Bir önceki edebiyatı saf dışı bırakmanın en iyi yoludur mizah. Cervantes’ten alınan bu mirasa sadece Woolf ve Kafka değil, modernist romancıların neredeyse tamamı zannedildiğinden ve yansıtıldığından çok daha fazla sahip çıkarlar
26 Mayıs 2016 13:55
Yağmur ya bardaktan boşalırcasına yağar ya da hiç yağmazdı. Güneş ya pırıl pırıl parlardı ya da ortalık karanlık olurdu. Âdetleri olduğu üzere bunları manevi alanlara geçiren şairler güllerin nasıl solduğunu, yaprakların nasıl döküldüğünü harika bir şekilde söylerlerdi. Kısa bir an, derlerdi; o an geçti, derlerdi, herkes uyumalı bu uzun gecede. Bu taze karanfillerin ve güllerin ömrünü uzatmak, ya da onları uzun süre saklamak için seralar ya da limonluklar kullanmazlardı. Bizim daha ihtiyatlı ve kuşkucu çağımızın aşınmış entrikalarına ve belirsizliklerine yabancıydılar.[1]
Yukarıdaki satırlar Virginia Woolf’un Orlando’sundan... Modernist romanın kronolojik bakışla tam da göbeği diyebileceğimiz 1928 tarihinde yayımlanan bu romanda Woolf, geleneksel anlayışları, biyografik anlatıları ve özellikle de natüralist etkideki metinleri satirik bir eleştiriyle karşısına alırken, aynı zamanda içinde bulunduğu ve bizim daha ihtiyatlı ve kuşkucu çağımız dediği modernizm döneminin bir tür duyurusunu yapar (Musil’in metninde bu duyuru; artık toplumdaki tekil kişinin o muazzam dramı başlamıştı, şeklini alır). Hâlbuki romanın kendisi de bir biyografidir, hatta Orlando: Bir Yaşamöyküsü biçiminde sunulur, metinde yer yer pikaresk anlatıların izlerine de rastlanır. Bu yüzden Orlando için, Mrs. Dalloway, Dalgalar veya Deniz Feneri’ne kıyasla daha “kolay” ve daha az romansal deney içeren bir metindir, denebilir. Ama Virginia Woolf’un başına gelen genel talihsizlik (kimilerine göre belki de talih) bu romanın algılanması sürecine de yansır.
Genel talihsizlik; Woolf’un romancılığının değer kaymasına uğratılmasıyla ilgili. Burada genel anlamıyla bir değersizlik ya da değer yitimi söz konusu değil, belki de tam aksine aşırı (ama yönsüz) yüklemeden kaynaklı bir kayma yaşanır. İlk bakışta her şeyin sorumlusu Kendine Ait Bir Oda gibi görünür. Kurgusal olmayan bu anlatının feminist etkisi, yazarın romanlarının edebî etkisini perdeler ve örneğin, modern dönemin en “büyük” romanlarından Mrs. Dalloway’i; zaman, uzam, bilinç, zihin, kurgu ve diyalogla ilgili sayısız deney gerçekleştirmiş bu metni, bir ev hanımının erkek dünyasındaki bir günlük yaşam mücadelesine indirger. Bu indirgeme, aynı zamanda bir yüceltmeyi de beraberinde getirir ve Woolf’un kendisini bir karaktere, bir kadın kahramana, hatta bir ilaheye dönüştürür. Böylelikle, yazarın siyaseti ne kadar haklı biçimde kutsanmış olursa olsun, romanları dünya genelinde ne kadar büyük bir üne kavuşmuş olursa olsun, romancılığı ve romansal gücü geri planda kalmış olur.
Mrs. Dalloway görece zor ve dolayısıyla farklı okumalara fevkalade açık bir roman olduğundan onun başına türlü çorap örülmesi beklenebilir. Peki ya “kolay” Orlando’nun başına gelen nedir? Hayata erkek olarak başlayan şair ruhlu ve güzel Orlando, dört yüz yıllık yaşamının orta yerinde büyük bir dönüşüm geçirir ve kadın olur. Hâlbuki bir böcek de olabilirdi. Ama kadın olur ve böylelikle feminist okumanın önü yine açılır. Woolf elbette metninde kadının konumunu, erkekliği ve de erdişiliği tartışır. Ama roman, salt bu cendereye sıkıştırılamayacak kadar romansal, tarihsel ve edebidir. Orlando’nun yaşadığı serüvenlerle dolu 400 yıl, yazara, o zaman zarfında roman sanatının geçirdiği dönüşümleri yansıtma imkânı tanır. Woolf, geleneksel roman türlerini, bilfiil geleneksel sayılabilecek bir kurguyla, ama o kurgunun üstüne çıkarak, yani bir tür üst anlatı yaratarak hicveder.
Gösterişli üslubu törpülenmişti; aşırılığı sınırlanmıştı; düzyazı çağı o ılık pınarları donduruyordu. Dışarıdaki manzaranın her yerinde çelenkler görülmüyor, yabangülleri daha az dikenli, daha az karmaşık oluyorlardı. Belki duyular biraz körelmişti, balla kaymak da insanın ağzının suyunu daha az akıtıyordu. Sokakların su içinde kalmamasının, evlerin daha iyi aydınlatılmasının üslup üzerinde etkili olduğu da kuşkusuz.[2]
Woolf, coşkun karakter Orlando’nun düzyazı çağında yaşadığı karşılıksızlığı lirik metinleri taşlayarak yansıtır. En düz okumada bile burada yükselen mizahı (ister hiciv deyin buna, ister ironi) görmemek mümkün değil. Ama eleştiri ve tanıtım kültürü, bütün dikkatini sadece romanda yaşanan olaylara ya da olaylardan çıkarsanan bilgi kırıntılarına verince, “tabloid” okumanın iktidarına gebe kalınır. Böylelikle Orlando’nun kadına dönüşmesi ve hatta elçi sıfatıyla İstanbul’a gelmesi, dönüşümünü orada geçirmesi, sonrasında Bursa dolaylarında sürtmesi vesaire, önem atfedilmesi gereken “kritik” bilgilermiş gibi yansıtılır; ilaveten Woolf’un ilgi çekici biyografisi, çarpıcı intiharı, feminist görüşleri metninin romansal özelliklerinin önüne geçer, mizahının üstü ciddi ciddi örtülür.
Bu ve benzeri talihsizlikler yalnızca Woolf özelinde yaşanmış olsa, tüm kabahati Kendine Ait Bir Oda’nın ya da Woolf’un çekici biyografisinin üstüne yıkar, işin içinden sıyrılırdık. Ne var ki, algılama sorunu Woolf’la sınırlı değil. Talihsizliğin belki de en büyüğü, en kabul edilmezi Franz Kafka’nın romanlarının başına gelir. Bu kez devreye sadece biyografinin etkisindeki okuma değil, sadece eylem bazlı okuma da değil, bir kısmı disipliner bir yığın farklı okuma girer; psikolojik, mitolojik, Freudyen, sosyolojik, romantik, ideolojik vs. Bu okumaların tümünü reddetmek doğru olmaz, ama Kafka’nın romansal gücünü perdeleyenlerini de tasnif etmekle yükümlüyüz.
İşin başında zaten Kafka’ya bir ön okumayla girişilir, en “büyük” metinlerini yayımlatmayı düşünmeyip onları arkadaşı Max Brod’a teslim ederek göçmesi hasebiyle yazar öncelikle kutsanır. Milena’ya duyduğu aşk yücedir, kutsal bir bilgi gibi bu hep yedekte durur. En gözde metinlerinden biri olan Dönüşüm’de (ya da Değişim) Samsa’nın böceğe evrilmesi (gerçekten öyle mi?) ya dahiyane estetik bir buluş ya da kaba bir fantastik öğe olarak kabul edilir. Babasının Gregor Samsa’ya fırlattığı elmalar ademoğlunun cennetten kovuluşunu simgeler, zaten Dava’da Josef K.’nın tutuklanmasının hemen ardından güzel bir elmayı ısırması da ilk günaha yapılan göndermenin işaretidir, vesaire... Dönüşüm, Dava ve Şato en çok da varoluşçuların gazabına uğrar. Sanki onlar felsefe metinleriymiş, üstelik de egzistansiyalist metinlermiş gibi, ya da mevcut belli bir felsefenin dayatıldığı romanlarmış gibi (Camus) okunurlar. Hâlbuki Kafka’da öz varlıktan önce gelir. Bkz. Böcek.
Dönüşüm, Todorov’un belirttiği gibi fantastik anlatıları bitiren (en azından bitirmesi gereken) bir metindir. Fantastik anlatılarda doğal olaylar doğaüstü bir ya da birkaç olayı hazırlarken Dönüşüm’de Kafka, fantastik anlatının üzerinde yükseldiği zemini altından çeker ve metnini doğrudan doğaüstü bir olayla açar, sonrasında bu doğaüstülük doğal algılama evreni içinde eritilir. Samsa’nın böceğe belirsiz şekilde dönüşmesi, metnin tek doğaüstü olayıdır. Burada mizahı, gerçeküstü bir vaziyetin tamamen gerçekçi araçlarla aktarılması sağlar. Zavallı bir böcek, modern zamanın sistemli bir pazarlamacısının taşıyacağı endişelerle boğuşur.
‘Saat yediyi çeyrek geçeyi vurmadan, her ne pahasına olursa olsun yataktan çıkmalıyım tamamen’ diye düşündü. ‘Zaten o zamana kadar beni sormak üzere firmadan biri gelecektir, çünkü yediden önce açılır mağaza.’[3]
Bir böcekken işe geç kaldığı için endişelenmeye başlaması, mağaza müdürünün sitemkâr bir biçimde onu sormaya eve gelmesi, ailesinin bir süre sonra her şeyi kanıksaması, babasının onu katladığı gazeteyle gerçekten bir böcekmiş gibi odanın içine geri tıkmaya çalışması ve herkesin günlük olağan ve modern hayatlarına devam etmesi gibi olgular doğaüstü dönüşümle yan yana gelince, yani doğal akış içerisinde verilince, bu durumdan ‘biricik’ bir mizah doğar ve roman tarihinin gelmiş geçmiş en büyük devrimlerinden biri gerçekleşmiş olur. Bu devrim, elbette gökten zembille inmiş değildir, zira edebiyat tarihi içinde Gogol gibi güçlü bir öncülü vardır. Dostoyevski Gogol'ün paltosundan çıkmış olabilir, ama Kafka’nın böceği Gogol’ün burnundan fırlar. Gogol’ün Burun (1836) hikâyesinde benzer şekilde doğaüstü olay, doğal ortamda yaşanır; bir sabah kahvaltıda kaybolan burnunu bir ekmeğin içinde bulan karakterin, doğal gerçeklik içinde, metnin içinde değişmeden kalan toplumsal hayata karışması Samsa’nın düştüğü durumu anımsatır (Aynı benzerlik, yine Gogol’ün Ölü Canlar romanıyla da kurulabilir). Ama Burun’da doğaüstülük bütüne yayılır, kaybolan burun sonrasında bir başka memurda görülür, daha sonra da bir polis memuru burnu bulup getirir vs. Bu bütüne yayılma durumu (Ölü Canlar için de geçerli) Gogol’ün hikâyesinin fantastik algısını artırır. Ayrıca şunu biliriz ki, tüm bu gelişmeler metnin gerçekliği içinde gerçekten de yaşanır (anlatılır). Kafka’daysa bunu tam anlamıyla bilemeyiz; fantastik etkinin ilk cümlede duyurulan tek bir olayla verilmesi, romansal gerçeklik algısının tamamen belirsizlikle kuşatılması ve yaşanmış bir dönüşümden şüphe duymadan söz etmemizin önüne geçilmesi Kafka’da ikircikli bir hâl yaratır (Kafka’nın, Dönüşüm’ün kapağında bir böcek deseninin kullanılmasına kesinlikle karşı gelmesi de bu bilinçli yaratılmış ikircikli hâli doğrular). Şüphe duymadan bahsedebileceğimiz bir dönüşüm varsa, o da Gregor’un değil, kız kardeş Grete’nin “insan kalarak” geçirdiğidir.
Değişim’deki doğaüstü durumun yerini Dava ve Şato’da doğal (modern) kurumlar alır. Bu defa işler tersine döner. Fevkâlâde doğal oluşumlar, bu romanlarda doğaüstü, açıklanamaz varlıklarmış gibi yansıtılır. Dava’da mahkeme, Şato’da şato idaresi yine belirsizlikle kuşatılmış, sıradan bireyin ulaşması neredeyse imkânsız oluşumlardır. Bu oluşumların insanlara karşı verdiği bezdirici kurumsal refleksler, modernitenin araçlarına yönelik mizahi eleştirinin temelini oluşturur. Bu defa doğaüstü durum, modern araçların bireyin karşısına diktiği hiç de doğal olmayan, ama doğal kabul edilmesi, kanıksanması gereken (ki ana karakter dışında herkes böyle yapar) süreçlerle yaratılır. Kâğıt üstünde bunun, aslında bir insanın böceğe dönüşmesini kanıksamaktan bir farkı yoktur.
“İkinci aklanma kararını üçüncü tutuklama, üçüncüsünü dördüncü tutuklama kovalar ve böyle sürüp gider. Zaten sözde aklanma deyimi de bunu belirtmektedir.” K.’nın sesini çıkarmadığını görünce: “Anlaşılan sözde aklanma işinize gelmiyor,” diyerek konuşmasını sürdürdü Ressam. “Belki sürüncemede bırakılma size daha uygundur.”[4]
Dava’da neyle suçlandığını bilmeyen Josef K.nın en büyük amacı “onu büyük bir yükten kurtaracak o büyük dilekçeyi bir gün”[5] hazırlayabilmektir. Maceralar yaşayıp kahraman bir şövalye olmayı düşleyen Don Kişot’un geniş coğrafyalara yayılan ereği, yüzyıllar sonra, çağlar değiştikçe ve beraberinde roman sanatı da dönüştükçe basit bir dilekçeye sıkışıp kalır.
Habire ilerlemeler kaydediliyor, ama bunların ne türlü ilerlemeler olduğu asla açıklanmıyordu. Boyuna ilk dilekçe üzerinde çalışılıyor; ama dilekçe bir türlü bitirilemiyor ve çokluk bir dahaki görüşmede iyi ki bitirilemediği söyleniyor K.’ya, çünkü iki görüşme arasında geçen sürenin, dilekçeyi mahkemeye sunmak için hiç de uygun bir zaman olmadığı anlaşılıyordu.[6]
Dava’da bu dilekçeyi hazırlaması beklenen yaşlı avukatın yaklaşımı, Kafka’nın genel romansal yaklaşımını da verir. Avukat sonsuz sabırlıdır, acele etmenin kimseye bir faydası olmayacağını düşünür. Mahkeme ve bürokrasinin araç ve kişilerinin adaleti sürekli ertelemesine benzer şekilde Kafka’nın metni de gerçeği sürekli geciktirir. Kafka gücünü sabır (erteleme) ve belirsizlikten alır. Ötelenen, saklanan bilgiler, görünmeyen, aynı odada bulunup da varlığını uzun süre belli etmeyen insanlar, yarım kalan diyaloglar, karşılık bulmayan sorular... Dava’da Kafka, sanki asıl maksadını, romanın sonundaki kapıcı meseliyle açık etmek ister; kanun kapısının önünde içeri girmek için bekleyen taşralı adamı oyalayarak ona uzun yıllar geçit vermeyen kapıcı... Modernitenin araçları karşısında birey beklemekle yükümlüdür ve bu bekleyiş acıklı, anlamsız, sonsuz, karşılıksız ve en çok da gülünçtür.
“Bir kalemden içeri girebilir, bir kaleme de benzemez hani girdiği yer, daha çok kalemlerin bir ön odasıdır, belki bu kadar bile değildir, belki asıl kalemlere giremeyeceklerin alıkonulduğu bir salondur. Bu arada Klamm’la konuşur, ama bakalım Klamm mıdır konuştuğu? Klamm’a birazcık benzeyen biri olamaz mı? Bilemedin Klamm’a birazcık benzeyen ve ona daha çok benzeyebilmek için çırpınıp duran bir yazıcı...”[7]
Şato’da şatoya ulaşmanın yolu Klamm’dan geçer. Ama Klamm, sadece ulaşılması değil, uzaktan görülmesi bile neredeyse imkânsız biridir; gizem ve belirsizlikle örülüdür ve bu özelliğiyle şatoyu simgeler. Klamm’a yaklaşma ihtimali en yüksek kişilerden biri haberci Barnabas’tır, ama onun da ne kadar yaklaşabildiği, kardeşi Olga’nın yukarıdaki sözlerinden de anlaşılabileceği gibi yine bir muamma olarak kalır. Bu olağanüstü saçmalığı sadece Olga değil, herkes olağan karşılar ve doğaüstünün doğal karşılanmasından doğan mizah ve daimi bekleyişin yol açtığı gülünçlük, böylece Şato’da da kendini hissettirir.
Buradaki mizahi görmek için yoğunluklu bir teorik altyapıya ihtiyacımız var mı? Yok elbette, ama ilginçtir, okumaların çoğunda Kafka fevkâlâde ‘ciddi’ (mizahla pek alışverişi olmayan) bir yazar olarak yansıtılır. Mizahi olduğunu söylemek sanki önemsiz olduğunu iddia etmekmiş gibi algılanır. Kafka’nın karakterlerinin ya babasız ya da babalarıyla sorun yaşayan bireyler olmaları ve kadınlarla ilişkilerinde bazı tuhaflıklar görülmesi birçok Freudyen çıkarsamaya zemin hazırlar ve bu durumlar romansallığı unutturacak kadar öne çıkarılır. En derinlikli okumada doğal olarak yabancılaşma (bu sözcüğü kullanmadan buralara kadar gelebilmiştik oysa) vurgusu baskındır ve bir anda mevzu Marx’a kadar uzanır. Kısacası, Kafka’nın etrafına örülmüş hale öyle kör edicidir ki hayranları arasında onu şair zannedenler bile bulunur. Bugün Kafka’nın herhangi bir romanını okumaya kalkışan bir okur, o metinlere hakkıyla yaklaşabilmek için haleyi aralayıp romansal mizahi öze yoğunlaşmak durumundadır. Ya da elinde bir peygamber yazarla “ciddi” bir boşluğun ortasında kalakalır.
Bir önceki edebiyatı saf dışı bırakmanın en iyi yoludur mizah. Cervantes’ten alınan bu mirasa sadece Woolf ve Kafka değil, modernist romancıların neredeyse tamamı; Joyce, Musil, Svevo, Gombrowicz, Beckett ve ardılları zannedildiğinden ve yansıtıldığından çok daha fazla sahip çıkarlar. Hatta romancılıklarının değerini, denedikleri ve getirdikleri biçimsel ve biçemsel yenilikler kadar doğurdukları mizaha da borçludurlar. Bunlar içinde özellikle Musil, akılcılığa yaslanan analitik mizahıyla ayrıca incelenmeyi fazlasıyla hakeder.
Modernist romancılar arasında mizaha gerçekten uzak denilebilecek ve mizahi bulunamayacak tek yazar belki de Broch. Ondaki yoğun felsefi kavrayış çabası, çoğunlukla mizaha geçiş imkanı tanımaz. Bir de pek “ciddi” Thomas Mann var elbette, ama onu ne kadar modernist sayabiliriz? O da ayrı bir tartışma konusu.