Edebiyatı mahveden tüm soysuzların, kitap yayımlayan iş adamlarının, piyasa liderlerinin, pazarlama cambazlarının, ekonomi mezunlarının evlerine düşünce bombaları yerleştirmek...
22 Haziran 2017 13:54
Üzerine yazı yazması kolay olmayan kitaplardan Montano Hastalığı. Hakkını verebilmek için romandan bol bol alıntı yapmak lazım; üstüne üstlük bu alıntıların büyük bölümü romanın anlatıcı-yazarı Rosario’nun başka yazarlardan yaptığı alıntılar olmak zorunda. Evet, kitaplar üzerine yazmak insanın baştan alıntılar yapmaya mahkûm olduğunu kabul ettiği bir uğraştır ve hakkında yazdığınız kitaptan yaptığınız alıntılar kimi zaman o kadar parlak, o kadar ön planda olur ki bu arada çok özgün (olduğunu sandığınız) bir şeyler karalasanız bile bunlar pek fark edilmez. Alıntının alıntısıyla dolu bir yazı ise haliyle “edebi parazitlik” suçlamasından kurtulamaz.
Bu “edebi parazitlik” tabiri de Montano Hastalığı’ndan alıntı. Rosario, “Gördüğü her şeyi sistematik bir şekilde, hele de sürekli artan bir saplantıyla, edebi bir kavrama yahut alıntıya dönüştürdüğü” için “edebiyat illeti”ne tutulduğundan şikâyet ederken kendi durumunu ifade edebilmek için kullanır “edebi parazit” tabirini; hatta daha ağır bir şey daha söyler: “Edebiyat vampiri.” Parazit/vampir için verdiği örnek gayet açıklayıcı. Daha yeniyetmeliğinde bir şairin dizelerini alıntılayıp (aralarına tek tük kendi dizelerini serperek) bir kızı kendisine âşık etmeye çalışmıştır. İşte, “edebi parazitlik” bu yaptığıdır. Ne var ki alıntılamak suretiyle parazitlik yaptığı hissi sadece o yaşlarında kalmamış, sonraki yıllardaki yazı hayatında da pek çok kez kendisini böyle hissetmiştir.
Montano Hastalığı’nın hakkında yazmayı zorlaştıran bir özelliği daha var. Bunu, Enrique Vila-Matas (benim gibi) edebiyat parazitlerini düşünerek mi yaptı, bilmiyorum, ama romanın ilk bölümü hakkında yapılabilecek tespitlerin büyük bölümü romanın ikinci bölümünde bizzat Rosario tarafından dile getiriliyor. (Roman ilerledikçe sadece önceki bölümde ne yaptığını değil, ne yapmakta olduğunu, ne yapmayı arzuladığını da izah ediyor; bir şeyler anlatılır ya da alıntılanırken metin mütemadiyen kendi üzerine de düşünüyor, söz söylüyor.) Üstelik ne sebep ya da ne vesileyle bunları aktardığından söz edecek olduğunuzda romanı okuyacak olanların okuma keyfine zarar verme ihtimaliniz de hayli yüksek. Bu nedenle bu bahse çok girmeyip Vila-Matas’ın edebiyat hastalığıyla neyi kast ettiğinden söz etmek daha uygun olacak.
Vila-Matas, “edebiyat hastalığı/illeti” adını verdiği durumun iki farklı tezahüründen söz ederek başlıyor Montano Hastalığı’na. İlki, romanın anlatıcısı Rosario’nun kendisi gibi yazar olan oğlu Montano’nun duçar olduğu: “Kendi kurgusunun ağına düştü ve inatla kendini yazmaya zorlasa da tıkanıp kaldı (…) tek kelime yazamaz oldu.” Kendi durumunu ise şöyle ifade ediyor Rosario: “Hayatım kitaplardan ve yaptığım alıntılardan ibaret.” Montano’nun “edebi felci”nin bir yanıyla babasının rahatsızlığından çok da farklı olmadığını öğreniriz birkaç sayfa sonra: “Artık yazamıyor değilim, sadece başkalarının fikirleri üşüşüyor aklıma.”
Bu son durumu, bir başka yazarın belleğinin musallat olması biçiminde de ifade ediyor Montano. Aslında bir kurmaca yazarı bir karakter yarattığında ikinci bir bellek edinir gibidir, kendi belleğinin yanında o karakterin belleğindekileri de hatırlar, yazıya geçirir. Romanda Justo Navarro’dan yapılan alıntıda belirtildiği gibi: “Yazar olmak başka birine, bir yabancıya dönüşmektir. (…) Yazmak başkasının yerine geçmektir.” Ancak yerine geçilen kişi de yazarak başkalarının yerine geçen bir başka edebiyatçı olduğunda işler karışıyor olmalı; hele ki Montano’nun vehmettiği gibi bu istemsizce gerçekleşiyor, öbür yazarın belleği musallat oluyorsa. Yazacaklarının kime ait olduğu, ne ölçüde özgün olduğu gibi sorular zamanla felce, katatoniye sokabilecektir kişiyi. Bunun giderek yazılacak her şeyin daha önceden yazılmış olduğu gibi bir yoğun bir umutsuzluğu çağırması da beklenebilir.
Bununla birlikte bu “hastalık” bir tür yazar tıkanıklığı da değildir sadece, kişinin yazmadığı zamanlarını da etkiler. “Her şeyi edebi bir gözle görme alışkanlığı” ya da “Her şeyi edebiyat üzerinden düşünmeye meyilli” olmak sağlıksız tutumlar olarak değerlendirilir – görme ya da düşünme zaafı anlamına geldiği düşünülebilir bunların. Bu hastalığın arazlarının farkına varanlar da sadece hastaların kendileri değildir; Rosario’nun eşi Rosa mesela, edebiyatın kocasını boğduğunu iddia eder. Rosario’nun arkadaşı Tongoy ise “hayali bir hastalık” olduğunu savunur bunun. Ona göre, esas hastalık kişinin edebiyat hastalığına, yazma felcine ya da edebi alıntılar yapma illetine düştüğü vehmidir. Öte yandan, arkadaşını eleştirirken Tongoy, Rosario’ya tedavi bulma konusunda ilham da verir. Edebiyat hastalığını gidermek için edebiyatın hastalığına karşı mücadele etmek gerektiğini düşünerek bir parça rahatlar hastamız. Kendisini bu gidişle edebiyatın ölümüne neden olacaklarını düşündüğü “yayın yönetmenleri, şube müdürleri, yayınevi sahibi iş adamları, pazarlama uzmanları”na karşı mücadeleye adadığında kendisindeki hastalığı en azından unutacağı fikri çok cazip gelir ona.
Edebi türleri belirleyen sınırların yıkıldığı her yerde söylenir. Romanın giderek denemeye yaklaştığı (ya da tersi); otobiyografilerin yazarların gerçek hayatlarının anlatımı olmayabileceği anlaşıldıkça onların kurmaca bir tür, mesela roman olarak algılanmaması için hiçbir neden olmadığı (K24’te geçenlerde yayımlanan Mario Bellatin’in Büyük Cam’ıyla ilgili yazıda ben de buna benzer şeyler söyledim.) Sadece söylenmiyor elbette, bu türler arası geçişlerin sayısız örneği yazılıyor, yayımlanıyor. Montano Hastalığı da bunlardan biri. Rosario pek çok yazardan (gerçek ve hayali yazardan) alıntı yapıyor roman boyunca, biyografilerinden, eserleriyle hayatları arasındaki bağdan söz ediyor. Bunların bir bölümü onu böyle bir kitap yazmak konusunda esinlendiren yazarlar belli ki; başka bir deyişle, onları okudukça “edebiyat illeti”, dünyayı edebi alıntılarla anlama, anlamlandırma hastalığı ilerlemiş olabilir. Bununla birlikte, bu kitabın yapısını, kurgusunu esinlendiği başlıca yazar Sebald olmalı. Bunu açıkça belirtiyor zaten: “Çağdaş romanla kurduğu ilişkideki o ilham verici tutumunun da izinden gidiyorum: deneme, roman ve otobiyografi arasında yeni ufuklar açan tutumunun.”
Sadece ilham verici, dolayısıyla yazar tıkanıklığına, edebi felce şifa olabilecek bir tutum da değildir Sebald’dan esinlendiği. Hayata hep edebi bir perspektiften bakma “rahatsızlığını” işe yarar bir şeye dönüştürme imkânı barındırmaktadır bu tutum. “[Başka yazarların] hayat hikâyeleriyle kendi hayat hikâyemi pekiştirdiğim ve böylece, kısmen başkalarının günlükleriyle oluşan, gerçek kişiliğime dair daha geniş ve ilginçtir daha doğru bir portre çizme olanağı[nın]” peşinde olduğundan söz eder mesela.
Rosario’nun farklı yazarlardan sadece birbirlerini ya da kendi tez ve tespitlerini destekleyen alıntılar yapmadığını, daha önce doğru kabul ettiklerinin tam zıddı önermeleri de aklına geldiği anlarda kabulleniverdiğini, en azından kabul edilebilir sayıp zikrettiğini belirtmek lazım. Mesela, “daha doğru” bir portre çizme olanağından söz ettikten sonra, Gabriel Ferrater’in bir mektubunda sorduğu, “Biz harfzedelerin nasıl da şaşırtıcı bir şekilde gayri şahsi olduğunu yahut daha iyi bir ifadeyle karakterlerimizin samimiyet ve mahremiyetten nasıl da yoksun olduğunu fark ettin mi?” sorusuna da hak verdiğini söyleyecektir. Belki de bu yüzden “doğru bir portre”den değil, “daha doğru bir portre”den söz etmiştir. Tam doğru bir portrenin imkânsızlığının yanında birbirinden farklı ne kadar çok sayıda portre art arda, yan yana sıralanırsa “gerçek kişiliğe dair daha doğru bir portre”nin ana hatlarının görünür hale geleceğini düşünebiliriz. Belki de tek bir edebi bir türle kendini sınırlandırmayan anlatıcının farklı türlerden medet umması da portre sayısını (ya da portre çizme tarzını, dil ve üslubunu) artırmak istemesindendir.
Nitekim Rosario, deneme, roman ve otobiyografinin yanına başka türler de ekliyor kitabının kurgusuna, günlük, sözlük (üstelik bu sözlük bir günlük tutmuş yazarlar sözlüğüdür), gezi yazısı, konferans metni, kurmaca otobiyografi… Bu türlerin hepsini kesen bir olay örgüsü de var gibi, ama türler birbirinin içine geçtikçe bu olaylar da değişiyor, daha doğrusu daha önce anlatılan olayın neden öyle anlatılmış olduğunun hikâyesi de ekleniyor olaya, böylece olay örgüsüne birazdan daha yukarıdan bakıyoruz. Bununla yetinmiyor Rosario, daha önceki sayfalarda anlattıklarının, olayların, gelişmelerin çarpıtılmış, şu ya da bu nedenle yaşanandan farklı şekilde kurgulanmış olduğunu da ifşa ediyor, olayların aslını astarını öğrenmiş olduğumuzu sandığımız sırada bu yeni anlatılanın sahihliğinden de kuşkulanmaya başlıyoruz böylece. Dolayısıyla metnin yapısı, türü değişirken sabit kalan bir olay örgüsünden söz etmek de mümkün değil. Eserlerinden ve hayat hikâyelerinden söz edilen yazarlar hariç, kişiler sabit sayılır; Rosa, Tongoy, Rosario, ama onlar da kitabın ilerleyen bölümlerinde öncekinden bir parça farklı rollere çıkabiliyorlar.
Edebiyat bir hastalık olduğu kadar şifa da olabilir, kurtuluş edebiyatta olduğu gibi, dibe batış da gelebilir edebiyattan, yazarak hayat kazanılabildiği gibi hayat yazarak tüketilebilir de.
Bütün bunların yanında sabit kaldığı iddia edilebilecek bir şey var ama. Bir yerde Pavese’den söz ederken şunları vurguluyor Rosario: “[Yaşama Uğraşı’nı] kapattığımda içimden edebiyatın bize öğretebileceği şeyin pratik yöntemler, varılacak sonuçlar değil, yalnızca tutumlar olduğunu geçirdim.” Edebi türlerin geçit resmi sürerken (böyle dendiğinde düz bir çizgi halinde ilerlediği sanılabilir, “dönerken” demek daha yerinde olacaktır, hatta kimi zaman sözcüğün metaforik olan ve olmayan anlamıyla birbirlerine girdiği) sabit kalan belki de tek şey, sanırım, “tutum,” yazma tutumu. Adını ne koyacağımızı bilemediğimiz iç içe geçmiş türlerden oluşan yeni bir türde, adının çok da önemli olmadığını bilip kabullenerek, edebi türlere dair daha önce söylenmiş, yazılmış olanları bir kenara koyma pahasına, ama her birinin sunduğu imkânları görmezden gelmeden yazmak. Tür çeşitliliğini ya da türsüzlüğü yeni bir tür, dağınıklığı, iç içe geçmeyi bir yapı, bir kurgu haline getirerek yazmak.
“Montano Hastalığı”nın yanı sıra pekâlâ bir “Montano Paradoksu”ndan, hatta paradokslarından da söz edilebilir. Roman boyunca dönüp dolaşıp bir edebi türden öbürüne sıçrar, bir yazardan öbürüne alıntı yapar, bellekler ödünç alınır iade edilirken (Rosario’nun oğlu başka bir yazarın belleğinin musallat olmasından söz ederken Rosario bir başka yazarın anılarının kendisine musallat olmasını arzular, sonrasında bir başka yazarın, Sebald’ın belleğini edinir bile) romanda alttan alta sürekli olarak yazmakla (edebiyatla) yaşamak arasındaki ilişki tartışılıyor. Bu ilişkinin farklı görünümleri, anları, halleri var, bunlar çelişirler de elbette. Edebiyat bir hastalık olduğu kadar şifa da olabilir, kurtuluş edebiyatta olduğu gibi, dibe batış da gelebilir edebiyattan, yazarak hayat kazanılabildiği gibi hayat yazarak tüketilebilir de. Benzer biçimde, edebiyatın hatırlamakla, bellekle ilişkisi, o da farklı biçimlerde tezahür edebilir: yazarken ya da okurken geçmişten bir ânı yeniden yaşamak pekâlâ mümkündür, ama o ânın çoktan yaşanıp bittiğini, yeniden yaşamanın imkânsızlığını idrak etmemiz de aynı şekilde yazarken dank edebilir insanın kafasına. Edebiyat-hayat bahsinde tumturaklı, başka olasılıkları dışta tutan önermelerle konuştuğumuzda bir zaman sonra mahcup olmamız ihtimal dâhilindedir, iddia ettiğimizin tam tersi bir örnekle her zaman karşılaşabiliriz.
Vila-Matas’ın (Rosario’nun mu demeli yoksa?) Montano Hastalığı’nda vurguladığı temel bir paradoks ise şudur:
“Edebiyat tam da hayatı anlamamıza olanak tanıdığı için bizi hayatın dışında bırakır. Zordur bu, ama bazen başımıza gelebilecek en iyi şeydir işte. Okumak ve yazmak hayatın peşindedir fakat tam da hayata ve kendi arayışlarına fazlasıyla odaklandıklarından pekâlâ hayatı ıskalayabilirler. (…) Edebiyat, tam da hayatı anlamamıza olanak tanıdığı için bize gerek neler olabileceğinden gerekse neler olmuş olabileceğinden bahseder. Bazen gerçekliğe, durmadan bize hayatın böyle olduğunu ve dünyanın şöyle düzenlendiğini ama başka şekilde de olabileceğini gösteren edebiyattan daha uzak bir şey yoktur.”
Bir başka paradoksu da Justo Navarro’dan alıntılar Rosario: “Kendinden bahsediyorsun. Ve kendin hakkında yazarken kendini başka biri olarak görmeye başlıyorsun, kendine başka biri olarak yaklaşıyorsun: Kendine yaklaştıkça kendinden uzaklaşıyorsun.”
Hayatın peşinde olduğu için hayatı ıskalamak, kendine yaklaştıkça kendinden uzaklaşmak. Paradoks dedim bunlar için, ama belki de değil. Düz bir mantıkla baktığımızda öyle görülebilir, ama edebiyat söz konusuysa –Rosario gibi söylersek– düz mantık belki de en eğri büğrü olanıdır. Bu nedenle Rosario’nun Pavese’den esinlenerek vurguladığı gibi, edebiyat metinlerinden hayata dair pratik yöntemler değil tutumlar öğrenebiliriz ancak.
Sanırım, Rosario’nun “edebiyatı mahveden tüm soysuzların, kitap yayımlayan iş adamlarının, bütün şube müdürlerinin, piyasa liderlerinin, pazarlama cambazlarının, ekonomi mezunlarının evlerine düşünce bombaları yerleştirme[kten]” atmaktan söz etmesi de bundan. Edebiyatın farklı bir düşünce tarzı, biçimi, muhakemesi, mantığı var, ekonomi mezunlarının, pazarlamacıların, kitap yayımlayan iş adamlarının kavrayışlarından farklı bir kavrayışı var dünyayı ve hayatı. Bunun nasıl bir şey olduğuna dair düşünce bombaları atıyor Vila-Matas üzerimize; edebi türlere, dünyanın ve edebi metinlerin bütünselliğine, edebiyatın hayatla yazmanın ve okumanın bellekle ilişkisine, zamanın akışına, geçip gidişine dair fikirlerimizi, algılarımızı sarsacak, tahrip edecek düşünce bombaları.