"Bilim yapmak için tutarlı bir metodoloji uygulamak yeterli midir? Bu kitaptan da anlıyoruz ki değildir. Nitekim günümüzde kitapçı raflarını dolduran birçok komplo teorisi kitabının sorunu metodoloji yokluğu değil, metodolojinin yanlışlığı, öncüllerin ve varsayımların ipe sapa gelmezliğidir."
09 Haziran 2022 20:30
Bütün milliyetçiler aptal değildir, bütün aptallar da milliyetçi değildir. Önce bu konuda anlaşalım. Ama şu var ki, milliyetçiliğe ve benzeri düşünce biçimlerine (örneğin sporda amigoluk gibi) derin ve eleştirel düşünme alışkanlıkları olmayan, kafaları pek çalışmayan insanların aklı gayet kolay yatar. Bu nedenle de ilkesiz siyasetçiler sıklıkla milliyetçiliğe başvurur, kalabalıkları seferber etmek, oy devşirmek amacıyla; ünlü İngiliz düşünür Samuel Johnson’un (1709–1784) dediği gibi, “alçağın son sığınağı”dır o. (Evet, nationalism değil patriotism demiştir, biliyorum. Aldırmayın, “cümlenin maksudu bir amma rivayet muhtelif”.)
Özünde anlamsız ve mantıksız bir ideoloji olmakla birlikte, milliyetçiliğin zaman zaman işe yaradığını inkâr etmek de mümkün değildir aslında. Örneğin emperyalizme karşı kurtuluş mücadelelerinde birlik ve beraberlik sağlamak için milliyetçilik geçmişte gayet kullanışlı olmuştur. Ancak mücadele kazanıldıktan, yani dış düşmanlar bertaraf edildikten sonra da, milliyetçilikten nemâlanmış olanların bu ideolojiyi terk etmeye gönüllü olmaması neticesinde “iç düşmanlar” üretilmesi, yani şu veya bu şekilde “azınlık” sayılan grupların imâl edilip dışlanması ve şeytanlaştırılması aşamasına geçilmiştir çoğunlukla. Yani kurtuluş aşamasında sağlanan birlik ve beraberlik, konsolide olma evresinde kasıtlı olarak tasfiye edilmiş, ülke nüfusu kasıtlı olarak bölünmüş, ve milliyetçilik bir zulüm ve tahakküm aracı hâline getirilmiştir. Bu suretle de örneğin 1922 yılında ilerici, özgürleştirici olan bir ideoloji 2022 yılına gelindiğinde gerici, baskıcı hâle gelmiş olabilir. Nitekim milliyetçiliğin bugün Türkiye’de oynadığı rol işte budur.
Bu ayın kitabı, milliyetçi “düşünce”nin (bu kelimeyi yazarken biraz tereddüt ettim) saçmasapan ürünlerinden biri. “Kuleli Askeri Lisesi eski Tarih Muallimi, eski muharip Kurmay ve Avukat Yusuf Kemâl Kutluata”nın yazdığı Türk Dehası ve Dâhileri. Kapakta ana başlığın üzerindeki, kırmızı mürekkeple yazılmış sözler de cabası: “Büyük İslâm Peygamberi Hazreti Muhammet Mustafa sâll’Allahü’teâlâ âleyhi ve sellem özü özüne ve südü südüne Türktür”!
Haydaa… Hititlerin, Sümerlerin, Etrüsklerin, Mayaların Türk olduğunu “biliyorduk”; Mevlânâ Celâleddîn’in, hattâ Muhyiddîn İbn Arabî’nin bile Türk olduğunu “öğrenmiştik” çaresiz. Ama Kureyş kabilesinin Benû Hâşim kolundan gelip yirmi üç nesil ceddi mukayyed olan Hazret-i Muhammed’in de Türk olması bayağı önemli bir haber! Gerçi aşağıda görüleceği gibi Türk olduğunun “delil”i bizzat bu şecere zaten; Kur’ân-ı Kerîm’deki “Anlayasınız diye biz onu Arapça bir Kur’an olarak indirdik” (Yûsuf 12:2) âyetinin Paygamber’in Türklüğüyle nasıl bağdaştırılabileceğini şimdilik bir kenara bırakalım isterseniz.
Eserlerine baktığımızda—Kutlu Ata Armağanı: Türkler ve Tarih, Cihan Tarihi Özü (1937), Büyük Kumandan Hazreti Muhammed Mustafa (1958)—yazarımızın fikir dünyasına dair genel bir fikir edinmek zor değil. Yine de bu kitabın absürdlükte herşeyi ve herkesi geride bıraktığı bir gerçek. Dolayısıyla biraz üstünde duralım diye düşündüm. Kitap İstanbul’da, Marifet Matbaası’nda 1954’te basılmış, 86 sayfa, birkaç da harita içeriyor.
Her şeyden önce Kutluata’nın, ileri sürdüğü görüşün tam anlamıyla sahibi olmadığını ve bu görüşün, tamamiyle sakat da olsa, belli bir metodolojiye dayanılarak üretildiğini belirteyim. Yani sıfırdan uydurulmamış, hiçbir ilmî geçerliliği yoksa da belirli bir yöntem kullanılarak oluşturulmuştur. Ki bu da “bilim” kavramına nasıl bakmamız gerektiği konusunu gündeme getiriyor kaçınılmaz olarak: bilim yapmak için tutarlı bir metodoloji uygulamak yeterli midir? Bu kitaptan da anlıyoruz ki değildir. Nitekim günümüzde kitapçı raflarını dolduran birçok komplo teorisi kitabının sorunu metodoloji yokluğu değil, metodolojinin yanlışlığı, öncüllerin ve varsayımların ipe sapa gelmezliğidir.
Hz Muhammed’in Türk olduğu iddiasını “kanıtlamak” için kullanılan yöntem, dil benzerliklerinden hareketle o dilleri kullanan uluslar arasında akrabalıklar savlamak üzerine kurulmuştur. Bu yöntemle bir yere varılamayacağı artık açık olmakla birlikte, geçmişte gerek Türkiye’de gerekse Batı’da özellikle milliyetçi tarih yazımında uygulanmış, bugün artık ciddiye alınmayan muhtelif sonuçlara varılmıştır. Örneğin Atatürk’ün emriyle Tahsin Mayatepek’in Meksika’da yaptığı tetkikler büyük ölçüde Maya diliyle Türkçe arasında benzerlikler bulmak suretiyle Mayaların Türk olduğunu ispat etmeye yönelikti. (Bkz. Türk Tarih Tezi ve Mu Kıtası: Mayatepek Raporları, haz. Kemal Şenoğlu [İstanbul: Kaynak Yayınları, 2006].)
Mustafa Kemal Atatürk 26 Kasım 1930'da geldiği Samsun Lisesi'nde tarih dersinde, haritada tebeşirle çizdiği yerlerin Türklerin Ana Yurdu olduğunu bir öğrenciye anlatırken. (Atatürk Gazi Mustafa Kemal, Foto Cemal Işıksel, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1969, s.70)
Beşir Ayvazoğlu, “Etimolojik Türkçülük: Türk Tarih Tezi ve Güneş-Dil Teorisi’nin Ön Tarihi” (Muhafazakâr Düşünce 2, 5 [2005], 29–42) başlıklı makalesinde söz konusu metodolojiyi anlattığı gibi, geçersiz bir yöntemin insanları nerelere götürebileceğini örnekleriyle gözler önüne sermiş. Anlaşılan Hz Muhammed’in Türk olduğu iddiasını ilk gündeme getiren(lerden biri?) meşhur sosyolog ve pedagog İsmail Hakkı Baltacıoğlu (1886–1978) imiş. Tevhid-i Efkâr gazetesinin 9–10 Haziran 1340/1924 tarihli sayılarında yayınlanan “Türk Milleti Hazret-i İbrahim aleyhisselâm’ın vücûd-ı saâdetleriyle müftehir olmalıdır” başlıklı yazısında “Sümerlerin Ural-Altay akvâmından olması” ve birtakım gayet yüzeysel isim benzerliklerinden hareketle Hz İbrahim’in “Türk” olduğunu ispat etmeye çalışmış—daha doğrusu ispat ettiğini sanmış. Örneğin Hz İbrahim’in Ur şehrinde doğduğunu, “ur” kelimesinin ise Türkçe “kale” anlamına geldiğini, o halde Ur’un bir “Türk şehri” olduğunu belirtmiş. “Ur” kelimesinin çeşitli dillerde başka başka anlamlar taşıması gibi basit gerçekleri gözardı eden, zaten en başından tamamen safsata olan Sümerlerin Türk olduğu iddiası üzerine bina edilmiş olan bu görüşün aslı astarı yoktur elbette.
Baltacıoğlu, Hz İbrahim’in Türk olduğu iddiasıyla bırakmış meseleyi. Gel gör ki bir hadîs’e göre Hz Muhammed, Hz İbrahim’in büyük büyük büyük… torunudur: “Doğrusu Allah İbrâhim’in oğullarından İsmâil’i seçmiştir, ve İsmâil’in soyundan Kinâne’yi seçmiştir, ve Kinâne’den Kureyş’i seçmiştir, ve Kureyş’ten Benû Hâşim’i seçmiştir, ve Benû Hâşim’den de beni seçmiştir.” (Müslim, Kitâbü’l-fezâ’il 1; Tirmizî, Kitâbü’l-menâkıb ‘an Resûlillâh 1.) Bu durumda Hz Muhammed de Türk olmalıdır, değil mi? İşte bu ayın kitabı Baltacıoğlu’nun kaldığı yerden devam ediyor!
Kitaptaki bölümler “Tarihte kalın ve esrarlı mantolara bürünen hakikatlar”, “Asya: Meydandaki tarihî hakikatlar”, “Asyanın hâkimiyeti”, “Hak ve kuvvet: Tarihte ordular ve kumandanlar, bunların gördükleri ve gösterdikleri işler”, “Asya ve büyük Türk ulusu deha ve dahiler kaynağıdır”, "İslâm dinini kuran enson ve en büyük Peygamber Hazreti Muhammet Mustafa aleyhisselâm efendimiz özü özüne ve südü südüne Türktür, onun tanıdığı diğer nebiler de aynı ırktandırlar ve kendilerinin uzaktan amca zadeleridirler”, “Türk adı” ve “İslâmlıkla Türklüğün yakın ve sıkı münasebeti” başlıklarını taşıyor. Kitapta kullanılan kaynaklar o kadar eklektik ve birbiriyle o kadar uyumsuz ki, yazarın yürüttüğü mantığı kavramak doğrusu hayli zor. Yine de nümune olarak aşağıda verdiğim paragraf sanırım hepinize tanıdık gelecektir:
“[Hz Muhammed’in Türk olduğu tezini] ispat için gereken tetkikatı evvelâ müşârün ileyhin Antropolojik ve Morfolojik evsafını gözden geçirmekle yapmak lâzımdır. Çünkü ırkları sınıflaştıran vasıflarda renk ve dil iklim şartları ve doğulan, yaşanılan muhitlerin icapları bakımından esaslı bir vasıf olmayıp bu hususta en kuvvetlisinin Antropoloji olduğu herkesce kabul edilmiş ilmî bir hakikattır. [Dipnotu: Antropoloji: insanların azasını (kafa, kol ve bacak…) bildiren bu bilgi ırk tayini için en sağlam esastır çünkü kafa, şekilleri güç değişen bir azadır. İki türlü kafa vardır. Brakisefal: Asya, Türk kafası; Dolikosefal: Afrika (Kıptî) kafası.] Binaenaleyh Hazreti Muhammet Mustafa aleyhisselâm’ın antropolojisi yani gerek mübarek ve mu’allâ başları ve gerekse mukaddes vücudlarının bütün azaları Brakisefal (Asya, Türk) evsafını taşımaktadır. Şu delillerin verdiği izahat ve gösterdiği hakikate dikkat buyurulsun!” (s. 49)
Kutluata, bu paragrafın ardından Tirmizî’nin Şemâ’il-i Şerif’indeki Hz Muhammed betimlemesinden bazı parçaları alıntılıyor ve bunların “tam brakisefal evsaf” olduğunu belirtiyor. Quod erat demonstrandum.
Milliyetçilik böyle bir şey işte…
•