Türkiyeli okur Latin Amerika’nın en güçlü sesleri arasında anılan Evelio Rosero'yu geçtiğimiz günlerde yayımlanan iki kitabıyla tanıdı. Kitapları birçok dile çevrilirken ödül sicili de hayli kabarık olan Rosero K24'ün sorularını yanıtladı
26 Mayıs 2016 14:00
1958 Kolombiya, Bogotá doğumlu olan ve Latin Amerika Edebiyatı’nın en güçlü sesleri arasında anılan Evelio Rosero geçtiğimiz günlerde Can Yayınları tarafından yayınlanan iki romanıyla Türkiyeli okurla buluştu. Toplamda on iki ödülü bulunan ve eserleri ondan fazla dile çevrilen, edebiyatı bir başkaldırı ve hayat biçimi olarak gören, eserleri deliliğin, korkunun ve şiddetin kıyılarında gezinen, XIX. yüzyıl Rus Edebiyatı’na âşık Rosero ile edebiyat, hayat, Ordular ve Öğle Yemekleri üzerine konuştuk.
Röportaj vermekten pek hoşlanmadığınızı ve basından uzak durmayı tercih ettiğinizi biliyorum. Buna bir tür anonimliği koruma dürtüsü de diyebiliriz sanıyorum. Bize yazarlığın bu izole halinden bahseder misiniz?
Eserinizi bir kez kamuya açtığınızda, kitabınızı teslim ettiğinizde, bir yazar olarak söyleyecek başka bir şeyiniz kalmaz geriye. Röportajlar vererek, tartışmalara ve panellere katılarak yazdıklarıma ne ekleyebilirim ki? Hiçbir şey. Önemli olan tek şey nihai halini verdiğiniz kitaptır. Zaten onu yazarak, tüm çıplaklığıyla halka sunarak yapabileceğiniz her şeyi yapmışsınızdır. Dolayısıyla sonrasında en iyisi saklanmak ve normal bir insan gibi yaşamaktır.
Gençken Robinson Crusoe’yu yorumlayıp baştan yazdınız. Edebiyat ve yazıyla olan ilişkiniz nasıl başladı, biraz anlatır mısınız?
Okumayı ve yazmayı çok küçük yaşta öğrendim. Yıllarımı kendi kendime, sadece yaratarak, geçirdim. Tutkulu ve coşku dolu yıllardı. On dört yaşımdayken yerel bir gazetede şiirlerim yayınlandı. Yirmi yaşında ise ilk öykümü yayınladım. Üniversiteyi bitirmedim. Edebiyatın tüm vaktimi ayırmam gereken bir uğraş olduğunu keşfetmiştim çünkü; en azından benim için böyle bu. Doğrusu geçinmek kolay olmadı. Ancak birtakım yarışmalar ve burslar sayesinde başka işler yapmama gerek kalmadan yazmaya devam edebildim. Hayatımı edebiyatla, eserlerimle kazanıyorum. Pazarın ve yayınevlerinin stratejilerinin beni etkilemesine izin vermiyorum. Dilediğimce ve dilediğim zaman yazıyorum fakat coşku ve tutkunun aynı şekilde kaldığını söylemem mümkün değil ne yazık ki.
O halde yazmak sizin için bir yaşam biçimi mi?
Evet. Gelgelelim bazen hayal etmekle yaşamanın aynı şey olmadığını düşünüyorum.
Şiddet, korku, delilik, ironi ve çaresizlik eserlerinizin temelini oluşturuyor, eserleriniz bu duygular ekseninde dönüyor, hatta bu duygularla besleniyor. Öte yandan kahramanlarınızda insanlığın bütün halleri görülüyor. Sadece Ordular’da değil, Öğle Yemekleri’nde de isyan ve mücadele ön plana çıkıyor, iki yapıt da okurlarına hezeyan üstünden bir din ve hükümet eleştirisi sunuyor. Bu bağlamda edebiyatınızın ruhunu ve dokusunu isyan ve direnişin oluşturduğunu söyleyebilir miyiz?
Evet, söyleyebiliriz. Edebiyat bir isyan biçimi olmalıdır ve öyledir de zaten, edebiyat direnmektir, bir “karşı çıkma hali”dir. İnsan tam da bu uyuşmazlık nedeniyle yazar. Dünyayla, var olan düzenle, kendisiyle uyuşmazlık halinde olduğundan yazar.
Ordular’da “İnsanlar, özellikle de gençler unutuyorlar, bugünü bile hatırlayacak hafıza yok onlarda,” diyorsunuz. Yazmanın ve edebiyatın aynı zamanda unutmaya ve unutulmaya karşı verilen bir mücadele olduğunu düşünürsek, yazarların toplumun itici gücü olduğunu söyleyebilir miyiz? Demek istediğim, sizce edebiyat toplumsal gerçekliği değiştirmeli midir?
Ben eserlerle okurlar arasında mahrem bir ilişki olduğuna, kitapların okurları derinden etkilediğine inanıyorum. Ve bu da belli bir bilinç değişimi doğuruyor elbette. Edebiyatın bu bağlamda ve bu sebeple toplumu değiştirebilecek, eleştirebilecek ve geliştirebilecek güce sahip olduğunu düşünüyorum. Gelgelelim bu uzun vadede olabilecek bir şey. Sinema ve televizyon çok daha kolay etkileyebiliyor insanları, sonuca çok daha hızlı ulaşılabiliyor fakat ben ikisini de yüzeysel ve soğuk buluyorum.
Eserleriniz en temelde gerçek hayata dayanıyor, gerçek sorunları ele alıyor, peki bu gerçekliğin ne kadarı kurgudan besleniyor?
Temel ve ana bir gerçekliğin üstüne kurguyu örüyorum. Hayal gücüm ancak gerçek bir bilginin, gerçek bir deneyimin üstünde genişlemeye ve yayılmaya başlıyor. Ufacık yahut önemsiz bir gerçeklik olabilir bu, ama hayal gücünü tetikleyen yine o oluyor. Dolayısıyla eserlerimin hem gerçeklikten hem de kurgudan beslendiğini söyleyebilirim.
Özellikle Öğle Yemekleri’nde net bir şekilde hissedildiğini düşündüğüm şiirsel, mahrem, kati ve kâbusvari bir diliniz var. Dil üstünden ve dil aracılığıyla bir dünya yaratırken sizi en çok kaygılandıran ne oluyor?
Daha iyi yazmaktan, kelimelerimi özenle seçmekten başka bir kaygım yok açıkçası. Bunu söylemekten gurur duymuyorum ama ben biçimciyim. Yavaş yazıyorum. Beni hiç düşünmediğim dünyalara götüren de bu incelik, bu titizlik oluyor. Sanki hafızamın derinliklerinden var olmayan ve bana kelimeleri dikte eden sesler duyuyorum. Gelgelelim bunu ancak uzun arayışlar sonucunda başarabiliyorum ve yine de bu, eserlerimin kusursuz olacağı garantisini vermiyor.
Öğle Yemekleri üzerine verdiğiniz bir röportajda, “Kolombiya’da yayınlanan hemen her eserimde olduğu gibi Öğle Yemekleri hakkında da tek bir yazı yazılmadı, tek bir yorum ya da eleştiri yapılmadı. Mutlak sessizlik. Bu aslında aşina olduğum ama her koşulda sindirmesi güç bir şey,” dediniz. Bu sessizlik sizin için ne ifade ediyor?
Bir yazar başkaları için yazar. Sevgilisi için, arkadaşı için. Bir yazar hiçbir zaman sadece kendisi için yazmaz, bu tasavvur edilemez bir şeydir. Röportaj ve şan, şöhret peşinde koşan biri değilim. Bahsettiğiniz röportajda da kastettiğim bu değildi kesinlikle. Yalnızca hakkında herhangi bir yorum yapılmasını istediğim, herhangi bir tepki, bir eleştiri almayı beklediğim bir roman yayınlamıştım. Fakat hiçbir şey olmadı. Hiçbir şey söylenmedi. Sanki roman hiç yayınlanmamış gibiydi. Bu kafamı karıştırdı, canımı sıktı. Yine de, hiç şüphesiz, başka bir roman imdadıma yetişti.
Ordular’da, “…bir yatakta, bir köyde, bir ülkede süregiden işkencenin ortasında tamamen bitkin bir halde dönüp duruyorduk,” diyorsunuz. Savaşın izlerini, hayatlarımız üzerindeki etkilerini tasvir ediyorsunuz. Ölümü sonraki nesillere kalan bir miras olarak aktarıyorsunuz. Peki ya bugünün dünyasını nasıl görüyorsunuz? Ordular’da dediğiniz gibi: “Giderek deliriyor muyuz, yoksa çoktan delirdik mi?”
Kolombiya’da çoktan delirdik. En aşağı elli yıldır delirmiş durumdayız. Gerilla kontrolü ele geçirmek istediğinde (ve yapamadığında), hükümet gerillayı alaşağı etmek istediğinde (ve yapamadığında) delirmiştik zaten. Ordular, katliamlar, tecavüzler, adam kaçırmalar… Yıllar ve yıllar boyu sürdü hepsi. Farklı farklı delilik türleri vardır. Neşeye ve kolektif sanata dayalı asil ve yenilikçi bir delilik değil bizimki; tamamen korkuya ve dehşete dayalı bir delilik. Kolombiya’daki delilik, artık alıştığımız bir şey olan, ölüm korkusuna, her an ölebilecek olma korkusuna, dayalı bir delilik.
Bir yazar ve okur olarak temel beklentileriniz nelerdir?
Yazar olarak, yazmaya oturduğum an solup gitmeye başlayan, hayal ettiğim kitabı yazmak. Okur olaraksa okumak, her gün, henüz okumadığım tüm o harika kitapları huzur içinde okumak.
XIX. yüzyıl Rus Edebiyatı’nın sizi derinden etkilediğini biliyorum. Peki, etkilediğiniz isimler arasına, özellikle de Latin Amerika Edebiyatı’ndan, başka kimleri ekleyebiliriz?
Juan Carlos Onetti’nin, Juan Rulfo’nun ve Felisberto Hernández’in eserlerine hayranım gerçekten. Borges’in “Alçaklığın Evrensel Tarihi” bana çok şey öğretti. Ama dürüst olmak gerekirse bu yazarların hiçbiri beni, kutsal kitap misali dönüp dönüp tekrar okuduğum, XIX. yüzyıl Rus yazarları kadar derinden etkilemedi.
Eserlerinizin çevrildiği diller arasında sizi şaşırtan oldu mu?
Buna rahatlıkla “Türkçe” yanıtını verebilirim. Kitaplarımı sizin dilinizde görmek gerçekten çok heyecan verici. Doğruluğuna inanmak için görmeniz gerekenlerden bu da.
Elektronik kitaplar hakkında ne düşünüyorsunuz?
Elimi bile sürmedim. Büsbütün yabancısıyım ve hiçbir şekilde ilgilenmiyorum.
Bugünlerde ne üzerinde çalışıyorsunuz ve neler okuyorsunuz?
Uzun soluklu bir roman üzerinde çalışıyorum. Birbirlerine tamamen muhalif fakat birbirini seven iki insanın çocukluklarından yaşlılıklarına uzanan hayatlarını anlatıyorum. Şu anda bir şey okumuyorum. Romanımın sonlarındayım artık. Üç yıldır üzerinde çalışıyorum ve sadece ona odaklanmak istiyorum. Kitaplar aklımı dağıtıyor, beni yaratım sürecinden uzaklaştırıyor. Doğrudan yazdıklarımla ilgili olmadıkları sürece tabii.
Sıradan bir gününüzü nasıl geçiriyorsunuz?
Yazıyorum, bisiklete biniyorum, insanların arasına karışıyor, kalabalığın bir parçasını oluşturuyorum.