonunu göz ardı etmiyorum, o ayrı konu) “şark despotizmi” üzerine önemli bir kitabı tanıtmanın yerinde olacağını düşündüm.
Şark (yahut Asya) despotizmi kavramını Eski Yunan siyasî kültürüne borçluyuz. Özellikle Aristoteles’in (M.Ö. 384-322) bazı eserlerinde işlenmiş olan bu kavram, demokrasiyle yönetilen ve herkesin (tabii kadın yahut köle olmayan herkesin!) söz sahibi olabildiği Yunan toplumuna karşın doğuda insanların mutlak hükümdarlara kendi rızalarıyla tâbi olduğu fikrine dayanır. Daha önce İppokrates’in (M.Ö. 460-370 civ.) iddia ettiği, yüzyıllar sonra da Montesquieu’nün (1689-1755) öne süreceği üzere, bu durum büyük ölçüde iklim farklarının toplumlarda yarattığı karakter özellikleriyle ve ileri medeniyetlerin oluşmasına en elverişli iklimin ılıman iklim olduğu inancıyla izah edilmiştir. Gayet Avrupa-merkezli olan bu görüşü İskoç filozofu Adam Ferguson (1723-1816) şöyle dile getirmiştir: “Aşırı sıcak ve soğukta insan ruhunun etkin menzili sınırlı görünmektedir ... Her ikisinde de ruh, köleliğe hazırdır.” Akla “bi’at kültürü”nün ülke nüfusunun büyük bir kısmına egemen olduğu Türkiye’ye bu kuram merceğinden bakmak gelebilir; ama bu ayın konusu olan kitap, Aydınlanma Çağı düşüncesine hayli eleştirel yaklaşan bir yazarın eseri olup farklı bir yöne götürecek bizi.
Bu arada “şark despotizmi” kavramına farklı bir anlam yükleyen Karl August Wittfogel’i (1896-1988) de kısaca anmamak olmaz. Suya erişimin mutlak bir merkezî denetime tâbi olduğu toplumlarda “hidrolik despotizm” oluştuğunu öne süren Wittfogel, 1957’de yayınlanan Oriental Despotism: A Comparative Study of Total Power (Şark Despotizmi: Mutlak İktidar Üzerine Karşılaştırmalı Bir Çalışma) adlı ünlü kitabında ilhamını Marksizmden almakla birlikte ortodoks görüşlere hayli mesafeli bir analiz sunmuş, Eski Mısır’dan Sovyetler Birliği’ne kadar birçok farklı toplumu bu açıdan ele almış ve incelemiştir.
Gelelim kitabımıza. Abraham Hyacinthe Anquetil-Duperron (1731-1805) Paris’te doğdu, önceleri papaz olmak niyetiyle ilâhiyat okudu, ancak yabancı dillere merak salarak Eski Yunanca, Lâtince ve İbranicenin yanı sıra Arapça öğrendi, sonra da Hint kaynaklarını araştırmak üzere 1755’te Hindistan’a gitti. Orada Farsça, Zendce ve Sanskrit öğrenmeye koyulan Anquetil-Duperron, bir yandan başta Zerdüşt diniyle ilgili yazmalar olmak üzere çok sayıda kitap toplarken, diğer yandan İngiltere ile Fransa arasındaki düşmanlığın Hindistan’daki yansımalarından etkilendi, türlü sıkıntılar çekti, ama bu çatışmaları lehine kullanmanın da yollarını buldu. Fransa’ya döndükten sonra Kraliyet Kütüphanesi’nde görevlendirildi, Hindistan’a ve Zerdüşt dinine dair birçok kitap yayınladı. Montesquieu’nün ve bazı diğer Aydınlanma Çağı düşünürlerinin şark despotizmine dair görüşlerine reddiye niteliğindeki
Législation orientale (Şark Kanunları) adlı eseri de 1778’de, o yıllarda önemli bir yayıncılık merkezi olan Hollanda’nın Amsterdam şehrinde basıldı. Eserleri Avrupa’da hafî (gizli, okült) ilimleri çalışanlara uzun yıllar ilham ve bilgi kaynağı olan Anquetil-Duperron, popüler kültürde de belli bir üne kavuştu, örneğin Blake Smith onu
“Indiana Jones’un selefi” olarak nitelendirdi!
Heykeltıraş David d’Angers’nin (1788-1856) Strasbourg’daki Gutenberg anıtında (1840), matbaanın Asya’ya getireceği faydalara dair levhası. Ortadaki matbaanın solunda, önde William Jones ve hemen arkasında Anquetil-Duperron görülüyor. Sol yanlarındaki Sultan II. Mahmud herhalde yeni tahta geçmiş ve yenilikçi olduğu için resmedilmiş. Sağ ve sol yanlarda ise Hintli ve Çinli âlimler ellerindeki yazmaları matbu kitaplarla değiştirmeye gelmiş.
Kitabımızın ana tezleri künye sayfasında şöyle özetlenmiş:
“Türkiye’de [yani Osmanlı İmparatorluğu’nda], İran’da ve Hindistan’da hükümetin temel ilkelerinin neler olduğu gösterilerek,
I. Bu ülkelerde mutlak olduğu iddia edilen despotizmin şimdiye kadar temsil ediliş biçiminin ancak konuya dair tamamen yanlış bir fikir verebileceği;
II. Türkiye’de, İran’da ve Hindistan’da yazılı Kanunnâmeler bulunduğu ve gerek hükümdarların gerekse tebaanın bunlara tâbi olduğu;
III. Bu üç devlette bireylerin taşınır ve taşınmaz mal ve mülklere sahip olduğu ve bunları serbestçe tasarruf edebildikleri
ispat edilmektedir.”
Yani Anquetil-Duperron’nun amacı, konu edindiği üç ülkede hükümdarların tamamen keyfî bir biçimde hüküm sürmediğini, belirli kanunlara tâbi olduklarını ve ülkelerini onlara göre yönettiklerini göstermekti. Gerçi örneğin Hammurabi kanunlarının M.Ö. 18. yüzyıla ait olduğu göz önünde bulundurulduğunda, Avrupa dışındaki toplumlarda kanunların var olduğu pek de haber değeri taşımıyor elbette. Yine de Aydınlanma Çağı’ndaki eşitlikçi düzen arayışlarının Avrupa-merkezliliği göz önünde bulundurulduğunda, bu kitabın azımsanamayacak bir öneme sahip olduğu kolayca anlaşılır. Hele hele hukukun üstünlüğü ilkesinin günümüzde bu üç ülkede de yok mesâbesinde olduğu hatırlandığında, bunun tarihin her döneminde böyle olmadığının üstünde durmak özel anlam kazanıyor.
Kitap 12+6+311+39 sayfadan oluşuyor.
Tıpkıbasımı olduğu gibi internetten bedavaya
indirilebiliyor. Yayınevinin önsözünde kitabın evvelce basına “Despotizmin, En Mutlak Olduğu İddia Edilen Üç Devlette, Yani Türkiye, İran ve Hindistan’da Değerlendirmesi” adıyla duyurulduğu, ancak yazarın eserine birçok eklemeler yaptıktan sonra “Asya’nın en önemli bölümünün idaresinin dayandığı temel ilkelerin gelişimi” konusunu daha iyi yansıtan “Şark Kanunları” başlığını seçtikleri belirtilmiş. “Hindistan halklarına” ithaf edilmiş olan eserin ilk bölümünde despotik idarelerin özellikleri, Şark’ta dinin devlet idaresindeki yeri, bilim ve sanat, tarım ve ticaret, iç ve dış politika, Hindistan’da hükümdara yöneltilen eleştirilerin nedenleri gibi konular ele alınmış. İkinci bölümde Türkiye’de, İran’da ve Hindistan’da kanunnâmeler, örf ve âdetler, Şeri’at ve Vedalar gibi temel metinler ile Cengiz Han’ın Yasası konuları incelenmiş. Üçüncü bölümde Türkiye, İran ve Hindistan’da eşya hukuku, yabancı gezginlerin Bâbürlü devletinde mülkiyet hakkında söyledikleri ve bunların eleştirisi gibi konularla Bengal bölgesini işgal etmiş olan İngilizlerin iddialarının reddiyesi yer almış. Kitabın sonuna da çok sayıda yararlı ek kaynak iliştirilmiş.
Osmanlı İmparatorluğu ile ilgili kısa bir bölüm alıntılayarak bu yazıyı bitireyim:
“Ricaut’dan [Paul Rycaut] öğrendiğimize göre Türk kadıları arasında şu cümle atasözü hükmündeymiş: ‘Büyük Senyör [yani padişah] kanunların üzerindedir.’
1. Kur’an’ın hükümdarı kanunların üzerinde konumlandırdığı doğru değildir. 2. Her yerde safsatacı dalkavuklar bulunduğunu kabul ediyorum. Ricaut’nun daha ileride söyledikleri, Türk kadılarının bu atasözünü izah ediyor. ‘Büyük Senyör bile Kanuna tâbidir, ancak onun yüce yetkesi bundan zarar görmez.’ Bu da demektir ki ona hükmeden bazı kanunlar vardır ve o kanunlara itaat etmek zorundadır, fakat bu nedenle meşru yetkesinden hiçbir şey eksilmez – güç ve şiddetten başka bir dayanağı olmayan yetkeden farklı olarak.” (s. 46)
Anlayana...
GİRİŞ RESMİ:
Sergey Mihayloviç Ayzenştayn’ın (1898–1948) İvan Groznıy (Korkunç İvan) filminden birkaç kare: Başrolde, sanki bu rol için yaratılmış olan dâhî oyuncu Nikolay Konstantinoviç Çerkasov (1903-1966).